BİR BURJUVANIN KUTSAL AİLESİ (1): AİLE YAPILANMALARI
Mahir Konuk
Gerçekte burjuvazinin toplum ve toplumsallık söz konusu olduğunda kutsadığı çok az şey olagelmiştir; aile kurumu da bunlardan biridir. Ancak hiç kimse burjuvazinin aile kurumuna atfettiği bu kutsallığın, aile kavramının çağrıştırdığı gibi insanlıkla ve insan türünün evrendeki varlığının devamıyla, derin şefkat duygularıyla doğrudan bir ilişkisi olduğunu düşünmesin. Bir burjuvanın çıplak ve doğrudan gelişen insan ilişkilerinde neyi sevip ve neyi sevmediği, neye kutsallık atfettiği ve neye etmediği asla kendiliğinden ve insan olmaya bağlı olarak belirlenmiş bir mesele olmadığını anlaya bilmek için, F. Engels’in ünlü eserine –Ailenin Özel mülkiyetin ve Devletin kökeni-, adlı muhteşem eserine, burjuvazinin tarihte en “devrimci” göründüğü dönemin romancılarından olan Honoré de Balzac’ın eserlerine –Eugenie Grandet, Fahişelerin İhtişam ve sefaleti, akla ilk gelenlerdendir- göz atmak bile yeterli olacaktır.
(Balzac, unutulmaz burjuva karakteri Eugenie Grandet ile servet sahibi olabilmek adına her türlü aldatmacayı yapabilecek bir burjuvayı resmeder. Gerçekçi edebiyatın bu başyapıtında Grandet karakterii yazarın isminin önüne geçerek Balzac’ın “Eugenie Grandet’in yazarı” olarak adlandırılmasına neden olmuştur-editör)
Sahip olduğu sıfatı hak eden otantik bir burjuva, kendi ailesine değil ama bir “mülkiyet kalesi” olan “evine” bağlıdır; onun tutkunluğu eşine ve çocuklarına karşı sahip olduğu tutkunluk değil ama miras olarak devredildiğinde zaman ve mekan üstü ve/veya ezeli ve ebedi bir varlığa dönüştürdüğünü var saydığı “özel mülkiyet” içine hapsedilmiş toplumsal servetin sürekliliğini sağlamış olmaya bağlı doğan tutkunluk olmaktadır. Örneğin, dikkatlice incelenince “Monsieur Grandet”nın biricik kızı Eugenie’ye karşı beslediği ve biriktirdiği servetle özleşen tutku böyle bir tutkunluk örneğidir; burjuva toplumunda yaşanan en çılgınca aşklar “fahişelerle” yaşanan aşklar veya fahişelerin yaşadığı aşklar olmaktadır (“Fahişelerin ihtişam ve sefaleti”)…
Oysaki burjuva toplumsallığı ve ailesi, E. Todd’un en önemli iki çalışmasında1 da utana sıkıla yansıttığı, kendi türünde biricik örneklemeler olmadığı gibi, insan varlığı bu türlerden başka ve kendi varlığını ürettiği ve böylece üreyerek insan varlığını bugünlere taşıdığı bir toplumsallık biçimi ve aile yapılanmasına da sahip olmuştur: İlksel komünal toplumlar ve ona bağlı aile yapılanması, sınıfsal yapılanma döneminde süregelen ve yakın tarihteki komünizm denemeleri… “Utana sıkıla” dedik, çünkü bir burjuvanın sahip olabileceği ideolojik ve siyasi art düşünceye sahip olan antropoloğumuz, yine de bilimsel bir düzlemde yani olguların oluşturduğu nesnel tabiatlı süreçler içinde kalabilmek için-veya en azından öyle görünebilmek için- olguları bütünüyle yok sayması gerektiğini bilir. Bu yüzden o genel olarak olguların düzeni ile oynayarak, onları manipüle edip etkisiz ve anlamsız kılarak iş görmekte, böylece kendi sınıfına yani burjuvazinin dünya görüşüne, bir “bilim insanı” olarak hizmet edebilmektedir. Nitekim öğretisinin bütün ağırlığını taşıyan temel bir kavram olan aile konusu ile ilgili olarak durum tam da bu merkezde seyretmektedir.
Bu yazımızla, E. Todd’un eleştirisine onun insanlaşma sürecine nazaran “tersine” bir yörüngeye angaje olmuş dünya görüşünün ve antropoloji ile ilgili sistematik olarak inşa ettiği ve kendi sınıfına hizmeti amaçlamaktan başka bir sonuç doğurmayan anlayışının eleştirisine “aile yapılanmaları” ile ilgili olarak söylediklerini konu edinerek devam ediyoruz. Bu doğrultuda ilk önce, bizim gibi konu hakkında etraflıca bir bilgi sahibi olmayan kesimin de faydalanacağı “genel bilgilerin” bir dökümünü yapacağız. İkinci aşamada ise öncelikle Todd’un bir varlık alanı olan aile yapılanmalarının insanlaşma sürecinde gerçekleşen farklılaşmasını konu edineceğiz. Aile ile diğer varlık alanları arasındaki ilişkilerin eleştirisi ise bir diğer yazının konusu olacaktır.
AİLE ve YAPILANMALARI
E. Todd’un “Aile Sistemlerinin orijini” (2011) ve “Nerede duruyoruz? İnsanlık tarihinin eskizi” adlı yüzlerce sayfalık iki “majör” eseri, onun bilim insanı kariyerinin özeti olduğu kadar, kaynağı referanslarla belirtilmiş bir tür antropoloji olan “aile yapılanmaları” üzerine bizim gibi konunun spesiyalisti olmayan araştırmacılar için oldukça zengin bir bilgi birikimini de barındırmaktadır. İtiraf etmeliyiz ki, bir yanıyla sistemli bir bilgi birikimi içeren her iki kitabını ilk defa elimize aldığımızda, son derece naif bir şekilde, bizim için de bir araştırma konusu olan “aile” ve “aileye dayalı kimliksel yapılanma” konusunda ileri sürdüğümüz görüşleri zenginleştirecek bir “bilgi kaynağına” sahip olabildiğimizi umut etmiştik.
Kitapları okuyup incelemeye koyulduğumuzda durumun hiçte bizim umut ettiğimiz gibi ansiklopedik bir bilgi kaynağı olmadığını, aksine elimizde tuttuğumuz yapıtların baştan sona ideolojik ve siyasi mayınlarla döşeli olduğunu fazla bir çaba harcamaya gerek kalmadan görmüş olduk. Ama bu geçici ve aslında beklenen hayal kırıklığı bizim antropoloğumuzun çalışmalarıyla olan ilgimizi azaltma yerine daha da arttırdı; öyle ya, biz de zaten uzunca bir süredir her şeyden önce bir “yaşam alanı” olarak gördüğümüz aile kurumu üzerinden gerçekleşen kimliksel yapılanmanın belli bir toplumsal sınıfın ideoloji ve siyaseti ile yüklü olduğunu tespit etmemiş miydik? O halde, aynı toplumsal yapılanmaya yüksek dozda ideoloji ve siyaset yükleyen bir burjuvadan, sadece “insanlık tarihi boyunca aile sistemleri” üzerine değil, ama onun burjuvazinin sınıf hakimiyetinin bir aracı olarak nasıl enstrümanlaştırıldığı konusunda da öğrenecek şeylerimiz de olabilirdi. Nitekim tam da öyle oldu… Sonuçta, bu bölümde Todd’un aile kavramı ve insanlık tarihi boyunca aile yapılanmaları konusundaki bilgi birikimini, okuyucuya, onun dünya görüşünün eleştirisiyle aktarmaya çalışacağız.
Genel olarak insani yapılanma ve özel olarak aile yapılanması
“Sistem” kavramı, birçok elemanın zaman içinde sürekliliği sağlanmış bir biçimde kendilerine ayrılan mekanda bir araya gelerek bir bütün oluşturması sonunda ortaya çıkan bir bileşimdir, kendisini oluşturan tek tek elemanlarla örtüşmeyen, yani onlardan daha başka bir biçimde ve aritmetik olarak ta daha fazla muhteva içeren bir bileşim: Tıpkı evren ile insan varlığı arasındaki sık sık gündeme getirdiğimiz ilişkide olduğu gibi. “Yapılanma” dediğimiz şey de genellikte “sistem” diye adlandırdığımız şeyden farklı olmayacaktır; o da zaman-mekan içinde süreklilik ve fonksiyonel bir biçim sahibi olan bir “entité” yani kendinde bir varlık oluşturacaktır. Ancak bu iki kavramı mesela özel olarak insanlaşma sürecinin içine sokarsak sonuç itibariyle önemli, hatta çok önemli olabilen farklılaşma oluşturabilecektir.
Bizim “insanlaşma süreci” dediğimiz şey, evrenin en uçunda ve maddenin özel bir biçimi olarak konuşlandırılan oluş biçimlerinden birisi olacaktır; “özel bir oluş biçimi” olarak sahip olduğu göreceli otonomiye sahiptir. İnsanın “göreceli bir otonomiye sahip” olması kendi varlığını, var olma şartlarından itibaren (toplum) ellerini ve düşünce yetisini kullanarak yaratmasıyla ilgili bir konudur. O halde insanlaşma sürecinin zaman mekan içinde yapılanması ve bir oluş biçimi haline gelmesi, insan denilen canlı türünün kendi eseri olarak gerçekleştirmektedir.
