Gündem

Tecride karşı yaşam ve direnme ustalığı

Hapishaneler ve tutsaklık gibi yıldırma/sindirme denemeleri sınıflar tarihi kadar eskidir. Hapishaneler, egemen sınıflar için bir üstünlük görüntüsü verse de gerçekte pek çok örnekte görüldüğü gibi aynı zamanda onların aczinin yaşandığı alanlardır. İnsan iradesinin, direnme kabiliyetinin, onursal duruşunun kafese sığdırılmazlığının kanıtlandığı zeminlerdir. Tam da bu nedenle, iktidarları bu alanda sürekli yeni arayışa iten çaresizlikleridir.

Burası F/L/Y/S tipi

Tarihte zindan evriminin son şekli.

Sanki Diyarbakır 5 Nolu zindanı nüksetmiş

Ve sanki Metris tebdili kıyafet dolaşıyor.

Hapishaneler ve tutsaklık gibi yıldırma/sindirme denemeleri sınıflar tarihi kadar eskidir. Hapishaneler, egemen sınıflar için bir üstünlük görüntüsü verse de gerçekte pek çok örnekte görüldüğü gibi aynı zamanda onların aczinin yaşandığı alanlardır. İnsan iradesinin, direnme kabiliyetinin, onursal duruşunun kafese sığdırılmazlığının kanıtlandığı zeminlerdir. Tam da bu nedenle, iktidarları bu alanda sürekli yeni arayışa iten çaresizlikleridir.

Tecridin evrimsel sürecinde F tipi, o güne dek zindan tecrübesinin en yoğunlaşmış biçimiydi ama son değildi. Nitekim alfabenin yeni harfleriyle adlandırılan tecridin mevcut biçimlerinden çıkarılan derslerle bina edilen yeni tip hapishanelerin devreye sokulduğu biliniyor. Bunlar, Guantanamo‘nun öncelidir. Veya Saygon‘un, Poulo Condor‘un devamıdır.

Egemen sınıflar için hapishaneler, suçla ilişkilendirilse de özünde muhalif kesimleri ruhen ve fiziken tüketmeyi amaçlar. Sorgu süreçlerinde ve hapishanelerde sınıf karşıtları, en çıplak biçimde, dolaysız olarak karşı karşıya gelir.

Bir ülkenin işgali durumunda insanların ruhsal sarsıntılar geçirdiği, bilinen, üzerinde bilimsel tahliller yapılan bir durumdur. İşte buna benzeterek söylemek gerekirse; tecrit, bir insanın maddi ve ruhsal bütünlüğünün işgalidir. İşgalin mümkün olabilecek en kapsamlı ve derin biçimidir. Tutsağın bir insan olarak değil de bir deney aracı olarak görülmesi, iddia edildiği gibi kesinlikle iyileştirmeyi (kim kimi iyileştirecekse?) değil maddi ve ruhsal potansiyelini tüketip yok etmeyi amaçladıklarının kanıtıdır.

İşkencenin bir sektöre dönüşmesi ve bu alandaki tecrübe aktarımının devletler arasında küresel boyutta yapılması gibi hapishaneler ve tecrit konusunda da benzer paylaşımlar yaşanmış ve sonuçta ortaya izolasyon merkezleri çıkmıştır.

Tecrit/izolasyon/soyutlama

Tecrit, bir insanın kuşatılıp yalnızlaştırılarak, mümkünse tüm değerlerinden soyutlanarak, tüm iletişim imkanlarından mahrum bırakılarak tüketilmek istenmesi halidir. Bu, ne denli insanın insanlık dışı muameleye tabi tutulması ise de devrimcilerin söz konusu olduğu yerde gerçekte mahpusun değil zindancının aczini yansıtır. Çünkü güzelliği, uğrunda tutsak düşecek kadar keşfeden, tanıyan ve seven birinin tecridi delme ve değerlerine dokunma potansiyeli çalınabilecek veya engellenebilecek bir nitelik değildir. Nitekim zindancılık geleneğinin tüm birikimlerine rağmen iktidarlar devrimcileri tutsak almakla yetinmiyor öldürüyorsa, öldürmekle yetinmiyor bedenini kaybetme yoluna gidiyorsa bu da celladın ve temsil ettiği toplam mekanizmanın korkusunu/açmazını yansıtır.

Onlar, yasa koyarken, güvenlik alırken, hapishane oluştururken vb. kendi sistemlerinin/düzenlerinin bekasını hesaplar. Sınıflar mücadelesinin seyrine bağlı olarak bunun sınırları, şiddeti artar, azalır. Burjuva demokrasisi de faşizm de bu açıdan değerlendirilmelidir. Tam da bu bağlamda bugün gelinen aşamada sermaye artık tüm kozlarını kullanıyor. Kıran kırana bir mücadele var. Sermaye-sermaye çelişmesi de emek-sermaye çelişmesi de keskinleşmiş durumda.

