Genel

Burjuva amnezisi (bir burjuvanın tersine dünyası” -2)1

“Amnezi”, bir insanın hafızası ile ilgili bir hastalık türüdür;

Mahir Konuk / 07.05.2024

“Amnezi”, bir insanın hafızası ile ilgili bir hastalık türüdür; daha çok beyin hücrelerinin dejenerasyonu sonucu olarak ortaya çıkan ve öyle tanımlanan “Alzheimer” hastalığından başka klinik nedenleri (kafa travması gibi) ve tanımı olan bir hastalık türü… “Amnezik” yani amnezi hastalığına yakalanmış olan birey yeni şeyleri öğrenmede ve eski şeyleri tam olarak hatırlamakta büyük güçlükler çekecektir. Biz burada, bu hastalığın klinik nedenleri ve tedavi biçimleri üzerine bilgi vermeyeceğiz; zaten ne böyle bir amacımız bulunmakta ne de bunu göze alacak bilgi ve formasyona sahibiz. Amacımız, haddimiz bilerek tıp bilimi çıkışlı olan bir kavram olan “amnezi” teriminin, toplum veya insan bilimi alanına uygulanabilecek şekilde çok genel bir tanımını yapmaya çalışarak başka içeriklere uygun düştüğü şekilde yeni bir uygulama alanına uygulanabilir hale getirmek; tıpkı Fransızca gibi bazı dillerde bu şekilde bu şekilde mecazi bir uygulamaya tabi tutulduğu gibi. Biz bu egzersizi daha önce, “oluş” kavramını, evrenbilim alanında tanımlandığı biçimden ödünç alıp genelleştirerek toplum bilim alanın içeriğine uygulayacak bir hale getirmeye çalışarak “OLUŞ SORUNU” adlı kitabımızda gerçekleştirmiştik. (Bkz. OLUŞ SORUNU, El yayınları, 2021)

Bu durumda biz amneziyi en genel biçimiyle bireyin algılama faaliyetinde zaman-mekan organizasyonunda karşılaştığı düzensizlik, olguların ve nesnelerin ilişkisini doğru veya yerinde bir şekilde kuramamak olarak tanımlayabiliriz. Söz konusu olan, öznenin “dış dünyası” olarak belirlenen alanda cereyan eden olguların ve nesnelerin arasındaki doğal ilişkilerin aklı ile onları gözlemleyen bireyin bu ilişkileri kavrarken seferber ettiği akıl arasında bir uyuşmazlık veya örtüşmezliğin baş göstermiş olmasıdır. Sonuç itibariyle, algı faaliyeti içinde olan birey olgu ve nesneleri algılayabilse de, tıp alanında gözlemlenen nedenlerden daha bambaşka nedenlerden dolayı amnezi yaşayabilecektir. Algılayanın ideolojik saplantıları, onun bütün faaliyetini az veya çok yönlendiren kültürel ve toplumsal alışkanlıkları, kişinin bu alışkanlıkları doğuran toplumsal –sınıfsal- ve siyasi yapılanmalarda yer aldığı konum gibi faktörler, “şeylerin düzeni” ile bireyin kendi “reprezantasyonları” (betimlemeleri) arasında oluşacak olan uyuşmazlığın nedenleri olarak aynı zamanda “amnezi” halini doğuran nedenler olarak kendilerini empoze edebilecektir.

Bizim bu yazıda ele alacağımız konu, E. Todd’un kendi öğretisi üzerinden ortaya koyduğu ve istisnasız “burjuva bilim insanı” tanımlamasına giren ve çeşitli bilim dallarında faaliyet gösteren herkesin sergilediği amnezik hallerin tespit edilmesi ile ilgili olacaktır. Bir önceki yazımızda da altını çizerek belirttiğimiz gibi, bir burjuva bilim insanının dış dünyadaki olguları algılamakta “kendiliğinden materyalist” olarak –örneğin Todd’un öğretisinde- bir sorunu bulunmamaktadır; aksine antropolog tarihçimiz bizlere devşirilmesi çok büyük emeklere mal olmuş olduğu açık olan olgular yığını sumaktadır. Sorun, tespit edilen bu tek tek olguların zaman mekanda kendi aralarında sahip oldukları ilişkilerin doğru bir şekilde yani aslına uygun olarak değerlendirilip değerlendirilmediğine bağlı olarak ortaya çıkacaktır. “Doğru ilişkilendirme” eyleminden kastımız; olguların içeriklerine uygun anlamlandırma ve tanımlamaların nesnel gerçeklik prensibine sadık kalacak bir şekilde yapılıp yapılmadığı ve oluşturulan olgular dizininin zaman içinde sürekli bir oluş halini dikkate alıp almadığı noktasında düğümlenmektedir.

Çalışmamızın bu bölümünde E. Todd’un, önceden sorguladığımız ve daha çok metodoloji konusuna giren görüş ve yöntemlerini ele alıp irdeleyeceğiz. Antropoloğumuzu “amnezik” bir burjuva yapan yan da zaten onun metodolojisi üzerinden kendisini en belirgin şekilde dışa vurmaktadır. Ama öncelikle belirtmemiz gerekmektedir ki o, bu alanda da bize işimizi kolaylaştıracak verileri, bir burjuvanın olaylara bakışında ve onları yorumlamada karşılaştığı bütün handikapları büyük bir açık-seçiklikle ve sermayenin iktidarının hizmetinde olmasının ona kazandırdığı büyük bir özgüvenle “yarı çiğnenmiş” bir şekilde vermektedir. Bunun için ona teşekkür borçlu olduğumuzu belirtmemiz gerekmektedir.

Fildişi kulenin mahpusu

”Fildişi kule” terimi ancak bir ülkenin okumuş yazmış elitinin yani “entelijansiyasının” kabul edilebileceği bir makama işaret eder. Türkiye’de “entelijansiya” terimini en çok sahiplenen ve kullanan düşünürlerden birisi, daha çok “muhafazakar” burjuvaların yere göğe sığdıramadığı Cemil Meriç’tir. (Bkz. “Bu Ülke” ve “Susam ve Zambaklar” adlı kitapları) Ona göre “fildişi kulenin” sakinleri, “eğitim görmüşler” kategorisinde yer alanlar olarak, oligarşik bir ayrıcalık sahibi de olmaktadırlar: C. Meriç’in yaptığı tanıma göre entelijansiya “toplumsaldır” ama “sınıfsal” değildir; fildişi kuleye girmek Weberci anlamda bir sahiplenme ve sahip olma eyleminin soncunda mümkün olabilecektir: “Geçmişin” sahiplenmesi ve daha da önemlisi “ideal-tipik” kişiler olarak bu geçmişin mirasının sahibi olmaya hak kazanmış olmak (meritokrasi). Bir nahiye memurunun oğlu olan Cemil Meriç’in kendi yaptığı ve sınıflar üstü bir gerçeklik atfettiği bu tanımlamaya belki kendisi “ideal-tipik” bir örnek olarak sokulabilecektir. İlk yazımızda söz konusu ettiğimiz ve “Laurel-Hardy”2 diye adlandırdığımız iki bilim insanı için ise durum daha değişiktir: Onlar, “her şeyi bilenler” ve daha da önemlisi öncelikle ana-babalarının mirasçıları olarak, kendi kendilerini adeta bir “doğal rezidan” imişler gibi fildişi bir kuleye hapsetmeden önce, bu özelliklerinin hikmetini tipik birer burjuva olmalarına bağlamaktadırlar. Bu durumda yaşanmış iki örnekten çıkarak şu soru gündeme gelecektir: Peki ama Weber öğretisinin sunduğu ideolojik tabiatlı okuma kılavuzunun ötesinde bunlardan hangisi toplumsal olguların kendi nesnel aklına daha yakın? Bu seçim kendini burjuvalaşmaya adamış biriyle, gerçek iki burjuvadan hangisinin daha “burjuva” olduğunu tespite benzemektedir: Tabii ki Laurel-Hardy çifti ve onlarla sınıf kardeşliği içinde olan E. Todd!