İnsanlaşma süreci, evrenin verilerini kullanan insanın kendi eseri olarak ve onun deney ve enerjisinin (emek veya hayat veren enerjisi) yoğunlaşmasıyla yapısallaşarak çeşitli biçimler de almaktadır. “Akıllı insan” olarak tanımlanan “homo sapiens” bu biçimlerden birisidir; ama Todd türünden siyasi ve ideolojik art düşünce sahiplerinin iddia ettiği gibi, bir bütün olarak insanlaşma sürecinin başlayıp biteceği türden yani onun içeriğinin tümünü belirleyen bir oluş süreci oluşturmaz.
Söylediklerimiz toparlarsak, insanlaşma süreci bahsinde “sistem” kavramından bahsettiğimizde evrensel sistemin bir parçası olarak mümkün hale gelmiş kendinde (en soi) insan varlığını söz konusu etmekteyiz. Buna karşın, “yapılandırma” veya “yapılanma” dediğimizde ise kendi enerjisini akıl yetisini de seferber ederek yoğunlaştırarak kendi varlık şartlarını (toplum) ve nihayetinde kendi kendisini yaratan, kendi için (pour soi) insan varlığını anlamaktayız. Yine de ilave etmeliyiz ki, insanlaşma sürecinde görülen evreler, yaratıcı insan faaliyeti üzerinde de etki yarattığı oranda, yapılanmada da etkili olacaklardır. Ama akılsız “akılcıların” iddia ettikleri gibi, tek başına akıl yetisi, eğer şu veya bu şekilde toplumsallaşmamışsa yani insanın kendi kendinin üretimi içinden onun sonucu olarak çıkmamışsa, yapılanma faaliyetindeki olası etkisi de olmayacaktı. İşte bu yüzdendir ki, antropoloğumuzun ve ona benzer akıl danelerin yaptığı gibi toplumsal yaratıcılığın yapılandırdığı özgün bir biçim olarak aile yapılanmasının “homo sapiens” ile başlatılması, ilerlemek için ayakları yere basarak değil ama kafası üzerinde bir çekirge gibi sıçrayarak ilerlemeye çabalayanların akıllara ziyan bir uydurmasından başka bir şey olmamaktadır. Bu konuda ısrarlı davranarak tekrarlara başvurmamızın nedeni, eleştiri konusu ettiğimiz Todd’un öğretisinin aile yapılanmasında olduğu gibi, “sapiensi” diğer bütün toplumsal karakterli yapılanmalarda da (o buna daha çok “sistem” demekte) insanlaşma içindeki bu türü başlangıç olarak deklare etmeleridir. Onun ileri sürdüğü biçimiyle insanlığa biçilen bu başlangıç, bütün yapılandırma veya yapılanma faaliyetlerinde sistematik bir yanlışa yol açmasa bile, anlaşıldığına göre en azından yanlışa özendiren bir tavra karşı gelmektedir. Gerekli gördüğümüz bu ön açıklamaları, sonraki söyleyeceklerimizin yanlış anlaşılmasına meydan vermemek için yaptıktan sonra çok özet olarak, aile yapılanmalarının aldığı başlıca üç biçim hakkında, Aile antropoloğu ve tarihçisi E. Todd’un eserlerinin eleştirisi temelinde bilgi verelim.
İnsanlaşma sürecinde ve aile ilişkileri alanında üç ana tipte toplumsal yapılanma biçimi gözlemlemekteyiz: Nükleer aile, kök aile ve komünoter aile tipleri. Yapılanmadaki bu ana farklılaşmanın yanında, özellikle de kadının statüsünün yukarı veya aşağı çekilmesine ve çocukların miras hakkından yararlanma veya yararlanamama durumuna, bireylere tanınan eşitlik hakkına ve de tek veya çok eşlilik prensibine vb. göre çok çeşitli alt veya yan biçimlere de ayrılabilmektedir. Ancak bizim, gerekli gördüğümüz durumların dışında, bu biçimleri irdelemelerimize katmayacağımızı belirtmemiz gerekmektedir.
Kabaca tanımlamak gerekirse, “nükleer aile” ana-baba ve çocuklardan oluşan aile yapılanmasına karşı gelmektedir. Todd’un aktardıklarından modern çağlarda ve toplumlarda –çünkü “nükleer aile” modern olarak görülmeyen çağlarda da görülmektedir- iki tip nükleer aile olduğunu gözlemlemekteyiz: 1) Bütün Anglosakson ülkelerde görülen ve aşırı bireycilik prensibine göre kurulu ve bu yüzden de çocuklar arasındaki miras dağıtımında eşitsizlik güden “mutlak nükleer aile”, 2) Buna karşın Fransız geleneğini (Paris Bölgesi esas alınarak) oluşturan ve miras aktarımı başta olmak üzere eşitlik prensibine göre yapılandırılmış “eşitlikçi nükleer aile”. Nükleer aile dışında görülen iki aile tipinin ortak özelliğinin “baba soylu” dolayısıyla da genellikle (yani istisnalar dışında) “erkek egemen” olduğunu gözlemlemekteyiz. Anlaşılacağı üzere, miras aktarımı ile ilgili “baba soyluluk” dediğimiz şey “erkek egemen” yapılanmanın zaman içinde sürekliliğinin sağlanmış olmasına işaret etmektedir.
Kök aile denilen şey, genellikle ilk doğan erkek çocuğun biricik mirasçı olarak tanındığı, bireylerin evlilikten sonra da bir arada yaşadığı yapılanma biçimine verilen addan başka bir şey olmamaktadır. Bu tipteki aile yapılanmalarına geleneksel olarak Almanya, Japonya, Kore, Fransa’nın güney-batısında rastlanmaktadır.
Komünoter aile tipi başlıca iç ve dış evlenmeli olarak iki guruba ayrılmaktadır. Diğeri gibi erkek egemen olsa da, babanın ölümünden sonra kardeşler arasında miras dağıtımında eşitlik gözlemlenmektedir. Asya’da çok yaygın olmasına karşın, Rusya’da, Balkanlarda orta Fransa ve İtalya’da da rastlanmaktadır. Türkiye’de de yaygın bir şekilde gözlenmesine karşın, Todd bize Ege ve Akdeniz bölgelerindeki Türklerde nükleer tipteki aile yapılanmasının hakim olduğunu bildirmekte.
Genel bilgilendirmeyi bitirmeden önce şu olgunun altını özellikle çizmemiz gerekmektedir: Günümüzde en yaygın, dolayısıyla ülkelerin hukuk sistemleriyle de korunduğundan en hakim aile yapılanması ve dolayısıyla da “resmi” olan biçim “nükleer” olan yapılanma olmaktadır. Bütün burjuvalar gibi “modernleşme” üzerine canhıraş nutuklar atsa da, “bit pazarına nur yağdırmaktan” pek çok hoşlandığı anlaşılan antropoloğumuz, sadece son iki yapılanmayı sanki toplumsal pratiğin ayrılmaz ve kaçınılmaz bir biçimde belirleyicisi olarak görüp göstermekle kalmamakta, aslında zaman ve mekanda sürekliliği tarihsel fasılalara rağmen ortada olan “nükleer aile” tipini de olmadık ideolojik soslara bulayarak görülmez veya anlaşılmaz kılmaktadır; tıpkı bu bahissin tümünde sürekli gündeme getireceğimiz gibi…
Nükleer aile yapılanması “ilkel” midir?
E. Todd’un sıklıkla gündeme getirdiği ve bütün öğretisini üzerine inşa ettiği düşünce günümüzdeki “nükleer aile” yapılanmasının ilkelliği düşüncedir. Kendisi bu düşünceye, ötede beride unutularak izole olmuş topluluklar içinde –Amazonlar’da ve Yeni Gine’de rastlanıldığı türden- kalakalmış birkaç kabile veya klan dışında tüm yer kürede ortadan kalkmış aile yapılanması tipini, günümüzdeki kapitalist sisteme endeksli toplumsallaşma içinde resmi bir şekilde ve yerleşik düzen yasalarınca korunduğundan hakim konumda olan “modern” olarak adlandırılması adet olmuş nükleer aileyi karşılaştırarak ulaşmış ve kendi ideolojik ve siyasi art düşüncelerinin yardımı ile de böyle bir saplantıya sahip olmuştur.
Biz, antropoloğumuzun ileri sürdüğü bu düşüncenin diğer tezlerinde olduğu gibi ölçülüp biçilmiş bir “siyaset mühendisliği” eseri olduğunu düşünmekteyiz ve ailenin bizzat kendisinin tanımladığı aile yapılanmasının evrimine bütünüyle ters düştüğü görüşündeyiz: “Tersine dünyanın” burjuva bilim insanının tersyüz edilmiş gerçekliği! Kendisine yönelttiğimiz bu soru altında onun geliştirdiği düşünceleri eleştiri altına yatıracağımız, anlaşılmıştır, sanıyoruz; ama önce bu görüşlerin okuyucu tarafından iyi ve sistematik bir şekilde takibi için, sorduğumuz sorulara ilişkin olarak aralıklı bir şekilde ve oldukça uzun tuttuğumuz sorduğumuz alıntıları aktarmayı uygun görmekteyiz:
1) Nükleer aile bir “hortlak” mıdır?
