Kültür

Üç Kağıtçı, Kapitalizm ve Balonu

Konumuz İNSANLAŞMA. Ancak, evrendeki insan varlığını tehdit eden yerleşik düzenin bir “kara delik” gibi hortumlayarak ölü zamanların karanlık geçmişine yönlendirdiği “kendinde” (en soi) bir insanlaşma değil, kastettiğimiz bu “insanlaşma”…

Mahir Konuk / 23.04.2023

Konumuz İNSANLAŞMA. Ancak, evrendeki insan varlığını tehdit eden yerleşik düzenin bir “kara delik” gibi hortumlayarak ölü zamanların karanlık geçmişine yönlendirdiği “kendinde” (en soi) bir insanlaşma değil, kastettiğimiz bu “insanlaşma”… Böylesi ölümcül olan bir insanlaşmayı, Yuval Noah HARARİ, bütün dünyada bir anda “çok satar” listelerinin başına oturan “SAPİENS” adlı kitabıyla 2012’de kaleme almış ve 2015’ten itibaren Türkçe okur-yazar kitlesine ulaştırmış bulunmaktadır. Bizim kastettiğimiz insanlaşmanın öznesi, “kendinde” ve belli bir toplumsal sınıf için zaten her şeye rağmen yüz binlerce yıldır gerçekleştirmekte olan “küçük insanlık” değil, ama emeğin özgürleşme sürecine bağlı olarak gelişen ve “insanlığı kurtarmadan kendisini de kurtaramayacak” olan emekçi sınıfının eseri olan “kendi için” (pour soi) bir insanlaşma olacaktır. Böylesi bir insanlaşmanın, Harari’nin kitabının eleştirisinden yola çıkarak, nasıl her şeyden önce tarihi bir zorunluluk olarak gerçekleşmekte olduğunu ifade etmeyi -ve bu alanda yürütülmesi gerekli kolektif teorik faaliyetlere katkısı olacağını umarak- deneyeceğiz.

Üç Kağıtçı” kimdir ve ne iş yapar?

Çocukluğumuzu geçirdiğimiz ”Hacı İzzet Paşa” sokağı, Kabataş iskelesinin sırtlarındaki “Ayas Paşa” mahallesinin sokaklarından birisidir. İlkokulun son sınıfına kadar bütün okul tatillerimiz Boğaziçi’ne giden ana yoldan sarp bir inişle ayrılan bu sokakta ikamet eden dedemiz ve babaannemizin evinde geçmiştir. Sekiz yaşlarından itibaren gezinti alanımız sokağın dışına, Dolmabahçe’den büyüklerimizin eşliğinde Taksim ve Beyoğlu’na kadar uzamıştır. Zamanımız bir kısmı, nüfusunun önemli bir bölümü “gayri Müslüman” kökenli veya “ecnebi ülke vatandaşı” ailelerin çocuklarıyla oyun oynamakla, diğer kısmı da üzerimize çöken ve okuldan uzaklaşmış olmanın doğurduğu nefes kesen bir can sıkıntısını kovalamak için türlü türlü bir yeni oyunlar icat etmekle geçmektedir. Kim ne derse desin, deney ve gözlemlerimizle sabit olduğu üzere, hiçbir yetişkin can sıkıntısından mustarip bir çocuğun sahip olabileceği algılama keskinliğine ve düşünsel yaratıcılığına erişebilecek durumda olamayacaktır. Anlatacağımız ve bizzat faillerinden birisi olduğumuz olay, “can sıkıntısını” kovalamaya çalışırken 8-9 yaşlarındayken (takribi 1963-64 yılı olsa gerektir) başımızdan geçmiş olan bir olaydır.

Olayın geçtiği yer tam olarak Hacı İzzet Paşa sokağının İTÜ’nün Gümüşsuyu binasının sonundan kestirme olarak doğrudan Dolmabahçe’deki Bezm-i Alem Valide Sultan camisine giden geniş ve beyaz mermerden yapılmış merdivenlerinin kesiştiği noktadadır. 1960’lı yıllarda çekilen birçok Türk filmine de dekor olmuş üst baştaki geniş girizgahı ve Boğazici’nin muhteşem manzarası ile de meşhur olan bu merdivenler ile kesişen sokağı bu noktadan itibaren devam ettiğinizde, küçük bir koruluk alanda uzanan toprak yol sizi, o zamanki adıyla Mithat Paşa Stadyumu olan yerin “Beleş tepe” adı verilen harici yarım kale maç izlenen tribününe kadar götürecektir.

Arkadaşsız ve okulsuz kalarak dayanılmaz can sıkıtısın maruz kalan biz, büyüklerimizin bize sınır çizgisi olarak dayattığı bu kesişme noktasını geçerek ilginç şeyler bulmak umuduyla koruluğa gidiş gelişlerimizde sık sık biriken ve hararetli konuşmaların geçtiği bir insan topluluğunu fark ettik. Bu topluluk başlangıçta artık aşina olmaya çalıştığımız 3-4 kişiden oluşmakta, bu sayı yeni bir veya iki kişinin de katılmasıyla sonradan artmakta ve iskambil kağıtlarıyla ve para karşılığı oynan bir oyun aniden bitirilerek, oluşan bu “oyuncu topluluğu” başladığı hızla ve arkasında çaresiz ve üzüntü içinde bir veya iki “kaybeden” bırakarak dağılmaktaydı. Anlaşılacağı üzere konu yetişkinlerin oynadığı bir oyun olsa da nihayetinde bir “oyun” oldu mu, çevredeki can sıkıntısından mustarip çocukları çekeceği gibi bizi de kendisine çekmiş, oyunu ve oyuncuları tanımak, bütün oynayış kurallarını öğrenmek üzere büyük bir merak ile bir seyirci olarak gözlem yapmaya itmişti.