C. Meriç, kendisini “göğün 7. Katında” olduğunu hayal ettiği fildişi kuleye hapsederek, yaşanmakta olan nesnel tabiatlı toplumsal gerçeklere mesafeli olarak bakmakta ve bu gerçekleri kendi “hapishanesinin” düşünce ve kavramlarına uydurmaya çalışmaktadır. Bizim burjuva kökenli olan ve bu yüzden “her şeyi bilen” Laurel-Hardy’lerimiz için durum daha değişiktir. Onlar sonuçta aynı işlemi ama başka türlü yapmaktadırlar. Onların hapishaneleri hemen burada olan “aile dünyalarına” kayıtlıdır; fildişi kuleleri ise bu “özel hayatlarında” kişisel başarılarının depolandığı bir tek hücre gibidir, tıpkı “aile dünyalarının” burjuva sınıfında miras intikalinin yapıldığı hücre anlamına geldiği gibi… Bunun yanında her iki burjuvalaşma tarzı arasında itiş-kakışların dışında aşılmaz duvarlar da C. Meriç’in abartmaya bayıldığı gibi bulunmamaktadır: Toplumsal gerçekleri kendi orijinallikleri içinde gözlemleyip tanımlamak yerine, onların deforme edilmiş biçimlerini koymaktalar.

Böylece “bilimsel bilgiyi” burjuva tarzda sahiplenmenin iki biçimi olduğunu tespit etmiş olduk. C. Meriç gibilerinin tarzının diğerlerinkine göre en önemli özelliği, bilgiyi sahiplenmenin bu işlemi başarıyla gerçekleştirenleri toplumsal hiyerarşide “altta” olan sınıf veya tabakalardan “üstte” bulunan sınıf ve tabakalara taşıma özelliğine sahip olmasıdır. Bu işlemin diğer adı “sınıf atlamak”, örneğin küçük bir memur çocuğu iken kısa zamanda kendisine burjuvazinin kapılarının ardına kadar açılabilmesi, olmaktadır. Böylece “bilimsel bilgi”, sahiplenilen bir şey olmaktan çıkarak “sahip olunan” yani bir meta imiş gibi alınıp satılan ve aile yapısı içinde miras olarak kuşaktan kuşağa aktarılan bir “mal” haline de getirilmiş olmaktadır. Bu sürece biz “bilginin toplumsallaşarak zaman ve mekan içinde aktarılması süreci” demekteyiz. (Bkz. “Yol Ayrımı”, El yayınları, 2024) Bu şekilde toplumsallaşarak “burjuvalaşan” bilgi, herhangi bir değer taşıyabilmesi için “meta olma” yani kapitalist pazara uygun olmak durumundadır. İşte bu “metalaşma” sürecine uygunluk nedeniyledir ki, olguların yani şeylerin aklı ile, kapitalist pazara endeksli bir burjuva bilim adamının aklının örtüşmemesi ve ortaya çıkan ürünlerin başka başka olması kendisini dayatmaktadır. Dolayısıyla biz, bir burjuva toplumunda sirkülasyonda olan bir bilginin bilimsellik niteliğinin onu “fildişinden yapılmış kuleye” hapsedilmesiyle korunamayacağını; onun bir “patrimoine” yani aile içinde aktarılan bir miras (E. Todd) olarak değerlendirilmesinin olgusal gerçekliğe daha yakın olduğunu söylerken bunu ifade etmekteyiz.

“Denge ve Devrim” adlı çalışmamızda (2018) emekçi sınıfından gelen ama okuldaki başarıları sayesinde burjuva sınıfının kapısına dayanmış genç bireylerin yaşam çizgilerini ele almış ve onların davranış çizgileri ile ilgili gözlem ve düşüncelerimizi anlatmıştık. Aynı tipteki popülasyon üzerinde araştırmalar yürüten Fransız “klinisyen-sosyolog V. De Gaulejac, “sınıf değiştiren” bireylerin kendi içselliklerinde de yaşadıkları “sınıfsal” çelişkilerin nasıl “kimliksel çelişkiye” dönüştüğünü göstermiş ve kendisini “ruhsal sorunlar” olarak ne şekilde ifade ettiğini açıklamaya çalışmıştır. ( Bkz. “La lutte des Places” (Mevki Savaşları) ve “la Nevrose de classe” (Sınıf nevrozu) adlı eserleri) Bizim alan araştırmalarından çıkardığımız sonuca göre, içinde yaşadığımız toplumsal ve tarihsel altüst koşullarında aynı popülasyonun içinden iki davranış çizgisi (bireyci ve toplumsallaşmacı) ve dört kimliksel yapılanma biçimi (cemaat-sınıf, aile, okul ve cemiyet) gözlemlenmektedir. “Okul” –toplumsallaşmacı çizgi- üzerinden gerçekleştirilen kimliksel yapılanma, eğitim ve öğrenimle birlikte bilimsel bilgiyi daha çok “fildişi kuleye” yakıştırırken, “aile” tipi –bireyci çizgi- kimlik yapılanması, her çeşit bilgi ve görgüyü “toplumsal başarı” veya “sınıf atlamanın” bir enstrümanı olarak değerlendirmektedirler.

Sonuç itibariyle, yakın tarih içinde Türkiye’de olduğu gibi Fransa’da da sermayenin yönlendirdiği eğitimin ve öğrenimin metalaştırılması ve bireyci aile yapılanmaları üzerinden eğitilen bireylerin ideolojik ve siyasi formasyonlarının burjuvazinin sınıf hakimiyetinin etki alanına sokulması ve orada tutulması işlevinin başlıca iki biçimde gerçekleştiğini gözlemledik. Bu biçimlerden birincisi ailenin, toplumsal başarının biricik yolu olarak gördükleri “okulda başarının” özel okul ve özel dershanelerden geçtiğine inanmaları –veya inandırılmış olmaları- ve bu yüzden bir çeşit “hisse senedi” alır dibi bu kuruluşlara astronomik meblağlara varan paraları dişlerinden tırnaklarından arttırarak ödemeleri yoludur. Bu biçim eğitim-öğrenimden çok bu faaliyetlerin “eşyalaştırılması” ve böylece burjuva mantalitesine doğru atılan ilk adım niteliğindedir. Fransa şartlarından da yakından tanıdığımız eşyalaştırma ve andoktrinman (ideolojik teslim alış) olayının en somut örneğini biz Türkiye şartlarında, 1980 askeri-faşist darbe ile henüz politika ile tanışmamış genç kuşakların neoliberal ideolojinin kucağına itilmesiyle gözlemledik. Böylesi bir ideolojik savaş biçimi, asker botu altındaki ülkede gerçek emekçi halk muhalefetini çökertmede son derece “masum” göründüğünden, düzene muhalif ana-babaların teslim alınmasında son derece etkili bir rol oynamış bulunmaktadır.