“Tarihsel ve sosyal bilimlerin standart modeli, nükleer ailenin ve “birey”in ortaya çıkışını batının uçuşa geçmesinin bağrına yerleştirirler.
Birinci safhada, nükleer aile geçmişin büyük ailesinin boğucu kütlesinden ortaya çıkmıştır … 1960’lı yıllardan (itibaren) yakın ve aktüel olan ikinci safhada ise nihayetinde kendisini nükleer aileden dahi özgürleştirmiş olan “saf haldeki birey” doğmuştur. Bireyciliğin ikinci safhasında, erkek ve kadın arasındaki eşlilik durumu ilişkinin süresini önemsiz kılan bireyler arası geçici birleşmeler ile yer değiştirmektedir; bir gecelik ilişkiden tutun da bir ömür boyu süren veya cinsi (seksüel-BN) ilişkiyi esas alan ilişkilerde olduğu gibi. Boşanma, yeniden birleşmeler, homoseksüellik, cinsiyet değişimi aile sistemlerinin yapılarını oluşturmaktadır.” (s. 26)
“Homo Sapiens’in ortaya çıkmasından beri aile, kompleks halden basit hale doğru değil ama basitten kompleks hale doğru evrimleşmiştir. Kadının statüsünün aşağılara çekilmesi onun katılaşmasının esasa dair olan bir elemanıdır. … / … Baba soyluluğun ilk etabı olan kök aile ve orta İtalya’nın dış evli komünoter ailesi baba soyluluğun iki etabını oluşturmaktadır.” (s. 27)
“(Bu arada) baba soyluluktan iki soyluluğa doğru, yani karmaşıklıktan basitliğe doğru bölgesel olarak tersine işleyen epizotlar da tespit edilebilir. Bu tersine işleyişlerin mekanizması kadının statüsünün yükselmesini de öngörmektedir.” (s. 28)
“Batının teknolojik ve ekonomik modernliği daha çok arkaik olan aile sistemleriyle uygunluk göstermektedir.
Kadının tamı tamına gerçek olan özgürleştirilmesi sadece insanlığın ilkel halinin radikalleşmesi olmaktadır. Homo Sapiens aile planlamasına (çocuk aldırma) hiç de karşı değildi. Aynı şeyi homoseksüellerin hakları için de söyleyebiliriz; çünkü antropologlar tarafında etüt edilen ilkel komünote kalıntılarında çok az homofobiye rastlanmaktadır.” (s. 29)
E. Todd’un aile konusunda ileri sürdüğü, aktardığımız bu uzun önermeler manzumesinde aslında onun öğretisinin bütün öğeleri ve bizim ona baştan beri yönelttiğim bütün esasa dair eleştiriler yerli yerine oturuvermektedir. Biz de mümkün olduğu kadar onun vahim hata ve yanlışlarının alıntılarda bıraktığı izi takip ederek tek tek sıralamaya çalışalım.
Daha önce antropoloğumuzun, “geçmişte kalan aile yapılanmaları ve diğer dini-ideolojik nitelikteki yapılanmaların güncel toplumsal tabiatlı olay ve süreçlere müdahil olmaktadır” şeklindeki tezini eleştirmiştik. Hatırlatmak için belirtmemiz gerekmektedir ki, örneğin o, “dinsiz” olarak nitelediği Fransa’nın Paris Bölgesinde her şeye rağmen katolisizmin etkileme gücü olduğunu belirtmiş ve bu tür bir etkiye “zombi Katoliklik” yani hortlamış olan bir dini inanç yaftası yapıştırmıştı.
Aktardığımız birinci alıntıda söyledikleri ise bize, “zombi etkisi” yaratma olayının, belli bir döneme bağlı inanç ve toplumsal davranış ve düşünme biçimleriyle ilgili etkisi çok zayıflanmış bir unsurun olağanüstü bir durumda yeniden aktive olması değil, ama topyekun bir şekilde geçmiş zamanın hortladığı ve hatta hiç ara vermeden, insanlık süreci başta olmak üzere insana (hatta evrene) dair bütün süreçlerin değişmeyen yönü olduğu, bu arada gerçekleşen değişim ve başkalaşmaların gerçekte sadece geçmişte senaryosu bir kereye mahsus yazılan senaryonun basit bir “repetisyonu” yani tekrarından ibaret olduğu, dolayısıyla da gerçekte bütün olup biten hikayelerin aslında “devrim” içersin veya içermesin, kesintisiz bir eskinin yeniden doğuşundan ibaret olduğu düşüncesine kadar sürüklemektedir. Ama yine de bu işin onun gibi siyaset mühendisleri için bile kolay bir mesele olmadığı ortada olan bir olgudur ve bu onun olmadık manevralara giriştiğinde belli olmaktadır.
Yaptığımız alıntıda kolaylıkla gözlemleneceği üzere, ilk paragrafta açık ve seçik bir biçimde aile yapılanması ile insanlaşma sürecinin yapılanması “bireyleşme” kavramı ile birbirlerine bağlanmaya çalışılmaktadır. Bizce de insanlaşma ile aile yapılanmasını “bireyselleşme” eksenli olarak bir araya getirerek ilişkilendirme çabası kabul edilebilir bir şey olabilirdi, çünkü neticede hem bu iki süreç ve hem de evrendeki insan varlığının toplumsallaşma ile birlikte bir diğer bileşenini oluşturan “bireyleşme” süreci doğal olarak her iki yapılanma biçimini de ilgilendirmiş olmaktadır. Bireyleşmeyi yaratan nükleer -veya değil- olan herhangi bir “aile yapılanması” değil ama insanın kendi kendisini yaratma faaliyetinde hayat enerjisi yüklü bireyselliğin kolektif olarak “üretim” faaliyetine geçmiş olmasıdır. Aile yapılanması; bireyselliğin ve toplumsallığın karşılıklı olarak birlikte üretildiği insanlaşma sürecinde, kadın ve erkeğin bireyleşme ve toplumsallaşma sürecinde olduğu gibi bir araya geldiği ve insan türünün biyolojik sürekliliğini sağlama uğraşında inşa edilen öznel ve bir o kadar da özel toplumsal ilişki türünün ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır.
Eğer çiftler arasındaki gerçek bir aşk ilişkisine dayanıyorsa gerçekten “öznel” olan ve genel insani üretimin yanında gerçekleştirdiği işleve bağlı olarak “özel” de olan bu toplumsal ilişkinin işlevi, bireyleşmeyi tek başına yaratmak değil ama bireyselleşmeyi her daim gündemde tutmasına bağlı olmaktadır. Diğer yandan, en mükemmel biçimiyle öznel ve özel bir ilişki türü olan aile yapılanmasına dayalı bireyleşmenin bir de “effet pervers” (sapkın veya istenmeyen sonuç) sonucu daha var olabilmektedir. Daha çok ideolojik ve siyasi kaynaklı olan bu sonuç aşırı bireyleşme ve/veya bireycilik.
Aile yapılanması ile ona göre aşkın bir toplumsal yapılaşma doğuran insan varlığının zaman içinde sürekli ve mekan içinde değişken ilişki biçimlerinin bu iki beklenmeyen sonucu, eğer aynı düzeyde aşırı bir toplumsal yeni bir biçim alış hareketi ile dengeye getirilemezse, insanlaşma sürecinin bütünüyle dumura uğratılarak dağıtılmasını da doğurabilecektir. Aslına bakarsanız, bütün bilinçaltı anti-komünizm ve burjuva hizmetkarlığı ile belirlenmiş olan antropoloğumuz, durumun farkına varmış olacak ki, bilinçdışı (en masum haliyle) bir hamleyle aniden hayatın harmanlandığı maddi evreni ve doğrudan algılara seslenen olgular dünyasını terk ederek “hortlaklar” evrenine yatay bir geçiş yapmaktadır. Nitekim, ikinci paragrafta uydurup kaydırarak, ilmi sadece kendinden saklı, hortlaklar dünyasından söküp alarak piyasaya sürdüğü o şaşaalı “saf haldeki birey” kavramı, üzerine Todd’un serptiği antik çağlardan kalan tozlar üflenip temizlendikten sonra ortaya serilen gerçek şu olmaktadır: Kapitalist sistemin biçimlendirdiği ve neoliberal ideolojinin insanlığını hortumladığı, tabidir ki aşırı bireycileştirilmiş ama bunun farkında olamayacak kadar başına gelenlere yabancı, eşyalar evrenine dair her şey olabilen ama insanlaşmanın evrenine en yakın konumda olmanın göstergesi olan “aşık olma” yetisini bütünüyle yitirmiş, genellikle üreme faaliyetine fonksiyonel olarak yatkın ama partneri kim olursa olsun bütün cinsi faaliyetlerden sadece “bireysel tatmin” bekleyen ve bu yüzden de kurduğu ilişkilere nasıl başlayacağından çok ne zaman bitireceği ile ilgilenen, (vb.) türünün çürümeye yüz tutmuş versiyonuna karşı gelen bir yaratık! Fransa toplumu söz konusu olduğunda, bu türden insan türüne karşı yabancılaşma seviyesi ülke ortalamalarının çok üzerinde seyreden Weberci anlamda “ideal-tipik” bir örneği de bulunmakta: Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron! Hemen belirtmemiz gerekmektedir ki, “Emmanuel” adının bizim hortlaklar evrenine bel bağlamış olan antropoloğumuzla olan benzerliği “saf” bir isim benzerliğinden ibaret olmaktadır.