Oyun, merdivenlerin kesişme noktalarında oluşturulmuş bir masa seviyesindeki yatay taş zemin üzerinden oynanmaktaydı; bizim gözlem noktamız ise karşı taraftaki yatay taş zemindi. Ama gerektiğinde olayı detaylarıyla incelemek için daha da yaklaşıp fark edildiğimizi hissedince geri çekiliyorduk. Oyunun kurucusu ellerini büyük bir maharetle kullanan bir tek kişiydi. O, “bul karayı al parayı” diye bağırarak ve elindeki üç iskambil kağıdını birer ikişer gösterip sonra büyük bir hızla görünmeyecek şekilde birbirine kardıktan sonra ikisi kırmızı ve birisi siyah renkli olan kartlardan her üçünü sıralamakta ve karşısındaki oyuncudan para kazanmasını vadederek, “karanın üzerine” para basmasını istemekteydi. O gösterisine başladıktan sonra oyuna aynı ekipten olduğunu ikinci gün düzenlenen partide kolaylıkla tespit ettiğim gibi “ekip elemanı” olan iki, bazen de üç kişi daha yabancı pozlarda katılarak, ilgi alanı yaratan gürültülü bir topluluk oluşturmaktaydı. Çığırtkanlar arada bir kaybetseler de çoğunlukla kazanmakta, bir anda bir çocuk için servet anlamına gelecek miktarda paralar havalarda uçmakta, merdivenlerden aşağı inen ve genellikle “turist” olduğunu sandığımız kişilerden bir yabancı oyuna çekildikten sonra, kelimenin tam anlamıyla “söğüşlendikten” sonra, parası biten zavallı mağdur kaderine terk edilip oyuncu dahil bütün ekip, başlangıçtan da hızlı bir şekilde dağılmaktaydı. Kendi köşemizden olup biteni gözlemlerken şunu da keşfetmiştik: Ekipteki çığırtkanların görevi sadece bir zavallıyı oyuna çekerek bir başlangıç yapmasını sağlamakla sınırlı değildi. Onlar aynı zamanda, tuzağa düşürülen adamı, bütün parasını kaybedene kadar oyunda tutmaktı; bu iş için adamcağızı “siyah kartın” kenarını biraz bükerek ona bir sefer için de olsa para kazanması için sözüm ona hile yapmaktaydı.

Bir günün sonunda büyüklerimizden sonra bu adamların “üç kağtçılar” olarak adlandırıldığını öğrendik: Öyle ya, bütün oyun, amaç “insan söğüşlemek” olsa da nihayetinde üç adet iskambil kağıdının etrafında kurulmuyor muydu? Olayı duyunca her ne kadar dedemin bize bu “tehlikeli serserilere” fazla yaklaşmamamız söylense de, can sıkıntısının bütün ağırlığıyla üzerimize çöktüğü şartlarda ve büyüklere dair daha önce hiç şahit olmadığımız bir evreni daha keşfetmiş olmanın uyandırdığı derin bir merakla, ikinci gün de aynı saatlerde gözlem noktasındaki yerimizi çoktan almıştık bile. Bu sefer ekibin nasıl işlediğinden çok dikkatimiz, “üç kağıtçı”nın kağıtları nasıl manipüle ettiği üzerinde yoğunlaşmıştı. Bu yüzden, bütün dikkatimizi kağıtların karılmasından ve sıralanmasından sonra “karayı”-her ne kadar üzerine para basmamış olsak da- bulmak üzerinde yoğunlaştık.

Başlangıçta hep kaybediyor ve bu yüzden kendimize içerliyorduk. Ama gün sonunda, çok az da olsa ve belki de “müşteri çekmek için” kağıtları bilerek acemice sıralayan oyun kurucunun marifetiyle de olsa, “karayı” bulmayı başarmış ve bundan büyük bir haz almıştık. Ne var ki, günün kurbanı olan adam üzüntü içinde merdivenlerden inerken ve biz de onun üzüntüsünü bu “kötü adamlara” karşı paylaşarak evimize giderken, bu şekilde “karayı bulmanın” bir işe yarayamayacağını anlamıştık.

İkinci gündeki gözlemlere neden çoğunlukla kaybettiğimizi sorgulayarak başlamıştık: Oyun kurucu üç kağıdı nasıl manipüle edip nasıl dağıtıyordu ve bu arada biz neden dikkatle izlediğimizi sanarak çoğunlukla yanlış karta basıyorduk? Olayı daha yakından ve sorgulayıcı bir şekilde gözlemlemeye başladığımızda işin ucunun “kurucunun” yerdeki kağıtları alıp karmaya başladığında daima sol eline iki kartı üst üste aldığını ve yanılmanın en alttaki kartı sağa mı yoksa sola mı dizdiğinde yattığını keşfettik. Bu yeni keşfimiz, hata yapma oranımızı oldukça azaltmış ama asla sıfıra kadar düşürmemişti. Çünkü oyun kurucu, büyük bir el çabukluğu maharetiyle hedeflediğim kartı bazen sola bazen de sola yatırıyor ve yerdeki kartlarında yaptığı son manipülasyonla bana ipin ucunu kaçırtabiliyordu. Bu sefer de olmamıştı, ikinci günün sonunda da amacımız olan yüzde yüz başarıya ulaşamamıştık. Ama yaptığımız bütün gözlemleri tekrardan sorgulaya sorgulaya gece uykularımı bölercesine yatağımıza kadar taşımıştık. Neticede oyun bizim zihnimi işgal ettiği kadar, biz de çok daha yakından gözlem yapacak kadar aradaki bir iki metrelik mesafeye rağmen oyunun içindeydik.