İstendiği kadar kalın, beyaz ve his geçirmez yapılsın

Zindanın insana karşı direnci…

Mutlaka firar edecek bir boşluk buluyor

Tutsağın fikri, bilinci ve yüreği…

Hapishane okul mudur?

Evet hapishane bir okuldur. Bu, hapishanenin fiziğinden, genelgelerinden, yaptırımlarından bağımsız, önlenemez bir olgudur. Hücre tipi hapishanelerde toplu eğitimin, yeterli kitap ve yayının olmaması bu olguyu değiştirmemektedir.

Hapishane ya geliştirici bir fırsattır ya da yıpratıcı bir törpü. Oradan ruh ve fizik sağlığını geliştirerek çıkmak da mümkün. “Madem biz buraya ‘ceza’ olsun, yıpranalım, geri düşelim diye konulduk o halde bunu da içeride insanın moral ve fiziki sağlığının bozulduğu genel kanaatini de boşa düşürerek, cezayı ödüle, hapisliği fırsata çevirerek çıkmalıyız.” diye düşünmek, bunun anahtarıdır. Tutsaklığa böyle bakıldığında, dışarıda göz kapayıp açıncaya kadar geçecek kısa bir süreye adeta bir yaşam stajı sığdırmak mümkün. Tutsaklık sonrasında içeriden çok büyük derslerle çıkan Dostoyevski’nin, “Hapishane bende birçok şeyi öldürdü, birçoğunu da meydana çıkardı. Bu benim ödülümdür ve ben ona layık oldum.” biçimindeki ifadesi bunu doğrular niteliktedir.

Tutsaklıkta, tredmanı tasarlayanların beklentilerine uygun olarak tükenenler de oluyor ancak biz, bırakalım tükenmeyi, yeniden doğanların, birkaç aya birkaç yıllık kazancı, büyümeyi ve birikimi sığdıranların geleneğinden geliyoruz.

Bu bağlamda Dostoyevski’yi doğrulayarak devam edersek, hapishane bizde/yoldaşlarımızda olsa olsa tutsaklığa dair bilinmezlerin sebep olduğu tereddütleri öldürür, kaygıyı özgüven ve cesaretle değiştirir. Ve bunun yanında yaşama dair, ütopyamızın yaşamın her alanına uygulanabilirliğine dair güzelleştirici nitelikleri meydana çıkarır. Kaldı ki yaşanmakta olan, bir tesadüf ve “kaza” değil bir anlam ve duruş tercihi, bir “göze alma” durumudur. Buradaki kararlılık; “gerçekte özgür kim; tutsak alan mı tutsak alınan mı?” sorusunu gündeme getiriyor.

Ütopya, komün ve donanım

Bugünün dünyasında/koşullarında ütopya sahibi olmak, zirve yapan kötülüklerin alternatifinden haberdar olmaktır; bugünü eleştirmek, alternatifinden haberdar olmak ve geleceği bugüne çağırabilmektir.

Sınıflar mücadelesi tarihinin direnmek kadar alternatif arayışını da içerdiğini söylemek mümkün. Komün, bunun en bilinen/somut biçimidir; Paris’te veya Taksim’de olduğu gibi tecrit altında da mümkündür. Yüzlerce kişinin birbirinin yüzünü görmese de “yüksek güvenlik” koşullarında her şeyini paylaşabilmesi ve yaşanan koşullar üstü yoldaşlaşma, ütopyaların nasıl olması gerektiğine dair en büyük, en öğretici derslerden/pratiklerden biridir.

Kendine yetmek, tek başına kalınca yalnızlık hissi yaşamamak, kuşatılmışken dahi çoğalmanın, sınırlara sığmamanın özgürleştirici duygusunu yaşamak “okul” tanımının ne kadar kapsamlı ve önlenemez bir içeriğinin olduğunun göstergelerindendir.

Daracık hücrelerden düşsel de olsa firar edebilmek, fiziki engellere sığmamak, dışarıda avantaja dönüşecek olan çok önemli bir donanımdır. 4 farklı Nazi kampında kaldıktan sonra dışarı sağlıklı ve motivasyon yüklü olarak çıkan Viktor Frankl’ın dediği gibi mesele yüzleşmedir; tecride karşı geliştirilen duruş tercihidir.

Bir yanıyla da mesele tam da Erich Fromm‘un Yaşama Sanatı’nda “hayat” için dediği duruma benzer. Hapishaneye siz nasıl anlam veriyorsanız, o da size öyle gözükecektir. Benzerini Goethe‘den el alarak söylersek; insan kalbinde ne taşıyorsa, dünyaya (veya hapishaneye) bakınca onu görür.

Anlamın iyileştirici bir gücü vardır.” der Frankl. Anlam bulma ve kazandırma ustası devrimciler için bu, en daracık hücrede bile büyük ufuklar, büyük yollar ve temaslar demektir. Bu, aynı zamanda bir çeşit firar sanatıdır. Twyla Tharp’ın “Sanat, evden çıkmadan evden kaçmanın tek yoludur” fikrinden hareketle söylersek, yaşama ustası olan devrimciler için hücreden çıkmadan hücreden firar mümkündür. Bu da bir özgürleşme biçimidir.