Böylesi bir aşırı bireycileşmenin kapitalist sistemin ürettiği bir yan ürünün olarak ortaya çıkışı ve onun “nükleer tipte” bir aile yapılanması ile, ne avcı toplayıcı tipteki genel toplumsal yapılanma ile ne de onun döneminde görülen nükleer aile yapılanması ile bir ilgisi bulunmaktadır; veya bu ilişki sadece Emmanuel Todd ile Emmanuel Macron arasında görülen isim benzerliğinden başka bir şey değildir. Aynı şekilde, burjuva versiyonu altında “erkek karşıtlığı” temelinde kurulacağı iki cins arasındaki ilişki eşitlikçi biçim ile avcı toplayıcı dönemin kadın ve erkek arasındaki doğal işbölümü temelinde “birbirilerini tamamlayıcı” türdeki eşitlik arasında basit bir isim benzerliğinin dışında bir ilişkinin bulunmadığı gibi. Yine aynı şekilde, bırakalım “avcı toplayıcı” türdeki toplumlarda görülen homoseksüelliği, “Bonobo” türünden maymunlarda da sıklıkla görüldüğüne şahit olduğumuz doğallığıyla, neoliberal dönemin karşı cinsin değillenmesi ideolojisine dayalı siyasi ve ideolojik bir biçim almış olan homoseksüellik arasında, isim benzerliğinden yani görünüşte mevcut olan bir ilişkiden gayrı bir ilişkinin bulunmadığını düşünmekteyiz. Diğer yandan, avcı toplayıcı toplumlarda “cinsiyet değişimi” konusunda gelişkin teknik imkanlara sahip olunduğu konusu bütünüyle bizim bilgimiz dışında olduğundan, bu konuda yazardan açıklama beklemekteyiz. Ancak gerekli olarak tespit edilip talepte bulunulduğunda bu tür pratiğin (cinsiyet değişimi) yapılmasının, bugünkü ticari ve ideolojik kullanım alanı olmasının dışında, bizim için bir itiraz konusu teşkil etmediğinin de bilinmesini istemekteyiz.
Yaptığımız bu ön açıklamalarda sonra sonuç olarak şunu açıklıkla belirmeliyiz: E. Todd, anahtarı kendinde meskun “hortlaklar” dünyasından, bireyleştirdiği oranda toplumsallaştırarak insanlaşma sürecinde baştan beri var olagelen avcı toplayıcı veya “ilkel komünal toplum” olarak da adlandırdığımız toplumu çıkarıp doğasını değiştirerek, onunla bir cesede dönüşmüş kapitalist toplumun tarihsel açmazlarının üstünü örtmeye çabalamaktadır. Todd’un bütün yaptığı, avcı toplayıcıların aslında neoliberalizmin idolleştirdiği aşırı bireyci sapkınlığa hiç ama hiç benzemeyen bireyselliğini birbirine karıştırmak ve sonra hazırladığı bu çamurdan var ettiği “ilkellik idealdir” gibi bir safsatalarıyla günümüzde insanlığı tehdit eden bütün kapitalist vahşeti uzak geçmiş adına kutsamaya çabalamaktadır.
Todd’un bu bir burjuva bilim insanının bilinçaltının ürünü olan ve daha çok “siyaset mühendisliği” alanına giren manevraları, inandırıcı olmak için zaman zaman okuyucunun beklentilerine uygun bir olgusallık silsileleri ile bezenmektedir.
2) Neden ve nasıl nükleer yapılanma ve hangi bireysellik?
E. Todd’un bir burjuva olarak kendi dışındaki olaylara taraflı yaklaşmasına bağlı olarak “amnezik” bir kafa yapılanması ve düşünce biçiminin sahibi olduğunu, netice itibariyle de bir bilim insanı olarak “bilimsel amnezi” yani olayları tanımlamada ve onların birbirleri ile ilişkilerini tespit etmede deformasyon gerçekleştirerek, kendi sınıfsal yapısından doğan hastalığını çevresine yaymaya çalıştığını belirtmiştik. Onun bu yanına yukarıda bir örnek verdikten sonra, öğretisinde bir gezintiye çıktığımızda attığımız her adımda aynı arazın karşımıza çıktığını tespit edebildiğimizi belirtmemiz gerekmektedir. İşte size esasa dair bir başka örnek daha:
“Aile aslında nükleerdi ve bu antropolojik biçim, tam olarak söylemek gerekirse, icat edilmemiştir, çünkü o doğuş halindeki homo sapiensin ailesinin biçimidir. Bunun yanında, eşleri Avrasya kütlesini hakimiyeti altına alan baba soyluluk ilişkilerine yerleştirmiş olan komünoter aile tarihin yarattığı biçimlerdendir. Bu aile biçimlerinin varlığı beş bin yıla yayılan deneyler ve kristalize olmaların sonucunda oluşmuştur; süreç ise sitelerin ve yazının doğuşu ile Mezopotamya’da başlamıştır.
Tarımın gelişiminin her yerde aile gruplarının yoğunlaşmasının ve erkeklerin arasındaki ilişkilerin yapılanmasının arkasındaki neden olduğuna benzemektedir. Bu fenomeni icat ettiğimiz baba soylulaştırma terimi ile ilgili olarak gösterebiliriz.” (s. 27)
Öncelikle şu başı ayak yapmaktan başka hiçbir işe yaramayan “doğuş halindeki homo sapiens” saçmalığından, bu uzunca alıntıdaki karşılığı sabit olan olgular kümesini arındırmakla işe başlayalım. Sonra aynı cümlenin başlangıcında “nükleer ailenin” hemen yukarıda belirttiğimiz üzere “icat edilmediği” olgusuna geri dönelim.
Olgu bu haliyle tam açık olmasa da anlaşılabilir olmaktadır. Çünkü tekrarlayarak belirtmemiz gerekmektedir ki, nükleer tipteki aile yapılanması diğer bütün aile yapılanmaları gibi “özel” ve “öznel” tipte bir toplumsallaşmanın ürünü olarak insan türünün kendi kendisini yaratması faaliyeti içinde ve sonucunda gerçekleşir. Onun “öznel” olması bireyselleşme olmadan düşünülemeyecek olmasında olduğu gibi, aynı zamanda “üreme” faaliyetinin de işin içine karışmasıyla iki ayrı cinsten oluşan bir çiftin “özel” olarak oluşturduğu bir ilişkinin zaman mekan içinde süreklilik kazanacak şekilde yapılanması ile oluşmuş olmasıyla ilintilidir. Ancak bundan sonraki bütün yanlış anlamaları şimdiden bertaraf etmek için belirtmek gerekmektedir ki, buradaki “özel” kavramının çiftin çok daha sonraları, Mezopotamya’da ortaya çıkmaya başlayan “özel mülkiyet” ile ilişkili değil ama “üreme” veya “sahiplenme” yoluyla ortaklaşa sahip olunan yeni bir “öznel” bireye bağlı olan bir özelliktir.
O halde, nükleer aile evrendeki insan varlığının kendisi gibi “icat edilmiş” bir yapılanmadır; ama onun olduğu gibi bütün diğer aile yapılanmalarının da “icat edilmiş” olması, onları doğal olarak birbirlerinden ayıran bir özellik olmamaktadır, zaten olamazdı da. Nükleer tip ile diğer iki başlıca tip olan kök ve komünoter aile yapılanmalarının farklılaşmalarının nedenini, onların arasındaki yapısal farkı, “icat edilmiş” yapılanmalar olarak aynılaştırılan zaman mekana dair şartların farklılaştırılmasında aramak gereklidir. O halde, avcı toplayıcıların nükleer ailesinde insanın kendi varlığını yine kendisinin üretmesi olgusu, somut olarak sürecin bireyler tarafından biricik zenginlik ve yaşam kaynağı olan doğanın kendilerine yararlı hale getirmesi faaliyetiyle, aile içinde kadın erkek arasında var olan eşitlik prensibinden itibaren ve çiftin birbirlerini karşılıklı bütünleyen işbölümü ile gerçekleşmektedir.
Dolayısıyla, başlıca üretim ve tüketim kaynağı olan doğanın sahiplenmesi kolektif olarak gerçekleştirilmekte ve bu yüzden onu bir “üretim aracı” olarak bireyin veya herhangi bir nükleer yapılanmanın “özel mülkiyetine” geçirmek abesle iştigal etmek olacağından dolayıdır ki, bütün insan türü için ve insan türü tarafından aslında icat edilmiş olan nükleer aile, tıpkı doğa bir veriymiş gibi verilmiş bir şey olarak kabul görmekteydi. Ama bizim “amnezik” antropoloğumuz, kendi öğretisine uygun düşer diye belli bir aile yapılanmasıyla doğa arasındaki ilişkiyi, tıpkı sapiens’ten öte gerçekleşe gelen insanlaşma süreci gibi görmezden veya anlamazdan gelmektedir.
