Genel

TÜRKİYE-RUSYA STRATEJİK ORTAK OLABİLİR Mİ ?

Ahmet Hulusi KIRIM

Türkiye’nin, 2009 ve sonrasında Erdoğan’ın Rusya ziyaretinde imzaladığı 17 niyet
mektubu ve Putin’in Ankara ziyaretinde imzaladığı 20 niyet mektubundan sonra, gelişen
ekonomik-siyasal-askeri ilişkiler iktidar medyasında Türk-Rus stratejik ortaklığını gündeme
getirdi. Bazı kalemşorlar da, bu tanımlamada gerçeklik payı varmışçasına ciddi ciddi kalem
oynattı. Oysaki bu niyet mektupları ticari protokoller olup, içlerinde sadece birisi, enerji
alanında bizi Rusya’ya tam bağımlı hale getirecek, nükleer santral kurulmasıyla ilgili
mutabakat metni “stratejik” nitelik taşımaktaydı.


İki devletin “stratejik ortak” olabilmesinin bir takım kriterleri vardır ve bu kadar tali ticari
protokollerle “stratejik ortak” olunamayacağı izahtan varestedir. Bu günkü konjonktürde iki
ülkenin “stratejik ortak” olup olamayacağını tartışırken Rusya’nın jeopolitiğini (Jeopolitik,
insanlığı mekan faktörüyle karşılıklı ilişkisi içerisinde inceleyen bir disiplindir)
ve
Türkiye’nin halen geçerli olan “stratejik derinlik” teorisini karşılaştırıp her iki devletin nüfuz
alanları tesis etmek istediği Kafkasya, Balkanlar ve Orta Doğu’da ki çıkarlarının hangi
noktalarda çatıştığı/çakıştığını analiz etmek gerekir.Ama, önce kavramı yani stratejik
ortaklığın ne demek olduğunu kabaca tarif etmek yararlı olacaktır.


STRATEJİK ORTAKLIK
Basit bir tanımlama ile “stratejik ortaklık”, iki ülke arasında her alanda uyumlu davranma
yükümlülüğünü de beraberinde getiren ve ülkelerin diplomatik ve siyasi olduğu kadar askeri
alanlardaki zorlukların üstesinden gelinebilmesi için bir davranış beraberliği sergilenmesini
gerektirecek bir ortaklık türüdür. Yanların siyasi, ekonomik ve askeri anlamda çok sıkı çıkar
ilişkileri bulunması, çakışması stratejik ortaklık için zorunludur ama yeterli değildir. Stratejik
ortaklık için en önemli unsur her iki ülke halklarının birbirlerine tarihi yakınlık ilişkileri
üzerine dayalı sempati beslemeleridir.


RUSYA’NIN JEOPOLİTİK GELECEĞİ
Rus jeopolitiğine göre bugünün Rusya’sının başlıca jeopolitik ihtiyacı 1989’da çöken
eski imparatorluğun yeniden toparlanmasıdır.
Rusya’nın jeopolitik ve stratejik egemenliği için
gereken, sadece kaybedilen yakın çevrenin yeniden kazanılması değil aynı zamanda ayrı
siyasal projesi olan Fransız-Almanya Bloğu ve İran-Hindistan-Japonya devletlerinin de
stratejik Bloğa dahil edilmesidir. Çünkü Rusya, Avrasya enginliklerinde kendi stratejik, siyasi
ve ekonomik nüfuzunu yeniden tesis edemezse, bu alan ya ABD elebaşılığındaki
emperyalizm ya da Çin’in stratejik hedefi olacaktır.


Rusya’nın toparlanma süreci ilk olarak tarihi sıcak denizlere çıkış hedefini gerçekleştirme
gibi bir amaca yönelmelidir. Sovyetler Birliği döneminde kuzeyin soğuk denizlerine hakim
olan SSCB, Güney ve Batının sıcak denizlerine Boğazlar ve Kafkasya üzerinden çıkamadığı
için stratejik olarak yetkin olamadı. Tarih boyunca çok sayıda Rus-Osmanlı, Rus-İran
savaşları hep bu hedefe ulaşmak için yapıldı. Felaketle sonuçlanan son stratejik operasyon
Afganistan işgali de bu amaçla gerçekleştirildi. Keza birinci senesini dolduran Ukrayna
işgalini de böyle değerlendirebiliriz.