(Neoliberal eğitim, eğitimin finansallaştırılarak bir kamusal hak olmaktan çıkarılıp metalaştırılmasıdır. Böylece eğitim kendini gerçekleştirme ve modern toplumun üretim ilişkilerinin bir parçası olmaktan çıkarılıp, borçlanabilen ve eğitim masraflarını ödeyebilenlerin bir “ayrıcalığı” haline getirilir. Karikatürde solda halk eğitimi altta “özür dilerim kaynak yok” sağda ise “mahkum endüstri kompleksine hoşgeldiniz” yazısı-editör)

İkinci biçim, okulda başarı kazananların böylece yetişkinleşerek aktif toplumsal hayata katılabilir hale geldikten sonraki dönemde olup bitenlerle ilgilidir. Diğer bir deyişle, aktif hayata şu veya bu şekilde katılmış olan yeni kuşakların, yine özel hayatlarını kuşatan aile düzeni enstrümanlaştırılarak bireysel içselliklerinin sermaye düzenine ve burjuva dünya görüşüne uygun bir düzeyde tutulması için yürütülen ideolojik mücadele alanları, birey üzerindeki ikinci ideolojik tahakküm altına alma biçimini göstermektedir. Bu tür bir tahakkümün sağlanması da yine “pasifik” bir tarzda, -eğer her şeye rağmen bir çeşit yerleşik toplum düzenine derinliğine intibak edebilmenin dayattığı adı konulmamış bir zorunluluk haline getirilmesini saymazsak- yürütülmektedir. İlgili bireylerin içinde yaşadığımız toplumsal yapılanmada (kapitalist sistem) ideolojik ve siyasi düzen mühendisinden başka bir şey olmayan bir psikolog veya psikiyatra teslim olması veya edilmesi bu tür “pasifik” olarak kabul gören tarzı temsil etmektedir. Birinci biçimin toplumsal dışsallıkla ilgili olmasının yanında bu biçim “birey içsellik merkezli” olup, psikoloji biliminin günümüzde yoğun bir şekilde yerleşik düzenin siyasi ve ideolojik tahakkümün sağlanmasında çok etkili roller üstlendiğini de göstermektedir. “Kişisel gelişim” ve “yaşam koçluğu” gibi alanlarda faaliyet yürüten kişi ve kuruluşlar günümüzde bu alanda çok önemli roller üstlenmiş durumdadır. Genç kuşaklar için genellikle davranış bilimci okula bağlı olarak yürütülen bu tür “teslim alma ve hapiste tutma” faaliyeti, E. Todd’un kuşağın söz konusu olduğunda “psikanalist ekolün” temsilcileri tarafından yürütülmekteydi:

Psikanaliz, benim kuşağım için resmi doktrin statüsüne sahipti ve bir çeşit içinde ebeveynlere ait tehditkar imajlarla dolu bir akli hapishaneye benzeyen bilinçdışını çağrıştırıyordu. Antropoloji (bunu) şöyle tercüme ediyordu: Güçlü biçimler bireylerin beynine aile tarafından yerleştirilmiştir.”(s.366)

Psikanalizresmi doktrinakli hapishanebilinç dışıantropolojigüçlü biçimleraile… Tam da ileri sürdüğümüz gibi: Bir itiraf gibi olan alıntıdan alınan bütün bu anahtar önermeler bize gerçekte olduğu gibi bir burjuva bilim insanı profili veya bir “robot resmini” çizmek için gerekli olan verileri oluşturmaktadır. Bütün bunlardan adım adım ilerleyen aslına uygun bir hayat hikâyesi çıkarılabilecektir. Şöyle ki;

1) Bir antropolog olarak benim için aynı zamanda bir akli hapishane olan aile hayatım nasıl kurgulanmışsa ben de toplumsal dışsallığımın güçlü biçimlerini bilinç dışı bir şekilde “özel hayatımın” gereklerine göre biçimlendirilmiş haliyle belirlerim;

2) Ancak, toplumsal gerçeklik için benim özel hayatım bütün bireylerin özel hayatlarıyla ilgili olduğundan onunla örtüşemez;

3) Bu durumda benim öznel bireysel içselliğim ile nesnel toplumsal dışsallığım çelişkiye düşer ve ortaya hastalıklı ve ileri sürdüğü öğretinin geçerliliği sorun olan bir bilim insanı çıkar;

4) Tek başına benim altından kalkamayacağım bu zor durumda ise işin içinden ancak kendimi bir divanın üzerine atarak kurtulabilirim. Orada benim için bir “burjuva birey” olarak özel olanı genelleştirmemde bana büyük hizmette bulunabilen psikanaliz ve Freud’un öğretisi nesnel olan toplumsal –sınıfsal- gerçekle olan bütün iç ve dış çelişkilerimi “özelleştirerek” ve “özel hayatımın” çıkarlarına uygun olarak çözümler.

5) Böylece ortaya saçtığım çelişkilerle dolu bütün saçmalamalarım “resmi” bir doktrine dönüştürülecek ve ben bir kere daha kendi sınıfımın yani burjuvazinin iflah olmaz bir neferi olarak işin içinden sıyrılmış olacağım.

Her şeyden önce, yaptığımız alıntıdaki anahtar kelimelerle antropoloğumuzun “bilinçdışısının” kapılarını tek tek açarak gerçekleştirdiğimiz bu “robot-portre”nin, saf ideoloji mahsulü bir kurgusallığın ürünü olmadığının, ileriki bölümlerde getireceğimiz verilerle etraflıca teyit edileceğini okuyucumuzun bilmesini isteriz. Yine de bilinmesi gerekmektedir ki, bir burjuva bilim insanının bilinçdışısını deşerek ortaya koyduğumuz bu hikayenin yerleşik toplumsal düzenin “resmi doktrineri” olarak oyun kurucusu konumundaki psikanalizimin diğer en önemli misyonunun sadece, “ödip kompleksinden” mustarip olduğunu iddia ettiği “hastayı”, onun ruhsal saplantılarını durmadan birbirlerine dönüştürerek ama ortadan kaldırmayı gündeme dahi getirmeyerek rahatlatmak olmadığını belirtmemiz gerekmektedir. Psikanalizm, sorunları birbirlerine dönüştürerek çözülmesini sürekli bir şekilde erteleme işini, resmi ideolojinin gereklerine uygun olarak yüklendiği bir diğer misyonu yerine getirmek üzere gerçekleştirmektedirBu misyon “amnezik” bireyler yaratmak olmaktır. Evet, bizce “hastayı” sürekli bir şekilde geçmişe yani “bilinçaltına” dönmeye Freudçu tarza uygun olarak inatla yönlendirmek, bir yandan bugünü yani bilinçlilik alanını görünmez kılarken, geçmişi sürekli olarak güncelleştirmek de bugünün maddi gerçekliği karşısında onu “amnezik” bir birey haline getirecektir. “Freudçü tarzda” dedik, çünkü bu tarz, bütün “insani gerçekliği” kendini divana teslim ederek şefaat bekleyen “hastanın” özel hayatına indirgeyerek gerçekte sahip olduğu ve varlığının bir diğer parçası haline gelmiş olan toplumsal gerçekliğin önemli bir kısmını (içerik) saf dışı edecektir. Bununla da kalmayıp, hasta konumundaki bireyin hayat çizgisinden (oluş süreci) onun taşıyıcısı olan toplumsallaşmayı çıkararak insani oluşu sadece bireyleşmeye indirgemek. Biz yukarıda “amnezi” olayını en genel biçimiyle zaman-mekan yapılanmasında karşılaşılan kopukluk ve/veya düzensizlik olarak tanımlamamış mıydık? İşte size en burjuvasından bir “amnezi” jeneratörü olan psikanaliz!