Todd’un doğru bir biçimde işaret ettiği gibi beş bin yıl öncesinin Mezopotamya’sından itibaren insanın kendi varlığını üretmesi (veya yaratması) faaliyeti ile birlikte işler sarpa sarmaya başlamış, “koyun kuzusunu”, eşler birbirlerini ve ana babalar ve çocuklar karşılıklı olarak tanıyamaz olmuşlardır. Çünkü: 1) Zenginlik kaynağı, doğaya bağlı olarak kalmaya devam etse de, artık zenginliğin ölçüsü, avcı-toplayıcılık faaliyetinden tarımsal üretim faaliyetine geçişle birlikte, ambarlarda biriktirilen tahıl ve vb. besin maddeleri ve dağlarda çobanların güttüğü koyun ve büyükbaş hayvanların sayısı ile ölçülmektedir; 2) Hayat enerjisini (işgücü) dönüştürerek elde edilen bu zenginlikler o dönemde başlıca üretim aracı olan toprağın ve yine bir iş aracı statüsüne indirgenmiş olan insanın (köle) özel mülk haline getirilmesiyle gerçekleştirilebilmiştir; 3) Özel mülkiyet sahiplerinin zenginliklerinin bir kısmını toplumsallaştırarak kendi icat ettikleri yeni yapılanma biçiminin zaman mekan içinde sürekliliğinin sağlanması için “Devlet aygıtı” icat etme yolunu da tutmuşlardır; 4) Bu durumda, yine icat edilen yeni yerleşim yerleri olan “şehir-devletlerde” iç içe var olmaya çalışan iki toplumsallık biçimi var olmaya başlamıştır: Birincisi evrendeki bütün insan varlığını üreterek var olmaya çalışan emekçi-köleler, ikincisi ise sömürerek ve üreticilerle birlikte ürünleri tüketerek var olan, “özel mülkiyet” ve “köle sahibi” efendiler…
Tanımını yapmaya çalıştığımız bu yeni genel toplumsal yapılanma biçimi, üretici güçlerin gelişim seviyesine katılan “bilimsel-teknolojik” yeni uygulamalar gibi yeni faktörler ve üretimin şartlarına doğrudan müdahil olan sınıf savaşları gibi siyasi hareketlilikler sayesinde, zaman mekan içinde “feodalizm” gibi, “kapitalizm” gibi sınıflı toplumsallığın başka biçimleri beş bin yıldan beri insanlaşma sürecini belirleye gelmişlerdir. Ama bu süre zarfında ortaya çıkıp gelişen sınıfsal yapılanmaların genel olarak toplumsal yapılanmaları belirlediği gibi, aile yapılanmalarını belirlemiş olduğu da kolaylıkla anlaşılacaktır. Nitekim avcı toplayıcılıktan sınıflı toplumsallığa geçişle birlikte, “yapılanma” dediğimiz şeyin kendisi de köklü bir değişime uğradığından, aile dediğimiz “öznel” ve “özel” yapılanmanın bizzat kendisi de bununla birlikte değişime uğramıştır. İşte tam da bu yüzdendir ki, aile yapılanmasının birinci aşamadaki nükleerliği ile kapitalist sınıflı toplumdaki nükleerliği arasında ancak bir isim benzerliği bulunmaktadır ve olmadık düşünsel atraksiyonlarla daha başka bir benzerlik yaratmaya çalışmak, tıpkı kapitalist sistem gibi “çürümüş” olan bir bilimselliğin emaresinden başka bir şey olmayacaktır.
Toplumsal sınıflar ve aile yapılanmasındaki farklılıklar:
3) Sınıfsal yapılanmanın sıkıştırdığı aile yapılanmaları: Kök ve komünoter aile.
Avcı toplayıcı topluluklar, belli bir mekana sığmayan ve zamanda ve mekanda da önü açık toplumlar olmuş olsa gerektir. Bunun nedeni tabidir ki öncelikle bu toplulukların “açık fikirli” ve en azından bugünkü anlamda “aydın fikirli” bireylerden oluşmuş olmalarından ileri gelmemektedir. Biricik yaşam kaynakları olan doğanın önünün yeni besin maddelerinin barındırma imkanı anlamında açık olmasıyla ilintilidir bu açıklık; onların “aydınlığı” içine düştükleri hayati telaşı içinde sürekli olarak bilgi ve başlangıçtan itibaren en iyi yaptıkları şey olan Homo Sapiens’in gün yüzü görebilmesini sağlayan “soyutlama yetisini” kazanmayı bir anlamda da gerekli kılan çok zengin deney, yani paylaşılabilir bilgiye dönüştürülecek “materyal” biriktirme ile tanımlanmalıdır. Bu toplulukların insanları, evrenin bir parçası olmaya devam etmek üzere paylaşımcı ve sürekli hareket halinde olduklarından, bu yüzden de hiç beklenmedik durumlara intibaklarını sağlayabilmek için davranışlarında esnek ve esnek oldukları oranda da bireysel davranabilen, bireysel davranabildikleri oranda ise her zaman eskisinden daha fazla yaratıcı, her zaman daha fazla yaratıcı ve bireysel oldukları oranda toplumsal da olabilenler olarak, serüvenlerinin geri kalan kısmını “Homo Sapiens” adı altında devam edebildiler.
Bununla birlikte, az gidip uz giderek ve neticesinde de bir arpa boyu yol kat ettikten sonra çıkınlarında arpa-buğday taneleri olduğu halde “avcı toplayıcı” olarak binlerce yıl süren yolculuğun sonunda insanoğlunun yolu uzunca bir süre mola vermek üzere Göbeklitepe’ye düşer. Düşüş o düşüş! Yaklaşık 12 bin yıldır bu mekanı ancak yeni Göbeklitepeler veya onların daha geliştirilmiş versiyonları olan şehirler ve devletler kurmaya devam ederek evrende kendilerine ayrılan zaman mekanı doldurmaya devam etmektedirler. Yolun bundan sonrasında “aile içinde” olup bitenin neler olduğunu önce antropoloğumuzdan dinleyerek biz de eleştirimize devam etmeye çalışalım:
“Tarımın icadından 6 bin yıl sonra, öne İÖ 3 bin yıl müddetince Mezopotamya’nın güneyinde Sümer’de ilk çocuğun öncelliğinin ortaya çıkmasıyla aile tiplerinin farklılaşması başlamıştır.” (s. 53)
“Baba soyluluk prensibi, bütün erkeklerin, bütün savaşçıların bir düzenini, bir klasmanını tanımlar. Bir klan, sivil hayattaki bir ordu, daha da önemlisi savaşçılardan müteşekkil bir sivil toplumdur. Fethetmek onun kaderidir.” (s. 59)
“Ve yazının icadı her zaman Avrasya’da kök ailenin ortaya çıkmasıyla birlikte oluşur.”(s. 65)
“Almanya ve Japonya’da hakim olan, babanın otoritesi ve kardeşlerin eşitsizliği üzerine kurulu tek varisli sistem olan kök aile, etnik merkezli otoriter ideoloji ve hareketleri modernleşmeye geçiş şartlarında tercih etmiştir. “ (A.S- s. 14)
“Baba soylu yapılanma (komünoter ailede-BN) ekonomik üretimi, dini ritüelleri, savaşı ve yağmayı organize eder. Bunun yanında baba soyluluk ideoloji mutlak bir baba yerleşimciliğini ve kadının statüsünün azami surette aşağılara çekilmesini beraberinde getirmez.” (A.S- s. 117)
“Sibirya’nın kuzey doğusunun en aşırı ucunda baba soyluluk kaybolmakta, homojen bir ikili yerleşim yeri gözlenebilmektedir.’ (A.S- s. 120)
Aktardığımız önermelerde ortaklaşa olarak aile yapılanmaları ile toplumsal yapılanmalar arasında mevcut olan ilişkiler anlatılmak istenmektedir ve olanı biteni tam olarak yansıtabilmiş olsaydı söylenenlere karşı bizim de hiçbir itirazımız olmayacaktı. Ama durum hiç de öyle görünmemekte; özellikle de toplumsal yapılanmanın tam olarak yansıtılmadığı gibi, ailenin yeni yapılanmada neden ve nasıl yeni bir biçim aldığı da belirtilmemektedir. Şöyle ki 12 bin kadar yıl önce sadece tarım toplumuna geçilmemiş ama yerleşik hayata da geçilmiş olunmaktadır ve bunun üzerinde toplumsal yapılanma, önceki yaşam alanlarının evvelce yerküreye açık olmasına nazaran yeni üretim tarzı ile birlikte daralarak “ekili araziye” ve hayvancılığın yapıldığı “otlak arazilerine” kadar daralmış olmaktadır. Bu ilk geçiş döneminde, Todd’un da başka bağlamda belirttiği gibi, nükleer aile feshedilmediği gibi üretim ve besin kaynağına giden yol duruma göre avcı toplayıcılık faaliyetiyle kombine bir şekilde yürütüldüğünü bilmekteyiz.