Kafkasya, Ruslar ve ABD elebaşılığındaki emperyalizminin jeopolitik çıkarlarının
çatıştığı çok önemli bir alandır. Kafkasya ve Güney Kafkasya üzerinde egemenlik kurmak
adına son üç yüzyıl boyunca İngiltere ile sayısız savaşlar yapıldı. Sıcak denizlere, Hindistan’a
ve Hint Okyanusuna çıkmaya can atan Rusya, açılımın, geçiş kuşağı üzerinde bulunan
Kafkasya üzerinde denetim kurmaktan geçtiğinin bilinciyle savaşmaktan yılmadı. Ancak
Karadeniz’in doğu kıyıları ve Hazar Denizi’nin büyük bölümü üzerinde denetim kursa da
Okyanusa erişmek hedefine bugüne kadar ulaşılamadı. Bu konumuna ilaveten, sanayinin itici
gücü olan enerji yüzünden (Kaynakları itibariyle Hazar bölgesi Suudi Arabistan’dan sonra
gelir)
bölge yayılmacı güçler için 20. yüzyılda daha da iştah kabartacak hale geldi. Kafkasya
hem sıcak denizlere ulaşmada geçiş kuşağı olması hem de enerji zenginliği sebebiyle
Rusya’nın asla vazgeçemeyeceği yumuşak karnıdır.


Rus jeopolitiğine göre Balkan yarımadasından Kuzey-Doğu Çin’e kadar tüm kuşak
Rusya güvenliği için önemli bölgedir.
Bu nedenle Balkanların Rusya’ya entegrasyonu teşvik
edilmelidir. Bölgede yerleşik halklar etnik, dinsel, kültürel açılardan farklılık arz etse de her
biri Rusya jeopoliğine uygun unsurlardır. Orta vadede Rusya’nın amacı, etnik ve dinsel olarak
akrabalık ilişkileri bulunan Sırbistan, Bulgaristan, Makedonya, Karadağ ve Bosna’nın Sırp
kesiminden oluşan ortak güney Slav federasyonunu oluşturabilmektir.


Diğer yandan Deniz gücü hakimiyeti için bölge ABD için de önem taşımakta. Bu
çerçevede Batı yanlısı Hırvat ve Müslümanlar desteklenirken, Sırbistan’ı Yunanistan’la
jeopolitik ittifaktan ayıracak politikalar uygulamaktadır. Rusya’nın projelerini alt üst edecek
olan Makedonya kullanılırken Türk-Bulgar ilişkilerinin Bulgar-Rusya ilişkileri aleyhine
iyileştirilmesine çalışılmaktadır. Bu politikaların hayata geçmesi halinde Rus jeopolitiği
burada yenilgiye uğrayacaktır. Tersinden söylersek Balkanların Rus jeopolitiğine göre dizayn
edilmesi halinde ise Rusya kıtasal yayılmacı bir güç olabilecektir.


