Genel

DARBELERİN DARBESİ, KRİZLERİN KRİZİ

Salih Zeki Tombak

 

DARBELERİN DARBESİ, KRİZLERİN KRİZİ

Osmanlı gerilemesi, başlangıcı çok daha gerilere gitse de, “en uzun yüzyıl” olarak da adlandırılan 19. Yüzyılda büyük toprak kayıplarıyla birlikte çöküşe dönüştü. Gerilemeyi ve çöküşü en güçlü hisseden kurumun, sürekli kendisinden daha modern örgütlenişe, silah sistemlerine, donanıma ve kurumlaşmalara sahip orduların saldırısı altında kalan Osmanlı ordusu olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla modernleşmeye, yeni kurumlar inşa etmeye ve değişime en güçlü ihtiyaç duyulan Osmanlı kurumu ordu olmuştur. 1700’lerin sonunda Deniz Harp Okulu’nun, 1834’te Kara Harp Okulunun kurulması; Batı’dan askeri danışmanların getirilmesi, Kırım Savaşı’nda olduğu gibi ittifak ilişkileri ve tabii arkası kesilmeyen savaşlar, Batı’da olan bitene karşı, subay sınıfı içinde diğer pek çok kurumda olduğundan daha büyük bir ilgi yaratmıştır. Elbette bu ilgi aydınlar arasında da söz konusudur.
Kapitalizm liman şehirlerinden, şehirli Hristiyan nüfus üzerinden; Rumeli’de, Saray’la “Sened-i İttifak” (1908) anlaşması yapacak ve mülkiyete dair olanlar başta olmak üzere bazı kalıcı haklar kazanacak ölçüde güçlenmiş Ayanlar üzerinden ve Sarayın sürekli büyüyen miktarlarda borçlandığı Batılı Bankerlerle ilişkiler üzerinden Osmanlı’ya nüfuzu söz konusudur. Ama politik ve ideolojik nüfuz, üretim ilişkilerindeki dönüşümden çok daha hızlı biçimde aydınlar ve ordu üzerinden sirayet eder haldedir.

Dolayısıyla askeri yenilgilerin ve toprak kayıplarının önlenmesi için Batılılaşma ve modernleşmenin bir çözüm olduğu yaklaşımı ile, modernleşme karşıtlığının iktidar mücadelesi, sivil bağları ve uzantıları olmakla birlikte, esas olarak ordu içinde cereyan etmektedir.

Modern üretim ilişkilerinin gerektirdiği feodal tahakkümün yıkılması; kitlesel üretimin işgücü ihtiyacını karşılamak üzere köylülerin şehirlere yığılması, proleterleşme ve burjuva sınıfının iktidar talebiyle siyaset sahnesine çıkması gibi gelişmelerle değil; bu yönde dinamikler alttan alta çalışsa da, esas olarak devletin korunması, savunulması ve bunun için ordunun modernleştirilmesi temelinde ilerleyen bir tarih yaşanmaktadır.

Dolayısıyla Türkiye’de burjuvazisinin iktidara tırmanış ve iktidarını sağlamlaştırma süreci, yola çıkarken, esin kaynağı olarak beninsendiği iddia edilen, Fransız devriminin Eşitlik, Özgürlük, Kardeşlik şiarlarının, “Kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet” fiyakalarının neredeyse hiç bir derinlik, hiçbir muhteva kazanmadan usulca değil; hızla yol kenarına atılması tarihidir.

Aynı zamanda bu süreç en başından itibaren bir dizi askeri/siyasi darbenin tarihidir. Osmanlı modernleşme süreçleri başka hiçbir ülkede görülmediği ölçüde, bu topraklarda orduyu, sistem içi siyasetin “asli unsuru” yapmıştır. “Sapmaları” düzelten, krizleri sistem adına çözen, sistem dışı tehditleri bertaraf eden, boşlukları dolduran, siyaseti terbiye eden; kısacası “devlet aklı”nı temsil eden ve ihtiyaç duyduğunda mevcut yasalarla bağlı olmayan, şartları ortaya çıktığında anayasa yapan bir aktör. “Devlet aklı” giderek daha kristalize olmak üzere daima burjuva sınıf karakterlidir. Ordunun subay kadrosu, başta en üst rütbeliler olmak üzere, mülk sahipliği üzerinden değil; “devletin sahipliği/vasiliği” üzerinden egemen sınıfa dahildirler.