Üçüncü güne, uyurken de çalışan şuuraltımızın gücünü de arkamıza alarak, “yenilen ama asla pes etmeyen” bir ufaklığın kararlılığıyla başladık. Gözlem yerine geldiğimizde tecrübelerimizin bir sonucu olarak gözlem yaparken kullandığımız yöntemi değiştirecektik: Artık oyun kurucunun el çabukluğunu gerçekleştirirken gösterdiği faaliyetleri bırakarak ve hatta onun bu işi gerçekleştirirken ulaştığı kişisel başarısını bütünüyle kısa devre yaparak, bütün dikkatimizi nesnel bir olguda, “kara” renkli iskambil kağıdında yoğunlaştırdık. Neticede beklediğimiz olmuş, üç kağıtçının marifetinin ötesinde nesnel bir niteliğe sahip “karaya” ulaşmış ve her seferinde hedefimize bunu başarmıştık. Günün mağdurunun üzüntüsünü çocuk kalbimizle paylaşmamıza rağmen eve tıpkı filmlerdeki “kötü adamların” sırtını yere getirmiş olan “kahramanın” muzaffer edasıyla ve büyük bir mutlulukla dönmüştük. Her zaman ki gibi annemize uzun müddet direnip nihayet yatağımıza girdiğimizde, bu sefer çok derin bir uyku çekerek dünün yorgunluğunu atabilmiştik.

Dördüncü ve beşinci günlerdeki gözlemlerimiz, üçüncü günde elde ettiğimiz büyük zaferi onaylamıştı. Biz artık kötüler üzerinde zafer kazanmış bir “kahraman” ve yeni bir meşgale bularak dayanılmaz “can sıkıntısının” hakkından gelmeyi başararak yeni bir keşif yapmış bir “oyuncuyduk”. Altıncı gün ise “zaferimiz” sona ermiş ve kendimize bir haftalık meşguliyet yaratmış olduktan sonra tekrar “can sıkıntısına” mahkum olmayı başarmıştık. Çünkü asla yapmamamız gereken bir şey yapıp, son mağduru kurtarmak üzere oyuna müdahale etmeye yeltenerek kolaylıkla bulduğumuz “karayı” ona işaret etmeye çabalamıştık. Bunu sezen ekipteki çığırtkanlardan birisi üzerime gelmiş ve biz onun havada uçan tekmesinden zor bela savuşarak eve kendimizi güçlükle atabilmiştik. Sonuçta bu oyun bitmiş ve uzunca bir süre merdivenlerden uzak durarak, yeni oyunlar aramanın peşine düşmüştük.

Bu olayın yaşanmışlığının ardından yarım yüzyıldan fazla bir zaman geçmiş bulunmakta. Olayın bizde bıraktığı derin iz o kadar fazla olmuştu ki, bu kadar uzun bir zaman sonra hatırımızda kalmasının ve her zaman insan hayatının somut belli durumları karşısında sürekli güncellenmesinin gerçekçi ve tutarlı bir açıklaması olması gerekmektedir. Psikoloji, hiç de travmatik olmayan ama bir yaşam çizgisi boyunca sürekli güncellenerek taşınan bu tip olayları, artık sadece karikatür üretebilen psikanalizi saymazsak, belli ve tatmin edici bir açıklama bizce getirmemektedir. Bunun yanında, yaşanmış olan bu olayın olası açıklaması “çocukluk çağı” ve psikolojisi ile sınırlı tutulunca olay, bizim de yukarıda yaptığımız gibi, “can sıkıntısı”, yaşı icabı her şeye “meraklı bir çocuğun” yetişkinlerin dünyasını keşfe çıkması gibi nedensellik zinciri oluşturarak açıklanması mümkün ve yeterli olabilecektir. Ancak bu olayı yaşamış ve hafızasında taşıyan bizim gibi biri için yapılacak açıklamalar çok daha başka olabilecektir. Zaten olayın sürekli güncellenmesinin nedeni de burada yatmaktadır.

Bir yetişkinin gözleriyle baktığımızda ve olayla aramızda uzun yılları kuşatan bir “insan bilim formasyonunu” hesaba katarak, her ne kadar 8-9 yaşlarındaki bir çocuk tarafından yaşanmış olsa da şu şekilde açıklanabilecektir:

Birinci olarak olay, her şeyden ince deneylerden öğrenme yoluyla gerçek bir nesnelliğe sahip doğruya ulaşmayı, onu keşfetmeyi amaçlayan epistemolojik tabiatlı bir sürecin örneklenmesini vermektedir. Bu süreç, gözlem yapmayı ve duyuları (algılar) seferber etmeyi, deneylerden öğrenmeyi ön plana çıkaran bir öğrenme-bilgiye ulaşma sürecidir ve “tümevarım” yöntemi olarak adlandırılmaktadır. Bu durumda düşünsel faaliyette daha önce edinilmiş bilgiye uygunluktan çok, olaylar ve onların arasındaki az veya çok düzen kazanmış ve bu yüzden kural olarak genelleştirilebilecek ilişkiler ön plandadır. “Tümevarım” yeni ve bilinmeyen kurallar keşfetmek için yöntem olarak kullanılır, yoksa “tümdengelim” gibi daha önce ortaya atılmış kuralların pratikteki uygunluğu ile ilgilenmeyi amaç edinmez. Diğer bir deyişle “tümevarım” yeni teoriler ve kavramlar ortaya atmaya çabalarken, “tümdengelim” var olanı pratiğe uygulamakla yetinir ve sürekli bir biçimde birinciyi daima bir adım geriden takip eder. Birincide, gözlemci “öznenin” gözlenen nesnel olaya yakınlığı ve hatta olaya bizzat katılması söz konusudur; ikincide ise tam aksine, olaylar karşısında “öznelliği azaltma” bahanesiyle nesneye mesafe almak gündemdedir. Birinci durumda “anlak” ve düşünsel faaliyet öncelikle gözlem ve yöntem sorunlarının halledilmesiyle “gerçeğin” (nesnel olanın) keşfedilmesine ve olgudan kurala geçerken yapılacak olan genellemeler için seferber edilir; ikincideyse faaliyet başlangıcından yani kuraldan onun pratikte “sınanmasına” kadar rasyonel bir uyumluluk aramaktadır. Günümüzde, özellikle de “neo-liberalizm” ve “post-modernist” ideolojinin etkisiyle bir yandan deneyselliği ön plana çıkaran “Tümevarım” akıldışılığa indirgenmeye çalışılırken, diğer yandan akılcılık ve düşünsel (ideel) olan bizi gerçeğe ve doğruya götüren biricik “bilimsel” yol olarak kutsanmış, ve böylece deneyin bize kazandıracağı yeni bilgilendirilmelerin de önü alınmış bulunmaktadır. Gerçekte ise her iki opsiyon da (postmodernizm ve onun ikiz kardeşi olan rasyonalizm) bizim için “bilim dışı” ve “bilimin gelişimine” bilimsellik adına engeller oluşturma anlamına gelmektedir. Günümüzde düşünce insanlarının önündeki en önemli görev, bilimsel dolayısıyla düşünsel gelişimin önündeki epistemolojik (bilgi bilimsel) engellerin acilen ortadan kaldırılması için mücadele etmek olacaktır.

Anlattığımız olaya ve onun tanımlanmış ve belli bir nesnelliğe sahip olan gizemini ortaya çıkarmaya yönelik “meraklı çocuk faaliyetinin” hedefine ulaşabilmesi için “tümevarımsal” bir yöntem izleyen üç bilgi edinme aşamasının gerekli olduğunu tespit edebiliriz. Bunlardan birincisi bizi, aynı zamanda bir “oyun” niteliğini taşıyan olaya müdahil olan kişilerin faaliyetini tespit etmeye ve tanımlamaya yöneltti. Böylece bu olayı kendi özgün faaliyetleri üzerinden oluşturan etkenlerin neler olduğunu ve sonuçta oyunun hangi kurallara uyarak oynandığını ve amacının ne olduğunu tespit etmiş olduk. Nihayetinde, ortada bir “oyun kurucu”, onunla ekip oluşturarak onun işini kolaylaştıran “çığırtkanlar” ve bu ekibin parasını dolandırarak “mağdur” duruma düşürdüğü zavallı bir “oyuncu”. Bu şekilde edindiğimiz bilgilenmeye biz “yüzeysel bilgilenme” adını vermekteyiz. Bu tür bilgilenme düzeyi konu hakkında en genel bilgi edinme süreciyle belirlenecek ve olayı “üç kağıtçılık” olarak tanımlamaya yetecektir. İkinci bilgi edinme düzeyi, “oyun kurucunun” çığırtkanlarının da yardımıyla gerçekleştirdiği manipülasyonun nasıl gerçekleştirildiğine ve bu şekilde oyunda ortaya çıkarılması hedeflenen maddi gerçekliğin (siyah iskambil kartı) mağduru yanıltacak şekilde nasıl gizlendiği ile ilgilidir. Bu şekilde “gerçeğe ulaşmak” yolunda edindiğimiz bilgi düzeyine bir adım daha yaklaşmış olmaktayız. Bu seviyede en az şu çok önemli nokta üzerinde bilgi sahibi olmaktayız: Bir “üç kağıtçı” bizi yanıltmak için asla maddi bir tabiata sahip gerçekliği reddetmediği gibi onu ortadan kaldırmaya da yeltenemez. Eğer böyle davransaydı, gelecekteki mağdurları ile olan bütün ilişkisini daha oyun başlamadan ortadan kaldırmış olacaktı. Aksine, oyun kurucunun bütün marifeti, manipülasyonlarla mağdurun gözlem yapmasına engel olduğu maddi gerçeğe (siyah kart) ondan çok daha yakın olmasında yatmaktaydı. Olayın İkinci gününde gerçekleştirdiğimiz bu tayin edici bilgilenme sayesinde gerçeğe ulaşmak olarak belirlediğimiz hedefe ulaşmada bizi üçüncü günde doğrudan nesnel gerçeklikle ilişki kurmaya sevk etti: Bizim için artık önemli olan olayı hazırlayan etkenler değil ama doğrudan maddi gerçekliğin kendisi olmaktaydı. Dolayısıyla artık gözlemlerimiz doğrudan bu gerçekliğin hareketini izleyerek olaya girmemizi sağladı ve biz artık dikkatimizi biraz olsun yoğunlaştırsak bile “karayı bulmakta” ve oyunun baştan sona ve sondan başa bütün gizemleri hakkında yeterince teferruatlı bir bilgilenme seviyesine ulaşmaktaydık.