Psikanaliz; bireylerin bilinçdışı davranışlarını yani benliğini biçimlendiren ve “güçlü toplumsal biçimlerin” taşıyıcısı olan “aile”den bahsederken, onu sınıfsal merkezli toplumsal gerçekliğin Bourdieu’cü tabirle “röprodüksiyonunun” merkezi konumuna getirmektedir. İnsanlaşma sürecine en az 5 bin yıldan beri damgasını vuran toplumsal sınıflar gerçeği böylece “aile” yapıları içine hapsedilerek onunla ilişkilendirilen “bilinçaltına” veya “bilinçdışına” atılıp görünmez kılınacak, neticede ideolojik ve siyasi misyon yerine getirilerek bir çeşit “amnezik bireyler” oluşturulacaktır. Bu işlevin psikanalizim ve psikanalistlerce nasıl gerçekleştiği konusunda etraflı bilgi sahibi olmak isteyenler G. Deleuze ve F. Guattarie’nin ortaklaşa kaleme aldıkları “Anti-ödip” adlı eserine başvurabileceklerdir. Biz aynı konudaki görüşlerimizi “Denge ve Devrim” adlı çalışmamızda (2018) belirtmiş bulunuyoruz.

Bilimde yaratılan amnezi insanlıktan kopuş belirtisidir.

Sermaye düzeninin “resmi doktrini” olarak psikanaliz, toplumsal gerçekliğin gözlerden ırak tutulmasının biricik yolu değildir. O, kendi misyonunu sınıfsal tabiatlı olan toplumsal gerçekliği bireyin bilinç dışına sürükleyerek yerine getirmektedir. Toplumsal öznelerin kendi gerçeklikleri ile sürekli bir kopuş yaşamaları veya en azından kendi aralarında sermaye düzeninin empoze ettiği “sınıfsal mesafeye” uygun olarak düşünüp davranmaları, psikanalizin tezgahından geçmiş bilim insanlarının eliyle, bilimsel faaliyet esnasında çeşitli biçimlerde gerçekleştirilebilecektir de. E. Todd, bunun bir örneğini “Aile Sistemleri…” adlı yapıtında bize şu şekilde anlatmakta:

Antropolojik kuşaklar, kendi modellerine, ekonomik alandaki başarıları yüzünden olsa gerektir, ayrı görülen Avrupalıları katmayı, onların insanlığın bütününü kuşatan bir yasa içine dahil edilmelerini asla başaramadılar. Bunun, bir bilim olarak antropolojinin başarısızlığının nedeni olduğunu, sahada gerçekleştirilen monografilerin metodolojilerinin tutarlılığına rağmen, düşünmekteyim” (AS, s.22)

Günümüze gelinceye kadar, Marksist olanları saymazsak, Avrupalı antropologların çoğunlukla kendi kıtalarından insanları, “vahşi”, “ilkel”, vb. olarak gördükleri mesela Afrika, Amazon, Polinezya gibi diyarlardaki insan topluluklarını, genel olarak şimdi ve burada olan insanlığın içine katmayı “başardıkları”, ama Avrupalıları katmayı “başaramadıkları” gibi bir olgunun var olduğunun kesinlikle doğru olmadığı kanısındayım. Onların bütün yaptıkları böylesi bir bağlamda şundan ibaret oldu: “Vahşi” olarak adlandırdıkları insan topluluklarında kendi “hayvan olmaya” yakınlıklarını ve çıkardıkları savaşlarda kısa sayılacak zaman aralıklarında milyonlarca insanı katledecek güçteki vahşetlerini aramak. Onları, yani “ilkel” veya “vahşi” olarak ele almakla işe başladıkları insanları, her şeyden önce bu tür arayışların nesneleri olarak görmeleri bile, kendilerinden sadece modern “savaş baltalarının” -yani modern silahların- performansı ile ayrıldıkları3 bu insanları “insanlığın kıyısına” itelemelerinin göstergesi olmaya yeteceği kanısındayız. “Antropolog” cüppesi kuşanmış “beyaz adamın” insan bilimi peşkeş çekerek bütün yaptığı, aslında; 1) Emek-sermaye, ben-öteki, burjuva-emekçi, vb. şeklinde tezahür eden “toplumsal” veya ilişkisel mesafeyi, aynı tabiatlı bir mesafe olan uluslar veya çeşitli insan toplulukları arasındaki mesafeye taşımak. Bir burjuva bilim adamı gerçekleştirdiği bu operasyonu kesinlikle yaptığı gözlemlerin sonucunda devşirdiği “olgulara” dayandırmayı da ihmal etmeyecektir, tıpkı onların “metodolojisini” alkışlayan E. Todd’un yaptığı gibi. 2) Böylece, bütün insanlığı oluşturan ve bir yanlarıyla birbirlerine benzemeyen toplulukları bir bütünde yani insanlaşma sürecinde birleştiren ilişki sistemi yerine, süreçte kopmaları pazarlarken zaman-mekan düzeninde de “amnezi” doğuracak karışıklıklar yaratmak.

Toplumsal sınıflar başta olmak üzere, insan toplulukları arasında mesafe koyuşlar ve zaman içinde kendiliğinden ve çeşitli tabiatlı olarak ortaya çıkmış olan bu toplumsal mesafeleri ideolojik ayrılıklar haline getirerek insanların birbirlerini yok etmesini amaçlayan siyasal çatışmalara dönüştürmek şeklinde tezahür eden durum ile, “bilim insanları” aracılığıyla insanlaşma sürecini sekteye uğratacak şekilde gerçekleştirilmeye çalışılan zaman-mekan düzeninde yaratılan karışıklıklar arasında doğrudan bir ilişki olduğunu düşünmekteyiz. “Eski kuşakların” marifeti olan bu tür, “amnezi” doğurmakla sonuçlanan zaman mekan düzeninde yaratılan karışıklıkların tersi yönde, içinde E. Todd gibilerin de dahil olduğu “yeni kuşak” antropologlarca post-modern tarzda gerçekleştirilen yeni bir biçim daha bulunmaktadır. E. Todd tarafından bu “post-modern” tarzın nasıl gerçekleştirildiği bizim çalışmamızın bütününü kucaklamakta ve ana temalarından birini teşkil etmektedir. Ancak, okuyucuya kendi olaylara bakış yöntemimizi açıklamakta da yardımcı olacağını düşünerek bu biçim hakkında genel bir bilgilendirme yapmayı uygun bulmaktayız.