Okuma Parçası: Darbeler Tarihine Giriş

23 Aralık 1876’da Padişah Abdülaziz’in tahttan indirilmesini sağlayan askeri darbe, I. Meşrutiyet’in ilanının ve Osmanlı’ının ilk ve tek anayasası olan Kanun-i Esasi’nin kabulünün önünü açtı. Üzerinden iki yıl geçmeden Padişah II. Abdülhamid, Osmanlı-Rus savaşını (93 Harbi) bahane ederek, anayasayı yürürlükten kaldırdı.

1908’de Rumeli’de, İttihatçı subaylar asker ve sivillerden oluşan müfrezeleriyle dağa çıktılar, Manastır şehrini bastılar, şehrin olağanüstü yetkili kumandanını dağa kaldırdılar; ordu Abdülhamid’in emirlerini dinleyip dağa çıkanların peşine düşmedi. Dağa Miralay kaldıran ayaklanmacılar II. Meşruiyeti ilan ettiklerini Yıldız Sarayındaki padişaha telgraf çekerek bildirdiler. Abdülhamit ayaklananların nasıl bir heyet olduğunu daha yakından görmek ve belki bir çıkş yolu bulmak ümidiyle ve üzerindeki baskılar arttığı için II. Meşruiyeti kabullendi. Ama boş durmadı.

1909’un 13 Nisan’ında; eski takvimle 31 Mart’ta, ordu içindeki İttihat Terakki Partisi karşıtları ayaklandılar, İstanbul’u ele geçirdiler. Rumeli’den toplanan Hareket Ordusu ve sivil taraftarları, Mahmut Şevket Paşa Komutasında, İstanbul’a indi; ayaklanmayı bastırdı. Mustafa Kemal de bu orduda, paşanın maiyetinde genç bir subay olarak bulunmaktaydı.

İttihat ve Terakki Partisi karşıtları 1911’de Hürriyet ve İtilaf Partisi adıyla partileşti. Ama ordu içinde “Halaskar Zabitan” adıyla siyasete sık sık müdahale eden, hükümeti yönlendirmede etkili olan yol arkadaşları vardı.

İttihatçılar bu duruma 1913 Ocak ayında bir askeri darbe ile son verdi. Enver ve Talat Paşa’nın liderliğinde Yakup Cemil gibi subayların da katıldığı bir grup, Hükümet binasını (Bab-ı Ali’yi) bastı, Harbiye Nazırı Nazım Paşayı öldürdüler ve sadrazam Kamil Paşa’yı istifa ettirdiler. Yerine Mahmut Şevket Paşanın sadrazamlığında İttihatçıların ağırlığının arttığı bir hükümet kuruldu.

1913’te, Beyazıt Meydanı’nda Mahmut Şevket Paşa bir suikaste uğradı, öldürüldü. Düne kadar Mecliste Ermeni Milletvekilleri de olan İttihatçı iktidar muhaliflerine şiddet; 1. Dünya Savaşına girdikten sonra Ermenilere tehcir ve soykırım uyguladı.

Sistem İçi İki Yol

Darbelerle somutlanan son derece sert ve kanlı siyasi mücadeleler, zaman içinde adlar değişse de, sistem içinde iki parti arasında süregelmiştir. Hürriyet ve İtilaf partisi gelenekçi, muhafazakar, Hilafet ve Saltanat gibi kurumları sahiplenen, ümmetçilikle ırkçılık arasında milliyetçi, sola sosyalizme düşman, emperyalizmle bağımlılık ilişkilerinden yana, devletçi bir burjuva damardır. Cumhuriyet tarihi boyunca sağ siyasi partilerde kendisini sürdürmüştür. İttihat ve Terakki Partisi modernist, laiklikten yana, batıcı, emperyalizmle bağımlılık ilişkilerine açık, sola, sosyalizme düşman, devletçi ve ulusalcıdır.

Cumhuriyet tarihi boyunca CHP ve türevleri olarak varolmuştur. Bu iki parti, aralarındaki gerilimli, çatışmalı, zaman zaman kanlı ilişki bir yana; sola, sosyalizme karşı tutumda, Ermeniler başta olmak üzere hristiyan etnisitelerin uluslaşma süreçlerinin dışında bırakılmasında, kırımında ve tasfiyesinde, Kürt ulusal varlığına karşı tutumda, demokratikleşme ve özgürlükleri devlete tehdit saymada istisnasız ortaklaşmışlardır.