İkinci olarak, olayı çözümlerken edindiğimiz “tümevarımsal” yöntemle izlediğimiz yolun felsefi bir dil kullanarak tanımlamasını da yapmamız gerekecektir. Biz, bir gözlemci olarak ve öyle kalarak olayın içine kadar nüfuz ederek çözümlemesini yapan 8-9 yaşlarındaki çocuğun olaya yaklaşımını “bir ufaklığın kendiliğinden materyalizmi” olarak adlandırmaktayız. Bu, sadece bir “can sıkıntısı” ile motive edilmiş olan materyalizm, bir “bilim adamının kendiliğinden materyalizmine” (Lenin, Materyalizm ve Ampirokritisizm) benzemektedir. Bir bilim adamının motivasyonu açıktır ki, sadece “can sıkıntısını” kovalamak” için harekete geçen “okul öksüzü” bir ufaklığınki ile örtüşecek şey değildir. Bunun yanında her iki gözlemci de, kendilerini harekete geçiren nedenler söz konusu olduğunda “felsefi bir “dünya görüşünün” (materyalizm) gözlemciyi maddi gerçekliğe götüren biricik yol olduğunu ispatlamaya çalışmazlar. Yani başlangıçta her ikisi de “materyalist” bir dünya görüşünün sahibi değillerdir. Bunun yanında her ikisinin de amacı, gözlem yaptıkları nesnel gerçekliğin bilgisine ulaşabilmek ve onu oluşturan süreç ve süreçlerin bir tanımını yapabilmek için onun varlığından hareket etmek zorundadırlar. Dolayısıyla, başlangıçta “felsefi materyalizmden” belki de haberi bile olmayan her iki gözlemci de sonuçta “materyalist dünya görüşüne” uygun bir tavır sergilemek zorunda kalmışlardır. Bu durum bize sadece bilimle uğraşmanın, eğer bu eylemin gerekleri yerine getirilirse, insanı zorunlu olarak aynı zamanda düşünsel bir sistem olan “felsefi materyalizme” uygun şekilde davranmaya yönlendireceğini göstermekle kalmamakta, bilimsel başarının ve ilerlemenin bu uygunluğa bağlı olduğunun da altını çizmektedir.

… * …

.

Başta da belirttiğimiz gibi bu çalışmaya konu olan “nesnemiz” insanlık ve insanlaşma süreci olacak. Bizim bu alandaki görüşlerimiz, “insanlaşma sürecini” sadece insan türünün son sözcüsü “Homo Sapiens” in evrende kendiliğinden milyonlarca yıldır var oluşuna bağlı olan “kendinde bir süreç” oluşuyla sınırlı değildir. Dahası, insanlaşmayı kendisine sadece bir araştırma konusu olarak alan çok dar bir “komünite” oluşturan bilim adamlarının birlikte ve ayrı ayrı yaptığı tanıma uygun, “bilim adamları için” olan sterilize edilmiş bir insanlıktan da bahsetmiyoruz. Her ne kadar bilim adamlarının görüşlerinin “insanlaşma” olgusunun tanımlanmasında illa ki gerekli ve çok değerli olmuş olduğu fikrine tartışmasız katılmış olsak bile… Bizim bahsettiğimiz insanlık ve insanlaşma, bu iki tanımlamayı da içine alan ama onlardan daha fazla bir şey ihtiva eden “kendi için” insanlık olacak.

Bizim yaptığımız “kendi için insanlık” tanımı; bireylerinin kendilerini kimliklendirirken, sadece belli fiziksel özelliklerin toplamı olarak tanımlanan bir “ırka”, belli coğrafi yerleşim ve konuşulan dille belirlenen milliyete veya “etnisiteye”, belli bir inanç sisteminin mümini olarak din unsuruna değil ama her şeyden önce bir canlı türüne ait olmak olgusunu öne çıkaran, yani her şeyden önce “kendi için” olan “insanlığa” uygun olan bir tanımlama olmaktadır. Kendi için insanlık tanımlamasına uygun olmak, duruma uygun bir bilince ve davranış biçimine sahip olunması ile belirlenmektedir. Bunun yanında burada bahsettiğimiz “bilincine varma” ile Harari’nin de içinde olduğunu iddia ettiği “bilim komünitesinin” üyesi olarak edinilen bilinçlenme, her ne kadar dar bir ilişki içinde olsalar da (ikincinin birinciyi içermiş olması anlamında) bir ve aynı şey olmayacaklardır. “Homo Sapiens” adlı “çok satar” kitabını eleştirirken ortaya koyacağımız gibi, aynı zamanda ve her şeyden önce “biyolojik” bir oluşum olan insanlık ve onun varoluş biçimi olan “insanlaşma” üzerine genel “bilinç seviyesini” yükselten buluşlara imzasını atan bir bilim adamı, kendi kendisini bir birey olarak tanımlarken her şeyden önce belli bir dinin, milliyetin veya “ırkın” üyesi olarak tanımlayabilecek ve böylece kendi kendisini bizim uzun zamandır tanımını yapmaya çalıştığımız “kendi için insan”ın sahip olacağı bilince sahip olamayacaktır.