Hem sınırları içerisinde ve Orta Asya devletlerindeki yoğun Müslüman nüfusu hem de
SSCB’nin tarihi jeopolitik stratejisi doğrultusunda bir taraftan Basra Körfezini çevreleyen
Afganistan-Suriye-Güney Yemen-Etiyopya hattında sağlam bir jeopolitik zemin kurma,
Türkiye, İran ve Irak’ın iç politikalarını zorlayarak Kafkasya’dan Basra’ya kolay iniş yollarını
arama politikası gereği İslam dünyası ve özellikle Ortadoğu her daim SSCB ve Rusya’nın ilgi
alanı içerisinde olmuştur.
Rus jeopolitiğinde İslam dünyası, türdeş değil de her birinin özgün
din, tarih, kültür ve medeniyet eğilimleri olan, küresel-yerel çapta bağımsız stratejik çizgilere
sahip birkaç jeopolitik merkezden ibaret parçalı toplum olarak değerlendirilir. Gerek SSCB ve
gerekse devamı olan Rusya’da İslam toplumuna ilişkin politikalar oluşturulurken bu
ayrıştırmaya dikkat edilir. ABD elebaşılığındaki emperyalizmin Orta Doğu ülkelerindeki
müttefiki, ileri karakolu Vehhabilik ideolojisine, Batı yanlısı ve stratejik açıdan bağımsız
olmayan “Aydınlanmış İslam” olarak kategorize edilen laik modele (Türkiye, Mısır, Cezayir,
Tunus, Fas, Pakistan ) karşı, herkese karşı olan, jeopolitik bakımdan Avrasya’cı Şii temayüllü
İran İslamı desteklenir. Amerikan stratejistleri Atlantikçiliğe meyil eden İslama destek
verirken Rusya daha ziyade Avrasya’cı olan jeopolitik merkezleri destekler. Bundan sonrada
İslam dünyası ve özellikle Ortadoğu, hem kendi içerisindeki ve yakın çevresindeki İslam
nüfusu hem de yukarıda sıraladığımız nedenlerle Rusya’nın ilgi alanı içerisinde olmaya
devam edecektir.


TÜRKİYE’NİN STRATEJİK DERİNLİK TEORİSİ
Davutoğlu’nun halen geçerli olan “stratejik derinlik” teorisine göre Türkiye’nin yakın
kara havzası üç bölgeyi kapsar. Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkasya.Türkiye gerek tarihi
Osmanlı geçmişi ve gerekse coğrafi konumu itibariyle bu havzanın ayrılmaz bir parçasıdır.Bu
havzasındaki oluşum ve gelişmeler Türkiye’nin dış politikasını doğrudan etkilemekte.
Türkiye’nin iç bütünlüğü ve uluslararası konumu içindeki siyasi,ekonomik ve kültürel ağırlığı
bu havzada sahip olduğu etkinliğe ve performansa bağlıdır.Balkanlar,Ortadoğu ve Kafkasya
gibi hassas jeopolitik alan üzerinde etkili olamayan Anadolu ülkesi ne bütünlüğünü muhafaza
edebilir ne de dışa açılabilir.


Balkanlar, Avrasya anakıtasının steplerinden Akdeniz’e inen temel kuşağını oluşturmak
açısından jeopolitik, Doğu ile Batı’yı ayıran bölge olarak görülmesi açısından ise jeokültürel
bir önem taşır. Bölge 20.yüzyılın en temel kriz bölgelerinden birisi olmuştur. Türkiye, asrın
başında Osmanlının Balkanlardan tasfiyesinden sonra son 20 yılda yaşanan gelişmelerin
ortaya çıkardığı sosyo-politik ve sosyo-kültürel kimlik meseleleri nedeniyle ortaya çıkan
“siyasi merkez” boşluğunu doldurmak zorundadır. Türkiye bunu, siyasi etkisini sağlayan
Müslüman topluluklarla yapabilir. Türkiye “siyasi merkez” boşluğunu kendi güvenliği için de
doldurmak zorundadır. Soğuk savaş döneminde D.Trakya’da oluşturulan güvenlik hattı
Balkanlar düzeyinde daha batıda gerçekleştirilmelidir. Bu açıdan bölge üzerindeki Rusya
faktörünü dengeleyecek güvenlik şemsiyeleri oluşturmak ve özellikle Müslüman
Arnavutluk, Bosna ve Makedonya’nın toprak bütünlüğünü garanti edecek plan hazırlamak
kaçınılmazdır.