Tarih bu iki partinin farklılıklarının derinleştiği değil; suç ortaklıklarının iki partiyi aynılaştırdığı bir yönelimi ortaya koyacaktır. Bu noktaya yeniden döneceğim.

Baskıcı, Anti-komünist ve Emperyalizme Davetkar

Mustafa Kemal ve arkadaşları 1921 Anayasası ile İttihatçıların bıraktığı yerden değil, başladığı yerden başlıyor gibi yaparak, 1. maddeye: “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Yönetim şekli, halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına dayanır.” yazdılar. Bu cümlenin yazıldığı günlerden başlayarak, 5-6 yıl içinde gerçekleşen siyasi cinayetler, İstiklal Mahkemesi uygulamaları, Hristiyan azınlıklara ve Kürtlere yönelik katliamların nasıl bir demokratik gelecek vaadi olduğu aşikardır.

Mesela, aynı yılın 21 Şubat’ında Londra’da toplanacak Konferansa davet edilince, konferansın hemen öncesinde Kuvay-ı Seyyare’yi tasfiye ettiler; Mustafa Suphi ve yoldaşlarını katlettiler, TBMM’de Komünist vekiller hakkında gizli celseler açtılar ve geniş bir komünist tevkifatı yaptılar. İngiltere’ye kendilerinin Ekim Devrimine ve Sovyetlere “dost” olmadıklarını böylece anlatmaya çalıştılar ve “İngiltere Yunan işgalini desteklemekten vazgeçerse, silahlarımızı şarka çeviririz” teklifinde bulundular. Bu yolla şiddetli anti komünist, anti Sovyet ve güvenilmez bir “komşu” olduklarını güçlü bir şekilde ortaya koydular.

Emperyalizme güvence verme çabalarının bir sonraki adımı Lozan Konferansı esnasında gerçekleşen, “Türkiye Sovyetlere sempati duymuyor, kapitalist yolda yürüyeceğiz” mesajı vermek üzere gerçekleştirilen “İzmir İktisat Kongresi” oldu. Bu nokta şundan önemlidir. İttihatçılar da, Kemalizm de en başından itibaren emperyalizmle uzlaşmaya ve ona güvence vermeye çok istekli olmuştur. Bu bakımdan 1946 sonrası Marshall programına katılma; sonra Kore’ye asker gönderme ve NATO üyeliğine talip olma esas yönelimden bir sapma oluşturmaz. NATO’nun en büyük ordularından biri TSK iken; Türkiye’de gizli açık çok sayıda ABD kurumu faaliyet halindeyken, ülkede 50’nin üzerinde NATO ve ABD üssü varken, ordunun donanımının ve silahlarının çoğu bakımından ABD’ye ve NATO üyelerine bağımlılık apaçık bir gerçeklikken, NATO ile ilişkilerde en küçük bir sorun yaşanmazken ve geçmişteki iktidarlar gibi ve belki daha da fazla Amerikancı olan bugünkü siyasal islamcı iktidarın, sürekli Batı karşıtı ve Amerikan düşmanı bir ajitasyon yapmakta oluşu diğer büyük yalanları gibi bir büyük yalandır.

Bu kalın çizgileri çektikten sonra, yakın dönemin askeri/ siyasi darbeleri üzerine konuşmaya başlayabiliriz.

Krizler ve Yeniden Darbeler Dönemi

Birinci Dünya Savaşı ve “İstiklal Harbi” sonrası bütün Dünya yorgundu. 1929-30 Ekonomik buhranı Batı’da bir içe dönük döneme yol açtı. Cumhuriyet o dönemde komşu SSCB’nin desteğini de alarak sanayiini geliştirmeye çalışıyordu. 2. Dünya Savaşı boyunca hukuki olarak savaşa girilmedi; ama uzun süre Nazi Almanyası ile flört edildi. Almanların yenileceği belli olduğunda bile savaşa katılmakta, bütün ısrarlara rağmen isteksizlik devam etti. Bu yüzden savaş sonrasında “dostları olmayan” bir ülke olarak, dış yardım alınamadı. Soğuk Savaş dönemi olmasa ve ABD emperyalizminin SSCB’yi çevreleme politikası izlenmese NATO üyeliği de çok daha sonraya kalabilirdi.