Aslında kurulan tezgah aynı tezgah, amaç aynı amaçtır: Sermayenin güdümü altında biçimlenen kapitalist sistem içinde “hakim sınıf” konumundaki burjuvazi tarafından gerçekleştiren vahşetin, geçmişe dönük olarak sanki insan türünü belirleyen ana özellikmiş gibi temellendirilmeye çalıştırılarak “normal” kılınması! Ama artık aynı amaca dönük işlemin yönü değiştirilmiş bulunmaktadır. Şöyle ki; yeni kuşak antropologları, artık yeterince teşhir olan ve “vahşet” ihracı olarak özetleyebileceğimiz yöntemi değiştirerek, kendi sınıflarının artık her yaşam alanında adeta yerden fışkırır gibi ortaya çıkan vahşetini uzak geçmişlerindeki “ilkel” diye tanımladıkları insanların “vahşetine” taşıyarak bir çeşit “otantiklik” veya “aslına uygundur” sertifikası almaya çalışmaktadırlar. Ortaya çıkan yeni durumun şematik anlatımı kısaca şu şekilde özetlenebilecektir: Evet, savaş baltalarımızın sizin ilkel aletlerinize göre modern olduğunu ileri sürerek kendimizi sizden ayırarak büyük bir yanlışın ve aptalca bir genellemenin içine düşülmüştü; ama şimdi kendi ördüğümüz bütün ayrılık bu duvarlarını yıkıyoruz ve “yaşasın vahşet, yaşasın vahşi doğan ve, ilkel ve vahşi kalmayı başaran insanlık!”, diyoruz…

Vahşeti Kitab-ı Mukaddesteki “péché originel” (ilk ve varoluşsal günah) haline getirerek insanlaşma sürecinin başına ve sonuna getirme işlemi ile karşı karşıya bulunduğumuz, umarız anlaşılmıştır. Bu durumda, ilkellik ve vahşet insanlığın ilahi nitelikte bir alınyazısı olmaktadır ve böylece ilkelliği ve vahşeti ortadan kaldırmaya yeltenmek, insanlığı ortadan kaldırılması anlamına geldiğinden bir “tabu” olarak görülmeli ve yasaklanmalıdır. Dolayısıyla da “modern insan” diye adlandırılan burjuvanın ilkelliği ve vahşeti kutsanmalı ve başta onun mağdurları emekçi halk kitleleri olmak üzere “mahşer gününe” yani bütün insanlığın ortadan kaldırılması yoluna doğru kurulan kervana bölük bölük katılmalıdır.

(Kapitalist toplum, burjuva sınıfın çeşitli araçlar din, okul, militarizm ve kitle iletişim araçları üzerinden şiddeti normalleştirdiği ve bu yolla insan topluluklarını kendine ve emeğine yabancılaştırdığı bir toplumdur. Savaş karşıtı Full Metal Jacket’da usta yönetmen Kubrick, militarizmin bu alandaki işlevini tartışmaya açmıştı-editör)

Bir antropolog ve tarihçi olarak bütün dünyadaki gelmiş geçmiş aile sistemlerini kendisine araştırma konusu olarak alan yazarımız E. Todd’un antropolojisinin, “Avrupa-merkezci” antropoloji anlayışının iki biçiminden sonuncusunun içine dahil edilebileceğini belirtmiştik. Zaten kendisi de bizim bu iddiamıza sahip çıkmakta ve hatta öncülüğüne soyunacak kadar çok “bilimsel” olan bu biçimi sahiplenmektedir. Bu iddiamızın en somut gerekçesini bize, her iki önemli eserinde de benzer şekilde ileri sürdüğü araştırma hipotezlerinde bizzat kendisi ifade etmiş bulunmaktadır:

Modernleşme sürecindeki farklılıkların geleneksel aile yapılarındaki farklılıklarla açıklanabileceğini gösterme kararlılığı vasıl oldu. Çok basit bir tespit beni bu hipotezin formüle edilmesine götürmüştür: En ileri seviyesinde ulaştığı biçimiyle komünizmin haritası, şaşırtıcı bir şekilde belli bir aile sistemine (“komünoter aile-bn) benziyordu…” (AS, s.13)

Alıntıladığımız bu bir tek paragrafta; toplumsal, siyasi ve onlara bağlı olarak bilimsel boyuta sahip birçok şey anlatılmaktadır: 1) Komünizm denilen şey, yüzlerce yıldır ağırlıklı olarak Asya’da rastlanan “komünoter aile” biçiminin günümüzdeki güncelleşmiş bir biçimidir; yani Marks’ın vazettiği gibi onun ne toplumsal sınıflarla ne de “modern çağ” diye adlandırılarak deforme edilen kapitalist dönemle bir ilişkisi bulunmamaktadır. Diğer bir deyişle, kapitalist-emperyalist dönemde ortaya çıkan komünist devrimlerle “komünoter aile” biçimi arasında doğrudan bir sebep-sonuç ilişkisi olduğundan, komünizm mesela “nükleer aile” yapılanmasının ağırlıkta olduğu Fransa ve İngiltere gibi aynı zamanda kendi içinde de farklılaşmış bulunan Ulus-Devlet yapılarında düşünülemeyecek bir şeydir. 2) Günümüzde görülen, özellikle de milli ve etnik nitelikteki farklılaşmalarda kapitalizmin bir toplumsallık biçimi olarak doğrudan bir müdahalesi bulunmamaktadır; çünkü bu toplumsal sistemin bizzat kendisi de bir nedensellik zinciriyle geçmiş “uzun zaman” formasyonlarından birisi olan “nükleer aile” ile ilişkilenmektedir.