Neticede, üreticilerin genellikle faal olarak katılımı üzerine yükselen birinci dönem tarımsal faaliyetle birlikle başlayan yeni toplumsal yapılanma, süreçte Mezopotamya ve Sümerlerle birlikte yeni ve temelli bir sıçrama daha kat ederek sürece “toplumsal sınıflar”, üretim araçlarının özel mülkiyeti –ki buna köle sahipliliği de dahil edilmelidir- ve eşitsizlik prensibi gibi faktörleri de ilave ederek, gündeme gelen Devlet teşkilatından da destek almaktadır. Bu güne kadar devam eden sınıfsal yapılanma, avcı toplayıcılıkla temelli bir kopuşu gerçekleştirirken, bir yandan bireylerin “yaşam alanı” dediğimiz şeyi “özel mülkiyet” sınırları içine sıkıştırırken, diğer yandan sıkışan ve bir taraftan ajite olurken diğer taraftan daha da yoğunlaşan insanlar arası ilişkiler ile birlikte zaman da hızlanmış olacaktır.
Anlaşılacağı üzere bu işleyiş veya toplumsal oluş biçimi, toplumsal sınıfların yeni yapılanmanın matrisi olması dolayısıyla, yukarıdan aşağı doğru hiyerarşik bir şekilde gerçekleştirilmektedir. Geçmiş dönemlerin aksine olarak, bu dönemde yaratma faaliyeti ve ona bağlı olarak toplumsal yapılanma üreticilere göre değil ama tüketicilere –sömürücülük anlamında- göre gerçekleşmeye başlamış olmaktadır. Bu yüzden de yine bu dönemde başlayan sınıf mücadelelerinin hedefinin, her fırsatta altını çizdiğimiz üzere, sadece zaman içinde çeşitli biçimlerde karşımıza çıkan sömürgenlere karşı emeğin kurtuluşu olmaktan çıkıp, insanlığın kurtuluşunu da hedeflemesi söz konusu olmaktadır.
Böylece “özel mülkiyete” hapsedilerek sıkışan toplumsal mekan ve sınıf mücadelelerinin sökün etmesiyle birlikte hızlanarak “tarih” adını alan toplumsal zaman, toplumsal ilişkileri hızlandırdığı oranda yeni durumda kalıcı ve yaygın bir bilgi alışverişi biçiminin, yani yazının da yine Sümer topraklarında icat edilmesini beraberinde getirdiği anlaşılmaktadır. Ama yeni toplumsal yapılanmaya bağlı olarak icat edilen tek şey tabidir ki yeni ve hızlanan zamana direnen yeni bir iletişim biçimi olan “yazı” değildi”; aile yapılanmalarının da yeni durumun gereklerine göre değişmesi gerekecekti. Nitekim paylaşım ve kadın-erkek arasında tamamlayıcılık üzerine kurulu avcı toplayıcı dönemin nükleer ailesi yeni yapılanmada doğal olarak yer bulamadığından, insanlaşmanın merkezinden bir “kalıntı” halinden periferiye –alıntıda Sibirya’nın tundraları belirtilmiş- doğru kapı dışarı edilecek, “baba soyluluk” geleneği icat edilip kurumlaştırılarak, kadın ve erkeğin arasına aşılmaz bir duvar olarak dikilecektir. Bugünden bakılınca, insanlığın üstüne çöreklenmiş en büyük felaket olarak rahatlıkla adlandırabileceğimiz sınıflı toplum yapılandırılması, gerçekleştirdiği icatlarda çocukları da ihmal etmeyecek, ilk ortaya çıkan kök ailede, hepsini “özel mülkiyetin” içine bir torbaya un basar gibi “öznelliği” kaybolmuş şahsiyetsiz un taneleri gibi sıkıştıracak, ve baba soyluluğun el verdiği “en büyük erkek kardeşi” de bu un çuvalının biricik sahibi olarak ilan edecektir.
Kök aile, Sümerlerden çok sonraları, Reform öncesinin Almanya’sında ve Asya’da Japonya’da da çok da uzak olmayan tarihlerde görülmektedir. Todd, kök ailenin “teknolojik becerilerin aktarılması” olayında fonksiyonel bir kolaylaştırıcılığa sahip olduğunu belirtmektedir; ama onun bu tip aile yapısının Almanya ve Japonya gibi ülkelerde bu tip ailenin ortaya çıkışını gerekçelendirmesini “evlere şenlik” olarak değerlendirmekteyiz: “(kök aile) etnik merkezli otoriter ideoloji ve hareketleri modernleşmeye geçiş şartlarında tercih etmiştir…“. İyi, güzel de neden ve nasıl? Sakın bunun nedeni, İngiltere ve Fransa gibi ülkelerde kapitalist üretim biçiminin gelişim aşamasında meta sirkülasyonunu sağlayan “milli pazarın” küçük çaplı “Lander”lere (bölgesel devletçiklere) bölünmüş Almanya’da ancak tam anlamıyla Bismarck döneminde kurulmuş olması, olmasın? Antropoloğumuzun “toplumsal sınıf” ve “kapitalizm” gibi sözcükleri ağzına almaktan adeta fellik fellik kaçtığı baştan beri zaten bilgimiz dahilindeydi. Ama Almanya’da daha önce görülmeyen “kök ailenin” ülkeye lütfedip (!) gelerek “etnik merkezli otoriter ideoloji ve hareketleri” seçmesi ve onlara bekçilik yapması, işte budur bizim “evlere şenlik” olarak değerlendirdiğimiz mesele!
Gerçeğe en yakın senaryo ise bizce, Almanya’nın Lander’lerinde gelişmekte olan kapitalist tipteki meta üretiminin bu “ülkeciklere” hakim olmaya başlamasıyla başlayan genel toplumsal yapılanmanın eski aile yapılanmasını dağıtmasıyla oluşmuş duruma en uygun aile yapılanması olduğu anlaşılmaktadır, kök aile yapılanmasının. Diğer bir deyişle, kök aile tipi yapılanmanın Lander’leri arayıp bularak orada “modernleşmeye geçiş şartlarını”, doğrusunu ifade etmek gerekirse kapitalist üretime geçiş şartlarını bir hal yoluna koyma değil gerçekte bütün bu olup biten mesele. Ama bunun tam tersine olarak yeni doğmakta olan kapitalist sınıfın kendisine en azından belli bir müddet en elverişli şartlarda (her türlü zenginlik birikimi ve transmisyonu anlamında) hizmet edecek aile yapılanmasını ortaya çıkarmasından ibarettir bütün bu olup bitenler. Tıpkı, Weberci tezin aksine, Protestanlığın kapitalizmi geliştirmek gibi dini veya metafizik bir misyonunun olmadığı gibi, iç dinamikleriyle gelişmekte olan kapitalist üretim biçiminin, Papalığın bağrından kendisine en uygun olan Hristiyanlık versiyonunu çekip almış olmasındaki gibi…
Kök aile yapılanmasından sonra ortaya çıkan “komünoter aile” biçimi için de benzer tezler ileri sürmek durumundayız. Bu yapılanmanın da birincisi gibi “baba soylu” ve genellikle de “erkek egemen” olduğu, hayvancılığın en yaygın tarımsal faaliyet olduğu ve daha çok Asya’nın “stepler” gibi geniş topraklarında egemen yapılanma biçimi olduğu tespit edildiğinde, başlıca farklılık miras paylaşımında eşitsizlik prensibinin yerini “eşit paylaşım ilkesinin” almış olması. Bu majör farklılığın nedenini biz, Sümerlerdeki “Şehir Devlet” arazisine hapsolmuş mülkiyetin yerini çok geniş otlaklara yayılan mülkiyetin almış olmasıyla açıklamaktayız: Zaman mekandaki daralma ve toplumsal ilişkilerdeki sıkışma ve ajitasyon şartları, Asya’nın bozkırlarında gereksiz hale gelmiş olmaktadır.
Ortak olan baba soyluluk ilkesi ise komünoter yapılanmada daha çok “devlet mekanizmasının” dayattığı biçim olurken, şehir devletler ve Landerler’de doğrudan nesnel bir yapılanma olarak sınıfsal yapılanma bu biçimi şekillendirmektedir. Komünoter ailenin ordu ile savaşmayla ve fetih ile ilişkilendirilmesi, onun “Devlet” erkinin kullanışına en uygun biçim olarak icat edilmiş bir yapılanma olmasıyla da açıklanabilecektir. Kök aile ile komünoter aile biçimi arasındaki farkı daha iyi anlayabilmek için Marks’ın “Asya tipi üretim tarzı” (ATÜT) ile ilgili olarak geliştirdiği tezlerden hareket etmenin faydalı olacağını ve konuya bağlı birçok sorunu çözüme götürebileceğini düşünmekteyiz…
4) Aile yapılanmaları ve uygunluk sorunları.