1946 sonrası ekonomik büyüme, şehirleşme, sanayinin gelişmesi, uluslararası sistemle merkez-çevre ilişkisinin güçlenmekte oluşu; NATO, Dünya Bankası, IMF gibi emperyalist-kapitalist sisteminin temel kurumlarına üyelik, Türkiye’nin az gelişmiş ve bağımlı kapitalizminin ürettiği ekonomik krizleri şiddetlendirmeye başladı.

Krizler, hem krizlerin faturasının çalışan sınıflara ödetilmesi bakımdan hakim sınıflarla emekçi sınıflar arasında mücadeleleri çatışmalı hale getirdi; hem de, sistemin iki ana siyasi kanadı arasında hesaplaşmalar yeniden sertleşti.
27 Mayıs 1960 askeri darbesi bir yandan çalışanların, emeklerinin ucuzlamasına, reel ücretlerinin aşağıya düşürülmesine, üretici köylülerin ürünlerinin değersizleşmesine; kısacası krizin faturasını ödemeye ikna edilmelerini sağlamaya hizmet ederken; bir yandan da Yassıada Yargılamaları, tutuklamalar, idamlar ve uzun hapis cezalarıyla iki kanattan biriyle hesaplaşmaya girişti. Bunlarla birlikte sistemi yeniden inşaya girişti; bir Anayasa ile birlikte TBMM’nin yanına Senato kurdu; yüksek mahkemeler inşa etti, TSK’da güçlü tasfiyeler gerçekleştirdi.

Fakat, egemenlerin iki kanadı arasındaki mücadeleyi ikinci plana iten, sistemi karşısına alan bir dinamik, bütün toyluklarına, yetersizliklerine rağmen hızla güçlenmekteydi. 27 Mayıs’ta devleti ve rejimi restore ederek güçlendirmeye çalışan devlet aklı, bu yükselişe karşı henüz hazırlıklı değildi..

1970 yılının 15-16 Haziran’ında işçiler iki gün boyunca İstanbul’u adeta ele geçirdiler. Hızla güçlenen ve bütün sendikal hareketi etkisi altına alan DİSK, parlamentonun altını üstüne getiren TİP; TİP’in Doğu Mitingleri ile görünürlük kazanan Kürt hareketi; son derece canlı devrimci gençlik; politik tutum alan ilerici aydınlar ve 9 Mart’ta 27 Mayıs “ruhuna uygun” bir darbe planlayan “ilerici subaylar”.. Bu tablo sadece Türkiye hakim sınıflarını değil; ABD’nin başını çektiği emperyalist batının da korkulu rüyasıydı. 9 Mart darbe projesi, Türkiye’de de SSCB ile dostluklar kurabilecek, NATO’dan çıkmayı düşünecek bir BAAS ihtimaliydi. Nitekim 9 Martçılar elbirliğiyle tasfiye edildi ve “12 Eylül” modelinin prototipi 12 Mart Muhtırası, NATO Ordusu TSK tarafından gerçekleştirilen bir darbenin adı oldu. Genel Kurmay Başkanı ve emir komuta zinciri içinde yapılan darbenin lideri Orgeneral Memduh Tağmaç’ın “Sosyal uyanış, ekonomik gelişmenin önüne geçti” sözü, Amerikancı/sermayeci darbenin yönünü ortaya koyar. Sendika faaliyetleri askıya alınır, devrimci sendikacılar tutuklanır, TİP kapatılır, yöneticileri tutuklanır; devrimci gençlik hareketinin öncüleri tutuklanır, en sembolik konumdaki isimler idam edilir; bazıları Kızıldere’de, Nurhak dağlarında veya İstanbul’da sokak ortasında infaz edilir.