Böylece, mevcut durumu tanımlayan “komünizm” ve “kapitalizm” hallerinin uzun zaman geçmişinin reenkarnasyonundan başka bir şey olmadığı ustaca ilan edilmiş olmaktadır. Eğer antropoloğumuzun derdi, Rusya’nın bugünkü toplumsallaşma sürecinde modern anlamda “komünizme” yatkınlık doğurabilecek karakterdeki geleneksel aile yapısı olan “komünoter aile” tipinin önemli bir “kolaylaştırıcı faktör” olduğunu vurgulamak olsaydı, bizim için önemli bir sorun yaratmazdı. Aynı şekilde, eğer onun derdi, İngiliz ve Fransız Burjuva devrimlerinin gerçekleşmesinde, bireyselleşmenin kolaylaştırıcı bir biçimi olan “nükleer aile” tipinin “katalizör” olabilme özelliği ileri sürülseydi, yine büyük bir sorun yaratmayacaktı. Ama burada doğrudan doğruya geçmiş –hatta uzun geçmiş- zamanla şimdiki zaman arasında doğrudan doğruya sebep-sonuç ilişkisi biçiminde ve dolayısıyla “determinist” (belirleyici) tabiatlı bir ilişki söz konusu edilmektedir. E. Todd, eserlerinde hipotezlerini formüle ederken bu anlayışta olduğunu açık yüreklilikle ifade etmekten de çekinmemektedir:

Bu kitabın merkezi paradoksu, Batının şimdiki zamanını geçmişin derinliklerinde bulmuş olasıdır.” (AS, s. 35)

Alıntıladığımız bu önermenin tam olarak anlaşılması için, “komünoter aile” tipinin “nükleer aile” tipine göre aile yapılanmalarının daha gelişmiş bir biçimine karşı geldiğinin bilinmesi gerekmektedir. Bu durumda, toplumbilimcimize göre, toplumsallığın en modern ve üst biçimine tekabül eden burjuva toplumunun, en ilkel (ve vahşi) aile yapılanması olan “nükleer aile” yapılarına geri dönüş ile belirlenmiş olmasının, bizce şu anlamları bulunmaktadır: 1) Burjuva toplumu insanlaşmanın başlangıcına kayıtlı “orijinel” (köksel) yapılanmayı temsil ederken oradaki ilkelliğin de temsilcisi olmaktadır; dolayısıyla, “burjuva olan” en ilkel olduğu oranda en mükemmel olandır. 2) Bu durumda, insanlığın kaderini Marksist ve Komünistlerin yaptığı gibi gelecek zamanlarda aramanın bir anlamı bulunmamaktadırçünkü “modern” olan ilkel ve vahşi olandırburjuva olmak ve burjuva kalmak insan olmak için yeterli olacaktır. 3) Sonuç olarak, uzak geçmişe dair her toplumsal oluşumla birleşebilmek için, doğrusal bir çizgi izleyen zaman-mekan yapılanmasını terk etmek ve geçmişle şimdiki zaman arasında simetri arayan bir zaman-mekan anlayışına geçmek gerekmektedir.

Böylece, eski kuşakların anlayışına uygun olarak modernizmin simgesi “Avrupa” ile farklı geçmişlere bağlı olmadan gelen ayrılıklar giderilmiş olacaktır ve Todd’un sözcülüğünü yaptığı yeni bir antropolojik tarzın önü açılmış olacak, artık kimse “Avrupa merkezci” olmak gibi bir suçlamaya maruz kalmamış olacaktır. Toplumbilimcimiz bu durumu büyük bir özgüvenle şöyle izah etmektedir:

Beni mutlu eden, aile yapıları spesiyalistliğinden oluşan kariyerimi, dünyanın bütün halklarını bir tek tarihte birleştirmem ve otuz yıl öncesine kadar insan grupları arasında geçici olarak varsaydığım sınırları ortadan kaldırmam oldu.” (AS, s. 16)

Acaba, 30 yıl öncesinden yani aşağı yukarı SSCB’nin dağılmasına denk düşen tarihlerden bugüne kadar değişen ne oldu? Dünyanın bütün halkları, Fransa’nın milli bayramı olan ve kraliyetin hapishanesi Bastille kalesinin Parisli devrimcilerce ele geçirilmesini simgeleye “14 Juillet” (14 Temmuz) bayramında düzenlenen balolarda olduğu gibi huşu içinde birbirlerini dansa mı davet etti? Yoksa küresel sermayenin yönlendirdiği devletler, Ekim Devrimi öncesi ve sonrasında olduğu gibi, askerlerinin kardeşleşerek birbirlerine sarıldıklarına mı sahne oldu? Söyleyelim: Avrupa’dan başlamak üzere dünyanın bütün ülkelerinde ikame ettirilen liberal faşist diktatörlüklerin yerden mantar biter gibi siyasi iktidara oturması ile birlikte, küreselleşmiş kapitalizmin bütün dünyayı saran hükümranlığının ilan edilmesi…

Eğer, biraz ilerde ele alıp incelemeye yatıracağımız gibi, toplumbilimcimizin kendi öğretisini “bilinçaltı” ve “bilinçdışı” gibi kavramlara dayandırdığını bilmeseydik ve onun akıl yürütme biçiminin tıpkı küreselcilerin ve liberal faşist siyasetin taptığı gibi neoliberal ideolojinin bir diğer versiyonu olan post-modernizmin bütün özelliklerini yansıttığını tespit etmeseydik, “niçin olmasın” deyip geçebilirdik, tabii ki. Ama bu mümkün olamamaktadır; çünkü: 1) Alıntılardan da rahatlıkla çıkarılabileceği üzere, öğretinin zaman yapılanmasında “gelecek zaman” kesitine dair hiç yer bulunmamaktadır; zaman, şimdiki ile uzak geçmiş aralığında sıkıştırılıp hapsedilerek “kompakt” hale getirilmiş bulunmaktadır. 2) Post-modern zamanı belirleyen “modern” olduğu belirtilen şimdiki zamanlar ile, ilkelliği ve vahşeti anımsatan uzun geçmiş zamanlar sanki artarda değil de yan yana şeylermiş gibi takdim edilerek aralarında birinin diğerinin varlığını aynılaştıracak şekilde simetrik bir ilişki kurulmaktadır. 3) Ölü zamanları temsil eden (zombi) uzak geçmiş ile yaşanmakta olan hayatı temsil eden şimdiki zaman arasında kurulan simetri, ölüm ile hayatı yeni yaşam biçimlerine gebe bırakan bir çelişkiler yumağının iki bileşeni olmaktan çıkararak, hayatın devamını (geleceğini) ölüme bağlayan bir anlayışın ürünü olmaktadır. 3) Neoliberal ideolojinin gerçekliğini yansıttığı oranda, Todd’un öğretisi de bir “ceset kokan sistem” haline dönüşen kapitalizmin günümüzde aldığı biçime uygunluğunun yanında, bir yok etme-yok olma siyaseti olan liberal faşist diktatörlüklerin ruhuna uygun düşmektedir.