Soğuk savaşın sona ermesiyle SSCB-Türkiye arasındaki suni stratejik sınır ortadan kalktı
ve Doğu Anadolu ile Kafkaslar bütünleşti. Bu süreç Kafkaslardaki iç dengeleri de,
Türkiye’nin Kafkaslara bakış tarzını da doğrudan etkiledi. Kafkaslardaki Sovyet gücünün
oluşturduğu statüko ortadan kalkınca etnik ve dini farklılıklar gün yüzüne çıktı. Bu durum bir
taraftan bölge içi çatışmaları tırmandırırken diğer yandan bölgeye yönelik hesaplarda başka
unsurlarda devreye girdi. Kafkasya hem Balkanlar hem Boğazlar hem de genel stratejinin en
önemli sütunlarından birini oluşturmaktadır. Türkiye’nin bölgede “ekonomik etkinlik
kurabilmesi” ve Kafkasya üzerinden Orta Asya’ya nüfuz edebilmesi için mutlaka Kafkaslarda
etkinlik kurması gerekir. Aksi takdirde Türkiye ne iç ve dış güvenlik parametreleri arasındaki
ilişkileri fark edebilir ne de ekonomik güç alanı oluşturacak kaynakları verimli bir tarzda
kullanabilir.


Ortadoğu konumu itibariyle son derece önemli stratejik bölgedir. Bölgenin soğuk savaş
dönemindeki jeopolitik anlamı ise SSCB’nin sıcak denizlere inme politikası ile ABD’nin
çevreleme doktrininin en yoğun çatışma alanı olmasıdır.Ortadoğu’nun bölgesel jeopolitiği ve
bu jeopolitiğin “küresel ilişkiler” ağı içindeki önemi de Soğuk Savaşın sona ermesiyle birlikte
ciddi bir değişim yaşamıştır. ”Yeni Dünya Düzeni” ilk uygulama alanını bu bölgede
bulmuştur.


Soğuk savaşı sonrası dönemde bölgenin jeoekonomik özellikleri ve çekim alanları
açısından önemli değişim yaşandı. Soğuk savaş sürecinde petrol ile özdeşleşen bölge
jeoekonomisi ve petrole bağlı dengelerin yönlendirdiği bölge jeopolitiği su kaynakları, tarım
havzaları ve enerji kaynaklarının aktarımı çevresinde yeni unsurların etkisi altına girdi. Çift
kutuplu dünyanın dağılmasından sonra, SSCB’nin hakimiyet alanında kalan kaynakların
emperyalist sisteme entegre edilme politikasıyla Kafkas ve Orta Asya’daki enerjinin yeni
aktarım hatlarının gündeme gelmesi Ortadoğu bölgesinin Kafkasya ve Orta Asya ile
bağlantısını güçlendirmiş, jeoekonomik önemini artırmıştır. Kara ve deniz bağlantısı açısından
bölgenin en avantajlı coğrafyasına sahip Türkiye’nin stratejik önemi artmıştır. Gerek doğu-
batı, gerekse kuzey-güney geçiş ve aktarım yollarının merkezinde yer alan Türkiye bu
konumun getirdiği avantajları uzun vadeli stratejik planlama ile değerlendirmelidir.


SON YERİNE
Jeopolitik düşünce, günümüz dünyasında ciddiye alınması gereken bir düşüncedir.
Uluslararası ilişkilerde gelişen olaylar bizi bu gerçekliği dikkate almaya mecbur bırakır. Şu
anda hegemonik gücü gerilemekle beraber hala tek süper güç olan ABD elebaşılığındaki
emperyalizmin tüm stratejik metotları jeopolitik üzerine kuruludur. M-L Biliminin genel
tespitlerini akıldan çıkarmadan yukarıdaki saptamalar ışığında, Rusya’nın yakın çevre ve
Türkiye’nin kara havzası olarak gördüğü Kafkasya-Balkanlar-Ortadoğu bölgelerinde iki
devletin ihtiraslarına baktığımızda, siyasi-ekonomik-askeri çıkarlarının örtüşmediği, aksine
çatıştığı sonucuna varmak zor olmasa gerek. Emperyal politikalar güden ve süper güç olmak
peşindeki Rusya ile Davutoğlu teorisine göre yeni emperyalizm hayalleri içerisinde olan
,ABD’nin güdümündeki “pivot” ülke Türkiye’nin “stratejik ortak “ olduğunu söylemek olsa
olsa “aç tavuk kendisini darı ambarında görürmüş” olarak algılanmalıdır.21.02.2023

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

Başa dön tuşu