Devlet şiddeti hiçbir zaman sadece şiddetin doğrudan hedefi olan kişiler için değildir. Devlet şiddeti, o isimlerin şahsında bütün topluma yöneliktir. Herkes korksun, herkes mücadele azim ve kararlılığını kaybetsin diye Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan idam edilir; Kızıldere’de Mahir Çayan ve yoldaşları katledilir; İbrahim Kaypakkaya işkencede öldürülür, Sınan Cemgil o amaçla Nurhak’ta delik deşik edilir; sendikacılara ağır cezalar verilir. Yoksa hukuk metinleri üzerinden baktığımızda Denizlerin idamını gerektirecek bir suçları yoktur. Veya 1920’de Mustafa Suphi ve yoldaşlarının politik gücü de o gün itibariyle katliamı gerektirecek bir düzeyin çok uzağındadır. Siyasi idam ve infazların asıl olarak toplumsal muhalefeti sindirmek için yapıldığını anlamazsak şimdilerde “büyük demokrat ve liberal” ve hoşgörü şampiyonu olarak anlatılan Demirel’in Denizlerin idamı için yapılan oylamada “şevkle” evet oyu vermesini de anlayamayız.

12 Mart darbesi sistemin güncel ihtiyaçlarını karşıladı, işçi hareketini o an için geriletti. Ama bir sistem kuramadı; devleti dönüştüremedi. Bunda toplumsal muhalefetin meşruiyetinin gücünün, solun ideolojik ve kültürel üstünlüğünün rolü belirleyicidir. Bülent Ecevit’in darbeye karşı çıkışı; Süleyman Demirel’in, sağcı, antikomünist siyasal çizgisine rağmen, seçilmişliği yegane meşruiyet kaynağı olarak görmesi ve cuntaya “işinizi yaptınız, artık geri çekilin” tutumu izlemesi, topluma hakim olan genel ideolojik iklimin bir sonucudur. Sonuçta darbeciler 2 yıl sonra, Mart’ta Cumhurbaşkanlığı ve Ekim ayında genel seçimlere gitmek zorunda kaldılar. Bir darbeciyi (Org. Faruk Gürler) Cumhurbaşkanı seçtiremediler; aynı yıl yapılan genel seçimlerle birlikte darbe dönemi sona erdi. Genel af, DİSK’in ve işçi hareketinin yeniden ivmelenmesi, devrimci gençlik hareketinin yükselişi, Kürt siyasetinin kendi mecrasında akmaya başlaması ile yeni bir döneme girildi. 12 Mart döneminin baskısı ve siyasi cinayetleri ise, sosyalist solda, sol içi ideolojik tartışmalarda radikal tutumlar yüksek prim yapmakla birlikte; CHP ile iç içe geçen, geçiş alanları yaratan etkiler üretti. Kültür, sanat ve ideoloji alanında ise, bu isimler efsaneleşti. Şiirler, öyküler, romanlar yazıldı; oyunlar sahnelendi, sinema filmleri çekildi. İsimleri on binlerce çocuğa verildi.. Bu bakımdan 12 Mart yarım kalmış bir darbe olmuştur.

1973 Mart’ından itibaren darbe dönemi sona erer ve muhalefet yükselişe geçerken, yeni ve kusursuz bir darbenin hazırlık dönemi de başlatıldı. Sayısı binleri bulan siyasi sokak cinayetleri, kahvehane taramalar, bombalamalar; sokaktan, evden kaçırıp öldürmeler; 1 Mayıs 1977 katliamı, Maraş olayları bir yandan; 1 Mayıs 1976, 1977, 78 kitlesel 1 Mayısları; Profilo direnişi, Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası’na, MESS’e karşı dev Maden-İş grevleri, Tariş direnişi ve binlerce başarılı grev, direniş diğer yandan. Türkiye kesin ve kalıcı bir hesaplaşmaya taşındı.

12 Eylül Kusursuz Darbe

12 Eylül darbesi, 12 Mart’ın yapamadığını yaptı. Devleti dönüştürdü. Bir daha “askeri darbe” yapma ihtiyacını gereksiz hale getirdi. Bir güvenlik devleti inşa etti. Siyaset alanını dizayn etti. Kimin seçilip, kimin seçilemeyeceğine karar verdi; sosyalist siyaseti ve Kürt siyasetini marjinalize etmek için baraj düzenlemesi getirdi. Tabii idamlarla, Diyarbakir zindanıyla, Mamak ve Metris ile Nazi kamplarını geride bıraktı. Devleti donattığı şiddet kapasitesini; istenilen yer ve zamanda sonuna kadar kullanmak kaydıyla, gündelik hayatın her alanında görünür olmaktan çıkardığında; bunun demokratikleşme, bunun normalleşme olduğu; darbe döneminin artık sona erdiği yolunda yazıldı, çizildi, analizler yapıldı.. Darbe uygulaması OHAL ile bölgeselleştirildi. 12 Eylül’ün devlette yaptığı dönüşüm yüzünden, Tansu Çiller’in 1993’te Başbakan oluşuna ve 17 bin faili meçhul ile andığımız dönemine darbe demiyoruz. Kemal Derviş dönüşümleri eski Türkiye’de darbe gerektirirdi, ona da darbe demiyoruz. 15 Temmuz 2016, 12 Eylül rejiminde bir sıçramadır.