İyi ama diyecektir okurlarımız, bize E. Todd gibi buralarda adı sanı pek bilinmeyen bu insan bilimciyi tanıtırken onun siyaseten “ulusalcı” (“souvreniste” yani bağımsızlıkçı) veya “Ulus-Devletçi” birisi olduğunu söylemiştiniz; o halde sizin bu sözleriniz tam bir çelişkili durum oluşturmuyor mu? Evet, ortada bir çelişkinin bulunduğu, bir olgu tespiti olarak kesinle yerinde bir tespit olmaktadır. Ama bu çelişki bizim bir çelişkimiz olmayıp, hangi milliyeti temsil ederse etsin kendine “Ulusalcı” politikayı yakıştıran herkesin kendi iç çelişkisi olmaktadır. Biz senelerdir, “Küresel kapitalizm” denilen şeyin emperyalist-kapitalizmin, onun ise serbest rekabetçi kapitalizmin doğal ve kaçınılmaz sonucu olduğuna işaret ettik. Bu biçimlerin, “kapitalist sistemin” zaman mekan içinde şekilde farklılıklar gösteren biçimler olduğunu belirttik. Sonuç itibariyle, sermaye tarafından yönlendirilen her tip Ulusalcının kendini her ne kadar “modernist” olarak tanımlamış olsa da “post-modernizme” karşı “bilinçaltında” (Todd) cereyan eden bir gizli aşk yaşadığı da bir vakıadır. Sapına kadar –demokratik veya değil- bir “Devletçi” olarak doğan ve liberal faşistler gibi Devletçi ölmeye kararlı olan bir Ulusalcının günümüzün Türkiye ve Fransa’sında olduğu gibi onlarcasının “imam nikahı” ile birlikte olmaktan çekinmedikleri bir vakıa değil midir? O halde, bir burjuva olarak aynı toprağın insanı olan bir Todd’un eyleminin başka ve söyleminin ise bambaşka olmasında hiçbir şaşılacak yanın olmadığı açık seçik bir olgu olarak ortada olan bir şey değil midir? Bizim baştan beri bütün yaptığımız; onun bir “burjuva” olmaktan kaynaklanan bu tür varoluşsal çelişkilerini ortaya çıkarmak ve onun yolu olan “ulusalcılığın” ceset kokan kapitalizmin çıkmazına açıldığını göstermekten başka bir şey oldu mu? Kapitalist sistem içinde kalmaya devam ederek, “küresel kapitalizmden” bir çıkış yolu aramanın beyhude bir iş olduğunu, çıkış yolunun neoliberal ideoloji ve siyasetin tehdit ettiği insanlaşmanın yolu yani evrendeki insan varlığı ile birlikte bütün toplumsal değerleri yaratan “emeğin yolu” olabileceğine işaret etmedik mi?

Amnezi ve şeylerin hayaleti

Beyinsel fonksiyonları yerinde görünen E. Todd gibi kendi türünde bir seçkinlik kazanmış burjuva bilim insanına özgü amnezi halinin kendisini bir zaman mekan deformasyonu, nesnel ilişki kopukluğu ve dış dünyanın tersyüz edilmesi şeklinde ifade ettiğini belirtmiştik. Ve ilave etmiştik ki; söz konusu olan “bilim insanı” bizim antropoloğumuz gibi radikal bir “Modernist” ve “Ulusalcı” görünüp de “bilinçaltı” vahim bir şekilde neoliberalizm tarafından işgale uğramış biriyse, nesnel toplumsal gerçekliğin yerine kurgu ürünü “şeylerin hayaletlerinden” oluşan bir ucubeyi de geçirebilmektedirler. Bu durumda, böylesi bilim insanlarının sadece kendileri “amnezik” olmakla kalmaz, kendi amnezilerini öğretileri üzerinden okurlarına da bulaştırabilmektedirler. E. Todd’un öğretisi bu durumun aynı zamanda itiraf niteliği taşıyan birçok örneği ile doludur. İşte bunlardan birisi daha:

Burada tarihi antropolojik bir bakış açısıyla ele alacağım, ancak hemen belirtmem gerekiyor ki bunun nedeni hiçbir şekilde ekonomiyi küçük görmüş olmam değildir: iktidar yanlılarının, üniversitelerin ve bankanın fedailerinin ekonomide sıfır çekmiş olmaları bizi ekonomik analizi bir tarafa atmaya götürmemelidir. Her zaman faydalı olan akılcı birey, yani şu meşhur egoist homo oeuconomicus postulatını (önermesini) akılda tutalım, ama unutmayalım ki homo oeuconomicus’un asla boşlukta hareket etmemektedir, kapasitelerinin gruplanmalar, aile, din ve eğitim tarafından belirlenmektedir.” (s.13)

İleri süreceğim yapılanmalar sıradan ve aleni şeylerdir; ama yine de kabul etmemiz gerekecek ki bu yapılanmalar, insanların davranışında ekonomiden bile daha belirleyici olmaktadırlar. Bu yapılanmalar, homo sapiensin hayatının bir anlamı olmasını sağlayan “bir gruba bağlı olmanın” geç kalmış ve aktüel olan biçimlerini temsil eden eğitim, din, aile ve nihayetinde ulustur” (s.12)

Anlaşıldı; bir “uzun zaman ölçeğinin” (Ecole des Annales) antropoloğu olarak siz, önce insanlaşma süreci ve buna bağlı olarak da zaman mekan içinde ortaya çıkan “yapılanmalar” ve nihayetinde de süreklilik kazanmış toplumsallık biçimleri ile ilgileniyorsunuz. Ve hem de bu işi, Batının derinlere kök salmış iflasından geri dönülmesi için neoliberal düşünür, ekonomist ve siyaset insanlarına kızgınlığınızdan yapıyorsunuz. Evet, bütün bunları gayet iyi anlamış bulunuyoruz. Niçin olmasın? Biz kimsenin niyetiyle değil ama bizi de herkes gibi yakından ilgilendirdiği kadarıyla yaptığı işlerin “bilime” yakınlık ve uzaklıklarıyla ilgileniyoruz sadece. Hal böyle olduğunda karşımıza söylediklerinizle ilgili bir sürü sorun çıkmakta:

Azizim, sizin insanlaşma ölçeğinde saydığınız diğer faaliyet alanları gibi (eğitim, din, aile, ulus) temel bir varlık ve faaliyet alanı olan ekonomi ile yani insanlaşma sürecinin başından beri insanın kendi varlığını (ve insani dünyayı) sürekli bir şekilde yeniden üretmesi ile ne gibi bir sorununuz bulunmaktadır? Sizin Marksist ekonomik anlayışla, yani üretim faaliyeti sadece insan için gerekli ihtiyaç maddelerini üretirken, aynı zamanda kendi dünyasındaki saydığınız diğer toplumsallaşma biçimlerini de üretir anlayışıyla, bütün burjuvalar gibi büyük bir sorununuz var diyelim. İyi ama hiç olmazsa “ekonomik faaliyet” alanını da diğer varlık ve faaliyet alanı gibi insanlaşma sürecine müdahil olan faaliyet alanlarından birisi olarak görseydiniz bari. Nedir o öyle, insanlaşma sürecinin ilk adımı olan üretim faaliyetini “akılcı birey, yani şu meşhur egoist homo oeuconomicus” faaliyetine indirgemeler? Yoksa siz, üretim veya “ekonomik” faaliyeti, karikatürünü çizdiğiniz ama adını zikretmeye utandığınız kapitalist sermayedarların tekelinde olan, onlar olmazsa gerçekleşemeyecek bir faaliyet alanı olarak mı görüp göstermektesiniz? Ne o, önünüze gelen “iktidar yanlılarını, üniversitelerin ve bankanın fedailerini” fırçalarken takındığınız tavır, bütün “Ulusalcı” zevatta benzerini gördüğümüz “dostlar alışverişte görsün” tavrı mı?