Bizim tanımını yaptığımız “kendi için” gerçekleşen “insan” ve onun varoluş biçimi olan “insanlaşma”, kendi toplumsal geçmişleriyle çeşitli nedenlerden ve biçimlerden ötürü “kopma” yaşayan bireylerin, yeniden toplumsallaşarak kendilerini her şeyden önce ama geçmişte sahip oldukları toplumsal özellikleri de reddetmeye yeltenmeden, bir “insan bireyi” olarak tanımlamasıdır. Dolayısıyla, insanlaşma; bireyleşme ile birlikte insan olmanın “antropolojik” temelini oluşturan toplumsallaşma, onun tarihsel gelişimi içindeki düzeyi ve biçimi, “insanlık” bilincinin oluşumu, düzenli hale gelerek yerleşmesi ve doğrudan doğruya bireysel kimlik oluşumlarında tayin edici hale gelmesini sağlayan bir diğer “antropolojik” süreç olmaktadır. Bu durumda, insanlaşma dediğimiz bir canlı türünün “kendisi için” var olmasını sağlayan sürecin hikayesi, gerçekte ve insan varlığını “düşünsel faaliyete” indirgeyen Harari’nin aksine, bireyin kendi türünün evrimsel gelişimi içinde oluşan her kopuştan” sonra yeniden toplumsallaşmanın tarihi olarak tanımlanabilecektir.

Sözümüze başlarken aktardığımız anekdotun, daha sonra sıklıkla metafor olarak kullanacağımız “üç kağıtçı” figürünün “kara kağıdı”, bundan sonra Harari’nin eleştirisine getireceğimiz eleştiride, onun sürekli olarak yaptığı çeşitli manipülasyonlarla görünmez kıldığı kapitalist sistemin günümüzde eriştiği “kara delik” haline karşı gelmektedir. Dolayısıyla biz, “Homo Sapiens” adlı eserinde hikaye ediş tarzına bağlı olarak hemen hepsi “bilimsel” bir jargonla aktarılmış çok sayıdaki saçma sapan argümantasyonlarla şişirilen balonun arkasına gizlenmeye çalışılan kapitalist sistemin oluşturduğu kara deliğin izini süreceğiz. Nihayetinde, her şeyden önce insanın toplumsallığına ve dolayısıyla insanlaşmanın kendisine saldırı ile genel anlamda “toplumsallaşma” süreci arasındaki ilişkiyi göstermeye çalışacağız.

Harari’nin kitabı, içeriğinden bağımsız olarak çok daha başka ve çok önemli bir noktaya işaret etmektedir: “İnsanlaşma” sürecinin, “insan biliminin” ve toplumsallaşmanın bir diğer biçimi olan siyasal ve ideolojik faaliyetin, vatandaş-bireylerin gündemine yerleştiğinin kendi başına göstergesi olmaktadır. “Homo Sapiens” adlı kitap, toplumsal gelişimin doğal bir şekilde sordurduğu “insanlaşma nedir?” sorusuna kendi siyasi iktidarını kapitalist sistemin “kara deliği” üzerine oturtan sermaye sahipleri sınıfının çıkarları doğrultusunda “ısmarlama” olarak gerçekleştirilmiş bir çalışmanın sonucunda ortaya çıkmış görünmektedir. Bir tek amaca yöneliktir: Kapitalizmin, artık toplumun bütün tabakalarına ait kitlelerin bir varoluşsal tehdit olarak etinde ve kemiğinde hissettiği “kara deliğinin”, “bilimsel” bir jargonla sergilenmiş devasa bir balonla gizlenmesini amaçlamaktadır.

“Sapiens” adlı kitabın “çoksatar” olması sadece başarılı bir “marketing” olayı ile açıklanamayacak bir olgudur. Kitap, çok geniş okuyucu kitlelerinde bu alanda görüş belirlemek üzere bir beklentinin epey bir zamandır var olduğunun da göstergesidir. Ancak onun temsil ettiği gerçekliğin bundan sonrası, kendi alanında oldukça bilgi sahibi olmuş, “insan bilime” aşina ve pratik bir başarıya sahip diyebileceğimiz sıradan bir “üç kağıtçının” manipülasyon çabalarında ibaret kalmaktadır. Kitabın, ancak bir “ekip işi” olarak oluşturulabileceği geniş muhtevası, “üç kağıtçının” balonunu oluşturarak hizmetinde olduğu anlaşılan kapitalist sisteme hizmette en büyük yardımcısı olduğu “kendiliğinden” bir şekilde de olsa bilimselliğe sadık kalmaya çabalayan birisi için kolaylıkla anlaşılmaktadır.

Kitabın bütünü söz konusu olduğunda yaratılan, kendi başlarına ve tek tek ele alındığında “öğretici” olarak bile tanımlanabilecek olan bu geniş muhteva, ufku gerçekliğin sadece “yüzeysel” bilgisiyle yetinen “ortalama gözlemciyi” rahatlıkla manipüle edecek, onun muhtevanın düzenlenmesinde gizlenen “kara deliği” görebilmesini engelleyecektir. Böylece okuyucu-gözlemci, “bilimsel” olarak kategorize edilen ve tek başlarına öyle olduğu da kabul edilebilecek olan verilerin gerisinde gizlenen amacı yaratılan “balon” etkisiyle göremeyecek veya görse bile “anti-bilimci” bir konuma düşmekten suçlanacağından korktuğundan çaresizlik içinde üç kağıtçıya boyun eğecektir.