Duvarda bir delik… Genişletmek için çaba harcıyoruz. Elden ele bir demir çubuk dolaşıyor. Herkes birkaç darbe vuruyor duvara. Nefes nefese, ter içinde devam eden bir çaba… Demirin Sertliğinden avuçlarımız patlıyor...”

Bazısı tutsak edildiği hücreyi böyle genişletmeye çalışır. Bazısı da metrekareye aldırmadan geniş bir ufukta, sonsuzlukta YOL alır. Bilir ki önemli olan içinde yaşayıp yürüdüğü hücrenin metrekaresinden çok iç dünyasının metrekaresidir. Dışsal olana başkası müdahale edip belirleyebilir ama içsel olana dokunamaz.

İlk ve en önemli devrimi kendi içinde yapanlar için, bu söylediklerimizin hiçbiri abartılı değildir. Devrimciyseniz bir düşünce, bir amaç için savaşıyorsunuz demektir. İşte bu düşünceyi, bu amacı, bu değerler bütününü kendi yaşamınızda oturtmaktır, içselleştirmektir ilk devrim. Sonrasında “gardiyanını kıskandıran mahpusa” dönüşmek işten bile değildir. Hücredekinin özgürlük hissi yaşayabilmesi bununla doğrudan ilintilidir.

Tutsaklıkta çare ve edebiyat

Tutsaklıkla beraber, insanın çare üretme yeteneği, etrafına örülen sınırlarla adeta sıfırlanmak istenir. Bu şekilde yaşaması istenir. Halbuki, tutsaklıkta yaşam, buna rağmen çare üretebilmektir. Diğer bir ifadeyle, bir tutsak, çare üretebildiği oranda yaşar. Burada çareden kasıt, sadece parmaklıkların dışına çıkabilmek değildir. Hayatın öne çıkardığı sorunlara dair, tutsaklığa rağmen çare üretebilmektir. Bu nedenle, dışarıdaki hayatın içinde rol alabilmek, olumsuz olduğuna inanılan bir gidişatı önleyebilmek vb. yöntemler kendini çaresiz hissetmemek için, sanıldığından da önemlidir. Hatta F’nin (veya bir başka harfli hücrenin) daraltıcı niteliği arttığı oranda çarelerden biri de edebiyattır.

Mahpusluk ile edebiyat arasında yakın bir ilişki olduğunu bir yığın nedenle biliriz. Kimisi şiirini yazar tutsaklığın, kimi romanını. Kimi de bizzat hayatın içinde içerilmiş haldeki tutsaklığı ifade eder. Özellikle dışarıdaki hapishanenin anlatılması görünmez parmaklıkların, gardiyanların görünür kılınması çok değerli ve işlevlidir.

Yaygınlaşan ve hayatın kılcallarına kadar sinen kapitalizme karşı direnişin boyutlarından biri de alternatif dünyada ısrardır. Çünkü bu aynı zamanda bir değerler savaşıdır. Tutsaklığın her günü bir öykü, her anı bir şiirdir. Yazılanlar bunun küçük bir dilimidir.

F tipini anlayarak, yaşayarak ve hakkını vererek anlattığınızda söylediğiniz her şey şiirdir.
Yaşananların bütünüyle anlatılması olanaksızdır. Çünkü yaşananlar büyük ölçüde ruhsal denizin dalgaları biçimindedir. O denizi bütünüyle kapsayıp anlatmak imkansıza yakındır. Bu nedenle, bir tutsağın anlattıkları her zaman sadece dipnotudur yaşadıklarının.

Oscar Wilde, hapishanede zamanı “acının kalp atışlarıyla” ölçer. Stefan Zweig, hiçliğin içine yerleştirilenlerden bahseder. Dostoyevski, hapishaneye “ölüler evi” adını koyar. Ama yukarıda da belirttiğimiz gibi bir ödül olarak görür. Çernişevski, kendisinden önce sorulmuş pek çok soruya hapishanede Nasıl Yapmalı‘da yanıt verir. Nazım, tüm yazdıkları ve söyledikleriyle tutsaklık için bir deneyim dağı, şiirsel bir ansiklopedidir. Ve bütün bunlar elbette ki önemlidir. Ancak her tutsağın kendi defteri, deneyim kapasitesi ve iç dünyasında biriken yazılmamış-söylenmemiş hazinesi vardır. Bu hazine korunur ve doğru değerlendirilebilirse artıları ömür boyu varlığını sürdürür; kavgada da yaşamda da sevdada da…

14.05.2024

Erdoğan Ateşin

Profilinizi oluşturmak için, biraz hayat hikayenizi anlatın. Bu alan, herkesçe görünebilir.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

Başa dön tuşu