İki yerel seçim sonrası, seçilmiş HDP’li yerel yöneticilerin görevden alınıp çoğunun uzun yıllar yatmak üzere hapse atılması ve yerlerine kayyum tayin edilmesi darbenin daniskasıdır. Mecliste HDP vekillerine uygulanan dokunulmazlık kaldırma, hapse atma, vekilliğini düşürme uygulamalarıyla ve polisin HDP vekillerine uyguladığı fiziki şiddeti bir bütün olarak düşündüğümüzde, Türkiye’nin bir bölgesinde “anayasanın geçersiz kılındığı, tağyir, tebdil ve ilga edildiği”, bunun da bir darbe hali olduğu aşikardır.

Son darbe ise iktidar ve muhalefetin el birliğiyle, seçimle iktidar değiştirme umudunu söndürdüğü; kazanma umuduna ve kararlılığına ağır bir darbe vurduğu iki aşamalı 14 ve 28 Mayıs kurmaca seçimleridir.

12 Eylül rejimi içinde siyaset ve seçimler nasıl şekillendirildiyse, medya da katı bir çerçeve içine sıkıştırıldı. Gazete dağıtım tekeli yaratılarak muhalif basının önü kesildi. Amerikan basını nasıl Irak savaşını seyirlik bir eğlence halinde sunduysa; 12 Eylül rejiminin şekillendirdiği medya da, “yerinde infazları” seyirlik hale getirdi. Polisin yerinde infaz timinin kuşattığı evlerde kıstırılan devrimciler, ellerindeki yetersiz silah ve mühimmatla çatışmaya girseler de, sonunda infaz edilirken etrafta alkışçı toplulukları devlet/medya yoluyla oluşturuldu.
AKP-MHP iktidarının seçim yapılacak mı; seçimi kaybetseler giderler mi, seçim gecesi kaybederlerse darbe yaparlar mı; Erdoğan’ın adaylığı anayasaya aykırı ama itiraz etmeyelim gibi soru ve yaklaşımlara neden oluyorsa; bu siyasi islamın eseri deği 12 Eylül rejiminin eseridir. Zaten Siyasi islamı iktidara taşıyan süreç de 12 Eylül’ün yol verdiği bir süreçtir.

12 Eylül rejiminin Türkiye hakim sınıflarına ve parçası oldukları kapitalist sisteme, inşa ettiği ve güncellemesini sürekli hale getirdiği şiddet mekanizmaları ve adım adım güçlendirilen/ çeşitlenen ideolojik aygıtlarıyla, sorunları hasıraltı etmede, geçiştirmede, görünürlüğünü azaltmada, çözüm ihtiyacını ertelemede büyük faydası oldu. Talepler bastırıldı; direnişlere şiddet uygulandı; sokağa çıkan herkesin önüne kat kat fazla polis kondu; yetmezse jandarma ve asker yığıldı. Grevler ertelendi, yasaklandı; yargı sistemin günlük ihtiyaçlarını karşılamak üzere çalıştırıldı; muhalifler için, cezaevlerine gidiş hızlandı. Ama 12 Eylül’ün Türkiye hakim sınıflarına ve parçası olduğu sisteme verdiği zarar da bu “başarılı” yönlerinin sonucu oldu.

1. Siyaset uzun süredir hiçbir sorunu çözmüyor. Başta Kürt sorunu olmak üzere her sorunun üzerine sadece şiddet ve ideolojik saldırı ile çürük ve çürütücü yaklaşımlarla gidiliyor. Ekonomik kriz dinamikleri sürekli çalışır halde. Ve her ekonomik kriz dalgası çözülmemiş sorunlarla da beslenerek, birikerek geliyor. Bugün yaşanan krizin boyutları ise, sistem içinde kalınarak veya başta siyaset olmak üzere köklü dönüşümler yapılmaksızın çözülme veya geçiştirilme sınırlarının çok ötesine geçmiş bulunuyor.