Evet, sizin bu keskin eleştirel bir hava yaratan tavrınız sadece göstermelik! Bu tür manevralara girişmenizin nedeni, antropolojinin eleştiri alanından olduğu gibi, okuyucularınızın algılama alanından “kapitalist sistemi”, “sermaye egemenliğini” yaşadığımız ekonomik, siyasal ve toplumsal felaketlerin ortaya çıkmasında ve sürdürülmesindeki yerinin sorgulanmasının önüne geçmek. Eğer böyle olmasaydı, doğrudan eleştiri masasına yatırdığımız iki eserde de, kapitalizmin bir üretim biçimi ve kapitalist sistemin bir toplumsallaşma biçimi olarak ortaya çıkan sorunlarla olumlu veya olumsuz anlamda ilişkilendirilmesine şahit olmaz mıydık? Hani bu gidişle elinizden gelse veya gücünüz yetse “ekonomik” faaliyetin antropolojinin araştırma alanına sokulmaması, daha doğrusu oradan atılmasını bile gündeme getireceksiniz. Dahası, köleci veya feodal üretim sistemlerini bile ayrı antropolojik yapılanmalar veya biçimler olarak ele almamanız, bunun yerine sadece “ekonomiden” bahsedip geçiştirmeniz, insanlaşmanın yolunu izleyen ekonomik veya üretim faaliyetini genel olarak insan varlığının zaman mekan yapılanmasının da dışına atacaksınız.

Gerçi sizin bütün ekonomik faaliyeti kapitalist sermayenin faaliyetine bağladığınızı gayet iyi biliyor, ve fırça attığınız zevatın sermayedarlar sınıfına yaptıkları hizmetlerde kusur ettiğini söylemekle ona yeni çıkış yolları öneriyorsunuz. Bunu anladık ama biz en azından okuyucuları uyarmak üzere tekrarlayalım: Sermaye ve onun şakşakçılığını yapan neoliberaller, bu “küreselleşme” işini, yani onların tabiriyle “ekonomiyi düzeltme” işini, sistem içinde kalarak çözmenin hiçbir başka yolunun kalmadığını gayet iyi bilerek, “kapitalist sistemin” bir karadeliğe dönüştüğünü gayet iyi görerek ve sırf onun yok oluşunu zaman ve mekan içinde ertelemek üzere yapıyorlar. Sizin, bireyin “bir gruba bağlı olmanın geç kalmış ve aktüel olan biçimlerini temsil eden eğitim, din, aile ve nihayetinde ulus” gibi sanki Amerika’yı yeniden keşfediyormuşçasına ve yeni bir çözüm olarak birer joker olarak ileri sürdüğünüz toplumsal biçimleri, sermayenin hareketlerine payanda olsun diye asırlardır oluşturup kullananlar da, artık iş görmez hale geldiklerinde çöplüğe atmakta zerrece tereddüt etmeyenler de, yine onlardır…

Sizin bize önerdiğiniz, insanlığın belli dönemlerinde ve üretim faaliyetinin gelişim düzeyine bağlı olarak ortaya çıkan ve maddi hayatın gerekliğini yerine getiren varlık alanlarındaki toplumsal yapılanmaların devreye sokularak sorunlara çare aranması düşüncesi, bütün bir tarihsel üretim sisteminin çöktüğü günümüzde bir ölüye makyaj yapılarak onu hayata geri döndürmeye inanmaya davet etmek kadar ve oyalamadan başka bir işlevi olmayan bir düşünüş şeklidir. Yani sizin yaptığınız, bu toplumsal yapılanmalardan üretim yapmadan, ancak üretim faaliyetinde elde edilebilecek bir şeyi yerine getirmelerini beklemek, onların bu işi başarabilecekleri hayalini yaratmak anlamına gelmemektedir. İyi ama bu hayaletlerden veya cinlerden şefaat beklemek anlamına gelmemekte midir? Cevabımız kesinlikle bu şekilde olacak: Bir “Ulusalcı” olarak –tıpkı günümüzdeki bütün “Ulusalcılar” gibi- sizin yaptığınız; küreselci neoliberallerin iş görmez politikalarına payanda olmak üzere, bütün yakıtını tüketmiş bir toplumsal sistemi, toplumsal faaliyet alanlarını harekete geçirmek yoluyla bireylerin hala var olan hayat enerjisini -kısa bir sürede tükeneceğini bile bile- siteme pompalayarak onu ayakta tutmaya çabalamaktan ibarettir.

Size tavsiyemiz, sermaye düzeniyle de, kapitalist sistemle de bir an önce vedalaşmanız. Son sözü tarihte benzer durumlarda olduğu gibi bu sefer de emek-sermaye çelişkisi ve sınıf mücadelesi çözecektir, göreceksiniz. Sizin keskin keskin M. Weber kokan ve çok bilindik önerileriniz Fransa’da yarım asırdan beri karşı devrimciliği ve emek ve emekçi düşmanlığıyla ünlü A. Touraine gibi tipler tarafından savunuldu ve siyaseten denendi ama ortaya sonuç olarak sizin sahiplenmeye bile utandığınız ucube bir yaratık olan Macron çıktı, görüyorsunuz işte… Aynı neoliberal anlayışın izini takip edip onun eksik ve gediklerini onarmaya çalışıyorsunuz: Evet, sizin çıkış yolu diye önerdiğiniz şeyle neoliberal ideoloji arasında önemli bir anlayış farkı bulunmamaktadır. Yine aynı şekilde Türkiye’de de, sizin anlayışınız ve çözüm öneriniz, “siyasal İslamcı” liberal faşist bir parti tarafından ve sağcısı ve solcusuyla bütün neoliberallerin, ırkçı-milliyetçi ve Ulusalcı kesimlerin desteğiyle çeyrek aşıra yakın bir süredir uygulama alanı buldu. “Kariyer sahibi” olan eski solcuların canhıraş desteğine rağmen alınan sonuç son seçimlerde yaşanan büyük bir hüsranla yenilgiye dönüştü. Artık “İslam dinini” sizin öğütlediğiniz gibi ekonomik hayatı anlamlandırmak için kullanan ve bu tarzı “demokrasinin tecellisi” olarak vaftiz eden N. Göle türünden yerleşik düzen sosyologlarının tek umudu, en az yerleşik iktidar kadar karşı devrimci bir niteliğe sahip “sosyal demokrasi” ve onun emekçi kitleleri dizginlemekteki becerisi olmaktadır.

(Devam edecek)

1 Bu çalışmamızdaki E. Todd’dan yapacağımız bütün alıntılar, onun orijinal eserlerinden sayfa numaraları belirtilerek Fransızcadan bizim tarafımızdan Türkçeye çevrilmiştir.

2 Bizim “Laurel-Hardy”miz, biri jeolog, diğeri tarihçi olan medyatik iki Türkiyeli bilim insanıdır.

3 Siz, Harari türünden günümüz burjuvalarının “sapiens” çığlıkları atarak akıl ürünü bu modern baltalarla aslında savaş dansı yapmakta olduklarını boşuna bir iş olarak mı görmektesiniz?

Erdoğan Ateşin

Profilinizi oluşturmak için, biraz hayat hikayenizi anlatın. Bu alan, herkesçe görünebilir.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

Başa dön tuşu