E. Todd’un öğretisinin en önemli sorunu, eleştiri içinde sürekli bir şekilde gündeme getirmek zorunda kaldığımız gibi, insanlaşma sürecinin milyonlarca yıl sürdüğü anlaşılan evrimsel aile yapılanmaları arasındaki ilişkiyi doğru kuramaması veya çeşitli bahislerde kurmaya çalıştığı ilişkilerin birbirleriyle sürekli bir şekilde çelişmesi olmaktadır. İlave etmemiz gerekmektedir ki, bu tür çelişkilerin içine, öznel ve özel karakterde olan aile yapılanmalarının zaman mekan içindeki farklılaşmalarından doğan kendi içindeki ilişkiler de dahil olmaktadır. O halde her zaman yaptığımız gibi öncelikle antropoloğumuzdan uzunca bir alıntı yapalım ve ne demek istediğimizi iyice anlaşılması için bir daha açıklamaya çalışalım:
“Merkezi biçim nükleer ve monogamdır: Başlangıçta evli çift bulunur. Ancak sadece bu analitik elemanla yetinirsek, mesela başlangıçtaki avcı-toplayıcıları, 2. Dünya savaşının sonrasının İngiliz ve Amerikalılarından ayıramayız. Bunun için başlangıçtaki ikinci elemanı da aynı şekilde dikkate almamız gerekmektedir: Esneklik (fléxibilité). Bu element genç evlilerin ebeveynleriyle birlikte geçici birlikte oturmalarını … / … (vb) dikkate almayı öngörür.” (s. 85)
“Baba ve anneye dair aile ilişkilerini eşit tutulması, cinse dair işbölümü: Başlangıçtaki kadın statüsünü daha iyi algılayabiliyoruz. Kadının statüsü yüksek ama yine de farklı. Eşitlikten bahis emekten çekiniyoruz, çünkü fizik güç üzerine kurulu erkek gücü prensibi her zaman gözlenebilmekte. Bu güç sadece zorlamadır.” (s. 90)
“Homo sapien’in ailesi nükleerdi, ama eğer her zaman tekrar birleşmelerle sonuçlanan toplayıcılık ve avlanma safhalarını bir tarafa bırakırsak asla izole değildi.” (s. 90)
“ Esneklik, avcı toplayıcı grupların hayatını en iyi şekilde ifade eden bir kelime olmaktadır. … / … Bu gruplar hareket halindedir ve bu her zaman alternatife ve dahası her zaman ana ve babadan taraf bir seçim yapmaya imkan veren değişken kriterlere tabidir. Baba evinin ve ana soyunun bu işte rolü yoktur.” (s. 92)
Farklı bağlamlardan itibaren yapılan alıntılardan, avcı toplayıcı dönemin de ve Todd’un öğretisinde günümüzdeki en “ideal” model olarak tasarlanıp piyasaya sürülen Anglosakson geleneğinin eşitsizlik temelinde yükselen nükleer ailesinde de, ortak olan “monogami”nin (tek eşlilik) yanında, “şartlara uygunluk” gereğine bağlı olarak aldıkları biçimlerde ufak tefek farklılıklar görülmektedir. Diğer bir deyişle, insanlaşma sürecinin başında ve sonunda konuşlanan her iki tipteki nükleer aile, günümüzdeki siyasi literatüre de geçmiş olan “fleksibl” yani esnek olma zorunluluğu ile karşı karşıya bulunmuşlardır. Ancak yine de özellikle belirtmemiz gerekecektir ki, bir aile yapılanmasında “esneklik” zorunluluğunun kendisini doğuran şatlarla birlikte ele alındığı taktirde bir anlamı bulunmaktadır: Hangi süreç, evrimleşmesinin hangi aşamasında ne türden şartlara ve nasıl adapte olmuştur? İşte bu sorulara cevap arandığında, bir veya birden fazla yapılanmanın “esnek” olması, ortak bir özellik olmaktan çıkacak –ki, Todd’un iddiası budur- farklılaşma faktörü haline gelecektir. Ne demek istediğimizi daha açık bir şekilde ilerde açıklamaya çalışacağız; ama öncelikle ve yeniden üstüne basa basa şunu belirtmemiz gerekmektedir ki, antropoloğumuzun, sadece ideolojik ve siyasi beklentilerle kafasına göre uydurduğu “modern nükleer ailenin ilkelliği ve buna bağlı olarak demokrasinin ilkelliği” şeklindeki iddiasını temellendirmek üzere ileri sürdüğü iki yapılanma arasındaki benzerlik, gerçekte “Emmanuel ve Emmanuel” arasındaki isim benzerliğinden başka bir şey olmamaktadır. Todd’un bir “bilim insanı” olarak illaki bilmesi gerekmektedir: Oluş sürecinde oluşan iki yapılanma biçimi arasında simetri aramak abesle iştigal etmektir; “bir akarsuda iki kere yıkanılmaz”…
“Esneklik” yani Fransızca tabiriyle “fleksibilité” deyimi, toplumsal anlamda bir bireyin veya bir yapılanmanın zaman mekan içinde dayatılan yaşam şartlarına uyum sağlamaya çalışması veya günümüzün kapitalist sisteminde işgücünü temsil eden emekçilerin artık ölüm saçan bir kapitalist sisteme uygun bir esnek çalışma şartlarına zorla uymaya zorlanması anlamına gelmektedir. İnsanlaşma süreci dahi dâhil olmak üzere bütün ilişki biçimlerinden arındırılmış olan bir bireye, uzun vadede kendi yok oluşunu hazırlayacak varlık şartlarının kısa dönemde hayatta kalma imkanı verildiği taktirde kabul edeceği temel düşüncesi üzerine yükselen ve günümüzde liberal faşist diktatörlük altında şekillenen kapitalist sistemin işleyişi, işte tam da bu siyasi anlayışa ve ideolojik perspektife dayanmaktadır. Aynı şekilde böylesi bir siyasi anlayış ve ideolojik perspektifin günümüzde bizim “aşırı bireyleşme” veya “bireycilik” dediğimiz, toplumsallaşmanın alternatifi olarak görülen şeyi bütün eyleminin önüne alması da böylece kendiliğinden anlaşılmış olacaktır. O halde, varlığı ölüm halindeki bir toplumsal sisteme yeniden can vermek için yaratılmış ve her şeyiyle edilgen olan modern dönemlerin “fleksibl bireyi” ile, birey olarak özgürce toplumsallaşarak doğaya yeterince uyum sağlamak üzere “fleksibl” olan avcı toplayıcı faaliyeti yürüten birey arasında temelli bir nitelik farkı bulunmaktadır.
Esneklik kavramının, liberal faşizmin küresel sermayenin egemenliğinin resmi ideolojisi olduğu şartlarda aldığı biçimler genelleştirilerek temelli bir tanımını yapmaya girişmek, bir bilim insanını doğrudan doğruya yanlışa sürükleyecektir. Bir canlı bireyinin veya aile gibi toplumsal bir yapılanmanın varlığını devam ettirebilmesinin en emin yollarından birine götüren Lamarck’çı bir perspektifle esneklik kavramı ele alındığında, tarihsel sonuna erişmiş kapitalist sistemin hizmetkarlığını yapan Todd türünden burjuva bilim insanlarının sapkınlığı çok daha iyi anlaşılabilir olacaktır.
Daha önce aile yapılarının zaman mekan içinde farklılaşma sürecini açıklarken yaptığımız tanımlamaları, aynı anlayışa uygun olarak “esneklik” kavramı üzerinden de gerçekleştirebiliriz. İnsanlaşma sürecinde aslında baştan yani avcı toplayıcılıktan beri ana-baba ve çocuklarından oluşan ve türün sürekli olarak kendi kendisini yenilenmesini amaçlayan bir çeşit aile yapılanması mevcut olduğu bir olgu olarak ortada bir şeydir; ancak “esneklik” unsuru aile yapılanmasına katılınca zaman mekan sürekliliğinde olup biteni gerçeğe en yakın bir şekilde özetlemektedir: Tarımsal faaliyete geçiş ile birlikte ortaya çıkan “sınıflı toplumsal yapılanma”, aile yapılanmasına bir sınır getirerek onu yeniden biçimlendiren “özel mülkiyeti” ve mülkiyeti olmadığından çoğu kez ailesi bile olmayan köle emeğinin ürünü zenginliklerin paylaşılması sorununa cevap olarak ortaya çıkan “özel mülkiyet” ve “miras” hukuku, böylece zincirleme bir şekilde kurulan toplumsal yapılanmanın sürekliliğini sağlayan Devlet erki, kendi yankılanmalarını avcı toplayıcıların nükleer ailesinin yerine geçen yapılanmalarda bulmuş oldu. Bu süreç, ilk önce adeta yeraltından çıkmış bir canavara benzeyen “kök aile” yapılanması doğurmuş olmaktadır. Sümer efsanelerinde ve Kitab-ı Mukaddes’te sözü edilen “topraktan yaratılmış” yani çiftçi ve çoban olan Adem ile evvelce onun partneri olan Havva’nın bir “kaburga kemiğine” indirgenerek cennetten atılması ile, kök ailenin ortaya çıkışı arasında tarihsel bir eş zamanlılığın (5 bin kadar sene) olmasının bizce tesadüfi bir mesele olmadığı açık bir şey olmaktadır. Aynı şeyleri, kendisine model olarak daha çok Devlet yapılanmasını alan Komünoter aile için de söylememiz mümkün olabilecektir. Sonuçta, avcı toplayıcı birey “bireyselliğini” kaybederek, kadın-erkek arasında tamamlayıcı orijinal bir eşitliğe sahip nükleer aile de ruhunu yanı paylaşımcı toplumsallığını kaybederek yeni toplumsal yapılanmaya “uyum sağlama” zorunda kalmış olmaktadır. E. Todd, kök ve komünoter yapılanma biçimlerinde bahsederken onları “ailenin gelişmiş biçimleri” olarak ilan etmektedir; ama her ne ideolojik ve siyasi manevranın ürünü ise –ki bu konuya ilerde geri döneceğiz- zaman içinde onlardan sonra gelen kapitalist sistemin “modern” nükleer ailesi “ilkel” olarak ilan edilmektedir. Kendisi bu sihirli geçmişe geri dönüşün nedenini açıklamamaktadır, ama biz açıklayalım: Sınıfsal yapılanma, günümüzde artık sadece toplumsal ilişkilerde ”ilkellik”, siyasi ilişkilerde barbarlık (veya liberal faşizm) ve ideolojik ilişkilerde ise canavarlık üretmektedir de ondan!