2. 12 Eylül devlet rejiminin en kritik sonuçlarından diğeri ise, egemen sınıfın iki siyasi kanadı arasındaki farklılıkların tamamen görünürde farklılıklar haline gelmesi ve artık Hürriyet ve İhtilaf Partisi ardıllarıyla, İttihatçı ardıllarının aynılaşması, aynı devlet partisi zemininde biraradalıklarıdır. Bütün siyasi partiler Kürt Özgürlük Hareketinin, HDP’yi de 40 yıldır süren savaşın askeri olarak karşı tarafına dahil ederek, şiddet yoluyla çöktürülmesi partisidir. Bütün partiler islami hassasiyetlidir. Bütün partiler krizlerin emekçiler tarafından ödenmesine itirazı olmayan partilerdir. Bütün partiler halkın örgütlü, eylemli itirazda bulunmasını engelleme partisidir. Bütün partiler “tek adam”cıdır. İç demokrasileri yoktur ve ülke için demokratikleşme talepleri yoktur. Tamamı yolsuzluk rejiminin bir parçasıdırlar. Bu partilerin tamamı gizli açık Amerikancı, İngilizci, NATO’cudur. Bu partilerin tamamı, halkı siyasetin tamamen dışına sürmüş; seçmenliği bile halktan geri alıp; halkı sürü, etkisiz kalabalık konumuna yerleştirmiştir. Artık gerçekte seçme seçilme hakkı, gerçek bir parlamento, gerçek siyasi partiler yoktur.

Sonuç

12 Eylül rejiminin olağanüstü güçlendirdiği güvenlik kurumları ve ideolojik aygıtlarıyla, ülkenin bütün sorunlarını siyaset kurumunun ilgi alanından çıkarması; buna mukabil bu sorunları güvenlikçi politikalarla, kendi tercih ettiği biçimde çözememesi sistemi tıkamıştır. Kürt sorununda çöktürme amaçlı savaş politikaları bütün bölge ülkelerinin topraklarına yayılmıştır. Komşular ve dünyanın bütün güçleriyle ilişkiler aynı savaş politikalarının şekillendirdiği ilişkilere dönüşmüştür. Ekonomik krizin çözüleceğine dair bir politika; ekonomik yeniden yapılanma gündemde değildir ve olamaz.

Sağlıktan eğitime her alanda kriz ve çözümsüzlük egemendir.Sorunları çözme yolunda yürürlüğe girecek her gerçek siyaset, halkı özneleştiren ve 12 Eylül’ü çözen bir etkiye sahip olacaktırTersinden söylemek gerekirse, halkı siyasetin öznesi olarak örgütlemeden gerçekten siyaset yapılamaz.

Mesela, Çözüm süreci, rejimin bir yandan çözümsüzlük yönünde de hazırlıklar yürütmesine rağmen; daha ileriye doğru atılan ilk adımlarla beraber, Kürtlerin kendi kaderlerin tayin yönünde hareketlenmelerinin, açılan fiili perspektiflerin, ortaya çıkan güç ve enerjinin; rejimin egemenlik kodlarını nasıl hızla erittiğini görünür hale getirince rejim masayı devirdi.

Bugün çöktürme planlarını etkisizleştiren ve rejimin siyasi/iktisadi krizini derinleştiren de direniştir; halkın kendisini siyasi özne haline getiren direncidir.
Kısacası 12 Eylül rejimine son verecek olan, her alanda yığınların örgütlü siyasal mücadelesidir. 12 Eylül’ün inşa ettiği devlet Türkiye’de emperyalizmin ve yerli egemenlerin bütün sorunlarını çözeceklerine inandıkları devletti. Bu devlet yapılanması şimdi her sorunun krize dönüşmesinin ve çözümsüzlüğünün nedeni halindedir.
Çözüm siyasettedir. Çözüm yığınlar adına değil; yığınların örgütlü mücadelesi üzerinden yapılan siyasettedir.

Salih Zeki Tombak

Yazı Portal.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

Başa dön tuşu