Sözüm ona “bilimsel” bir manipülasyonla gizlene maddi gerçeği ortaya bu durumda çıkarmanın bir yolu olduğunu daha önceden belirlemiştik. Bu yol, her şeyden önce algılarımıza kendisini “maddi gerçeklik” olarak kabul ettiren nesneden hareket etmek olarak tespit edilecektir. Böylece, üç kağıtçının hepsi de gerçekliğin içine dahil olan muhtevanın kurgulanmasında algılarımızı işgal eden düzeninin nasıl kurulduğunu çıkarabilecek ve “kara”dan muhtevaya ve muhtevadan “kara deliğe” giden yolda gerçekleştirilen manipülasyonu rahatlıkla tespit edip, “ısmarlamacıların” tespit ettiği amaç doğrultusunda nasıl düzenlendiğinin bilgisine kolaylığa sahip olabileceğiz.

Sonuç itibariyle, dört yüz sayfalık kitabı boyunca “üç kağıtçı” yazarın bütün yaptığı gerçek olanla düşünsel olanı, insan aklıyla onun varlığını borçlu olduğu insan emeğini taşıyıcısı insan vücudunu birbirinden kopararak ve birincileri ikincilerin nedeni olarak göstererek ayırmak olmaktadır. “Homo Sapiens”te de daha önceki çalışmalarımızda1 tespit ettiğimiz gibi, bütünüyle içinde yaşadığımız ve neo-liberal ideolojinin ve liberal-faşist siyasi iktidarların sermayedarların sınıfının çıkarlarına uygun olarak, kurgusal gerçekliklerle maddi gerçekliklerin bütünüyle birbirlerinden ayrıştırılmakta ve kurgusal maddi olanın yerine konulmaktadır. Sermayenin çıkarlarına uygun olan gerçekliğin, emek dünyasının temsil ettiği “maddi gerçekliğin” yerine geçirilmesinin başlıca amacı, insanlığı yok oluşa doğru yönlendirmek üzere toplumun bireylerine uyduruk bir “hayal dünyası” şırınga ederek bir çeşit içinde kaldıklarında asla uyanamayacakları bir “anastezi” uygulamak anlamına gelmektedir.

Kitabın yazarı, tıpkı bir “üç kağıtçının” gözlerden ırak tutmadan önce, yaptığı manipülasyonun maddi bir temele dayandığını ilan ederek “mağdurunu” oyunun içine çekmesi gibi, daha kitabın giriş bölümünde bize, biricik ve “akla yatkın” gerçekliğin, “hayale” dayalı kurgusal gerçeklik olduğunu ilan etmektedir. Kitapta anlatılan hikaye ediş biçimini ve hikayenin akış yönünü de belirleyen kırmızı çizginin başlangıç noktasını, irdelemeyle yaptığımız eleştirimize bağlayalım ve bunu ikinci adımda kitabın ilan edilen sonuç bölümüyle nasıl birleştiğini görerek karşımıza somut verilerden hareketle nasıl uyduruk bir “insanlık tarihi” anlatımı sunulduğunu açıklamaya çalışalım.

Kara deliğe” giden yol “kurgusal” taşlarla döşenmiştir.

Tanıtım yazısında “Sapiens”in yazarının doktora eğitimini dünyanın en prestijli üniversitelerinden olduğu söylenen “Oxford” üniversitesinden aldığı belirtilmektedir. Yazarı hakkında böylesi bir ön tanıtımın yapılmış olması okuyucuya, kitapta yazılan her şeyin “bilimsel” bir nitelik taşıdığı, dolayısıyla ortalama bir okuyucunun bütün bu yazılanların -her şeyden önce olguların ele alış yöntemi başta olmak üzere- sorun hale getirdiği taktirde ve artık alıştığımız üzere, “bilim dışılık” ve hatta “bilim düşmanlığı” suçlamasıyla karşılaşacağı sinyalini vermektedir. Oysa durum bambaşkadır: Olgulara bakış yönteminde olduğu üzere, onların açıklamasını yaparken nesnelliklerini koruyacak bir şekilde kavramlaştırması faaliyetinde de, Harari’nin tavrının bir bilim insanınki olmaktan daha çok bir “üç kağıtçının” tavrına benzemektedir.

“Bilim insanı” görünümlü yazarımıza, “bilimsel faaliyetin ne olduğunu bilmediği” gibi bir suçlama getirmekte değiliz; eğer durum bundan ibaret olmuş olsa, biz onun sadece “bilimsel açıdan hata yaptığını” belirtir, suçlamamızı “üç kağıtçılık” mertebesine kadar taşımazdık. Hayır, Harari içine düştüğü “bilimsel sapkınlığı”, ideolojik ve siyasi nedenlerden ve sonuna kadar taraflı birisi olarak yapmaktadır; o “neo-liberalizmin” ve tarihsel sonuna erişerek bir “kara delik” haline dönüşen “kapitalist sistemin” savunuculuğunu yapmaktadır.