Bireysellik ve nükleer ailenin bireyselliğe en açık yapılanma biçimi olduğu olgusu dikkate alındığında, “esneklik” kavramının mevcut durumu açıklamak için son derece uygun olduğu anlaşılacaktır. Kapitalist üretimin her işe koşulacak kadar esnek bir bireyselliğe sahip emekçi öznelere sahip olmaya sürekli ihtiyacı olduğu, onun endüstriyel üretime dayalı üretim biçimine sahip olmuş olması bilindiğinde doğal bir durumdur. Dolayısıyla, kapitalist üretimin hakim olmaya başlaması, nükleer tipteki aile yapılanmalarını bütün topluma el koyan kapitalist sistem için diğer aile tiplerine göre en elverişli işgücü potansiyeli taşıyan yapılanma biçimi olagelmiştir. Diğer bir deyişle, daha çok krallıklarla yönetilen İngiltere ve Fransa gibi kapitalizmin hakim üretim biçimi olduğu toplumlarda, nükleer yapılanmanın kapitalizmi yaratmış olduğu gibi bir ilişkinin var olmasından çok, kapitalist üretim biçiminin nükleer aileyi içine düştüğü işe yaramazlıktan çıkarıp, kendine uygun ve her işe koşulabilir bir eleman olarak en az beş asırdır kullanmasından bahsedile bilinecektir.
5) “Ensest tabusu” ve aile yapılanması
Genel olarak bilindiği ve özel olarak da yapacağımız alıntıda, E. Todd’un adını ileri sürdüğü insanbilimin önemli şahsiyetlerinin de öğretilerini üzerine inşa ettikleri “ensest” kavramı, insanlaşma sürecini gözlemlemeye başladığımızda yapılaşmaya müdahil olan en önemli tabulardan birisi olarak karşımıza çıkmaktadır; özellikle de aile yapılanması söz konusu olduğunda. En genel biçimiyle “ensest tabusu” denilen şeyi, ana-baba ve çocukların ve aynı ana-babadan doğma çocukların arasında cinsi ilişkinin ve sonuçta evlenmenin yasaklanması olarak tanımlayabiliriz. Bu tanımı geniş tutmamızın nedeni, somut olarak herhangi bir toplumda hangi tür birlikteliğin “ensest” olarak nitelendirileceği veya nitelendirilemeyeceği öncelikle yapılanmanın durumu ve hangi dönemde uygulandığıyla göreceli bir mesele olmaktadır. Diğer bir deyişle, “ensest” ilişkinin sınırları bir toplumdan diğerine göre değiştiği gibi, “şartlara uyum zorunluluğu” kendisini dayattığında bir topluluğun belli dönemlerinde de farklılıklar gösterebilecektir. Örneğin, Antik Mısır’daki Firavunlar için en ideal evliliğin kız kardeşlerle gerçekleşen evlilik olduğu ve bu yüzden olacaktır ki, bazı firavunların bundan dolayı özürlü olduğu bilinmektedir. Aynı şekilde, bazı Asya geleneklerine göre çok uzak sayılan bir akrabalığın bile yasaklanmış olmasına karşın, mesela iç evliliğin sıklıkla ve asırlardan beri gerçekleştirildiği Avrupa hanedanlarının ve “rally”ler düzenleyerek iç evliliği kolaylaştırmaya hala canhıraş bir biçimde çaba gösteren diğer “aristokrat kalıntıların” yaptıkları evlilikleri Asya geleneklerine göre “ensest” olarak değerlendirmek mümkün olabilecektir.
Yaptığımız bu tanım ve tespitler bizi, “ensest tabusunun” ortaya çıkış nedeni ve duruma göre çeşitlenmeleri hakkında evvelce öğrendiklerimizi sorgulamaya yönlendirmektedir. Ama önce her zaman yaptığımız gibi E. Todd’un konuyla ilgili söylediklerine bir göz atmalıyız:
“Toprak parçası ve dil sadece istatistik bir endogamiyi temsil etmektedir.
Kendi aile bağına oranla, homo sapiens başlangıçtan beri dış evlilikçi (egzogam) dır. Eşini kendisinin en yakın aile grubunun dışında arar.”s. 94)
“Westermarck’ın etkisi ensest tabusunun kültürel nedenle değil ama doğal ayıklamanın sonucunda oluşan bilinçdışı bir davranış (biçimi) dir.
… / …
Westermarck evrenselci bir Darvincidir. … / … Açıktır ki o, ensest olayının kültürel bir sonuç olduğunu görmek isteyen Freud, Lévi-Strauss ve diğerleri gibi kendinden sonra gelen düşünürlere göre haklıdır.” (s. 97)
Burjuva bilim insanları ile tartışmaya girmek ve sonuçta onların şapkadan çıkarır gibi uydurdukları öğretilerin açmazlarını ifşa etmek, eğer biraz Marksist bir kültüre sahipseniz ve bu sebeple bir burjuvanın açmazlarının nerelerde bulunabileceği konusunda genel de olsa bir bilgiye sahipseniz, dünyanın en kolay egzersizi olabilmektedir. Nitekim burjuvaca bilim icra etmenin en tipik örneklerinden birisi olan E. Todd, hem kendisine sorulacak soruyu ve hem de o sorunun cevabını bizzat kendisi ifşa ederek vermektedir. Şöyle ki, insanlaşma süreci dahil olmak üzere toplumsal yapılanmaya dair bütün oluş süreçlerini kendi hemcinsleri gibi 200 bin kadar yıl öncesinin Homo sapiensi ile başlatmayı adeta metafizik bir saplantı haline getiren antropoloğumuz, ensest olayı ile doğrudan ilişkili aile yapılanmasının “baştan beri” egzogam oluşunu, yani sonuçta Westermack’ın söylediklerinden de çok rahatlıkla çıkarılabileceği gibi en azından yüzbinlerce yıldan beri devam eden deney birikiminin sonucunda, toplumsal ilişkilere intikal ederek ahlaki ve kültürel yapılanma halini alan ve aile yapılanmalarının oluşmasında temel taşlardan birisi olan “ensest tabusuna” dönüşmesi sonucunda oluştuğunu söylemekte veya bir bilim insanına asla yakışmayacak bir tarzda ima etmektedir.
Bu durumda Todd okuyucuya hesap vermelidir: Eğer, her zaman iddia edip bizim zihnimize kazımak amacıyla yaptığı artık iyice anlaşılan şu “insana dair her şey homo sapiens ile başladı” tezi doğruysa, önemli bir bilimsel referans olarak ileri sürdüğü Darwinci Westermack’ın tezi yanlış mı olmaktadır? Yok, eğer Westermack haklıysa, sapiens birden bire nasıl oldu da varlığı, onun temel öğesi olan toplumsallaşması ve aile yapılanması birden bire “ensest tabusu” ile donatıldı? Ne o, yoksa Sümer’in Annunaki’si veya Kitab-ı Mukaddes’in yüce tanrısının ılık bir yaz günü “Ol!” demesiyle mi ortaya çıkmıştır? Espri bir yana, baştan beri “modernizmin” aslında bir “arkaizm” olduğunu vaz eden ve böylece geçmişin doğurgan olmaya devam ettiğini iddia ederek onu hortlatmaya meraklı bir insan bilimci olması hasebiyle, şu “tanrısal oluş” versiyonunu Todd’un öğretisinin deşifre edilmesi için hiç de yabana atılmaması gerektiğini düşünmekteyiz…
— / —
Kendisini “uzun zaman” antropoloğu ve tarihçisi olarak taktim eden E. Todd’un, bir araştırmacı olarak özel faaliyet alanı olan aile yapılanması ile ilgili olarak öğretisinde geliştirdiği görüşlerin genel olarak toplumsal yapılanma ilgili olarak eleştirisinin birinci bölümünü tamamlamış olmaktayız. Eleştirilerimizin bu bölümünde ayrıca, aile yapılarında zaman mekan içinde gerçekleşen farklılaşmalar ve bunların nedeni ve Todd’un bütün çabasını belirleyen kapitalist toplumun, belki de genel olarak “sınıflı toplum” yapılanmasının sonuna gelindiği bir dönemde insanlığın karşılaştığı sorunlarla ilgili olarak ileri sürdüğü tezlerle aile yapılanmasının ilişkisi konusunu aynı zamanda kısaca da olsa ele almış bulunuyoruz.
Bu bağlamda, aile yapılanması ile ilgili olarak getireceğimiz eleştirilerin ikinci bölümünde, aile yapılanmaları ile Devlet, ideoloji ve kapitalist sistem arasındaki ilişkinin detayları ve içinde bizimle derin anlayış farklılıkları taşıyan antropoloğumuzun kurduğu ilişkileri konu olarak alacağız ve bölümü bu başlık altında geliştirdiğimiz görüşlerin genel dökümünü yaparak bitireceğiz…
(Devamı var)