Hayır, Harari’ye getirdiğimiz eleştiri ideolojik ve siyasi açıdan onun bir “insan bilimci” olarak “taraflı” birisi olduğuyla da ilişkili değildir; zira biz de bir “toplum bilimci” olarak ideolojik olarak taraflı olan bir “materyalist” –ki, daha önce de altını çizdiğimiz gibi bu ideoloji “bilimsel tavrı” hayatın bütün gözlem alanlarında ön planda tutmakla tanımlanır- ve siyasi planda ise sermayenin tahakkümüne karşı “emek cephesinde” saf tutan kararlı bir “anti kapitalist” olmaktan yana saf tutmaktayız. Buna karşın “neo-liberal” ve “sermaye sever” yazarımızın tavrı, kitabında da birçok örneklemesini yaptığı üzere “bilimsel gerçekliği” mevcut liberal faşist düzenin hakim kılmaya devam ettiği “kapitalist sistemin” ve “sermayenin” belirlediği gerçeklik ile sınırlı olduğu ve bu gerçekliğin dışına çıkma deneylerinin bir çeşit “kötü yola düşme” olduğunu iddia etmekten ibarettir. Yazarın tavrı; tıpkı bir hokkabazın, şapkasından çıkardığı tavşanın kendi yarattığı bir canlı olduğuna inanmamızı isteyen bir hokkabazın tavrına benzemektedir. Yan yana getirerek ilişkilendirdiği olguların, yerleşik düzeninin “ilahi” bu yüzden de alternatifi olmayan bir düzene göre yapılandığına inanmamızı talep etmektedir. Bu, daha çok bir “üfürükçünün” tavrına benzeyen tavrının bilimsel nitelikli bir tavra eşit olduğuna “iman etmemizi” istemekte, aksi taktirde “aforoz” edilerek cehenneme gideceğimizi telkin etmektedir..

Bu operasyonu gerçekleştirirken Harari, kendinden son derece emin bir “üç kağıtçının” tavrıyla, amacının sadece ve sadece “kapitalist sistem” olduğunu ve bunun, elindeki kartları (argümanları) karıp düzenlerken bizim bulmamız ve iman etmemiz gereken “kara”nın ta kendisi olduğunu açıkça ilan etmekten kaçınmamaktadır:

İnsan türü ve küresel ekonomi büyümeye devam edecektir ama giderek daha fazla sayıda insan açlık ve yoksulluk içinde yaşayacaktır.

Kapitalizmin bu eleştiriye iki cevabı vardır. Birincisi, kapitalizm kapitalistler dışında kimsenin yönetemeyeceği bir dünya yaratmıştır. Dünyayı farklı bir şekilde yönetmeye dönük tek deneme (komünizm) her anlamda kapitalizmden o kadar kötüydü ki, kimse bunu bir daha denemeye cesaret edemiyor. … / … kapitalizmi sevmeyebiliriz ama onsuz yaşayamayız.

İkinci cevap biraz daha sabırlı olmamız gerektiğidir. Kapitalistlerin söz verdiği cennete ulaşmamıza çok az kalmıştır.” (S. 328)

Harari’nin kitabında “kapitalizm”, kapitalist “ekonomik sistem” ve “sermayedarlar sınıfı” üzerine ileri sürdüğü görüşler burada yaptığımız alıntıyla sınırlı değildir. Onun yaptığı ve daha çok bir sihirbazın yapabileceği türden gizem dolu “cankurtaran manevralarından” oluşan görüşlerini gelecek yazımızda ayrıca ele alıp derinliğine inceleme fırsatı elde edebileceğiz. Burada sadece, onun bitip tükenmiş bir toplumsal sistem olarak ve bu yüzden de gerçekte savunulamayacak bir şey haline gelmiş olan “kapitalizmi” insanlığın şafağına geri götürerek ve böylece kutsayarak “komünizm heyulasına” karşı nasıl savunmaya çalıştığına kısa bir giriş yaptığını tespit etmekteyiz. Bu bağlamda yazar, yaptığımız alıntılarda başlıca iki şey yapmaya çalışmaktadır. Bunlardan birincisi, kapitalizmi sadece insanlığın “şafağından” beri süre gelen bir gerçeklik değil ama aynı zamanda aynı insanlığın “ufkunu” da oluşturduğunu iddia etmek; ikincisiyse bu ufkun nesnel olarak insanların açlık ve sefalet içinde evrendeki insan varlığını mutlak bir yok olma sürecini ile belirlenmiş olduğu gerçeği.

Alıntının ilk paragrafında, daha önce kapitalizmin “adaletsiz” bir sistem olduğunu özellikle de “Afrika’da ve dünyanın diğer birçok ülkelerde” felaketlere yol açmış olması, “küreselleşmiş” kapitalizmin insanlık için tam bir felaketi temsil ettiği önermesi ile, bizim bu felaketin tıpkı evrendeki biçim sahibi bütün nesneleri hortumlayarak yoğunlaştırıp algılarımıza görünmez kılan “kara delik” gibi nihayetinde toptan bir yok oluş-yok edişe geçmesi olgusu arasında doğrudan bir bağ bulunmaktadır. Böylesi bir bağın kurulmuş olması, kapitalizmin gelişmesi ile –ki yazar bunu “ekonomik gelişme” olarak dayatmaktadır- “insanlaşma süreci” arasında doğrudan bir paralelliğin var olduğunu ve ikincinin kaderinin birinci tarafından belirlendiğini veya daima belirleneceğini iddia etmek anlamına gelmektedir. Bu durumda yazarımız, kapitalist sistemin bütün insanlığı hortumlayarak yok etmekte olan bir “kara deliğe” dönüştüğü olgusu ile, daha önceki üç çalışmamızda2 ileri sürdüğümüz tezleri doğrular bir tavır içine girmiş olmaktadır.

Harari’nin kapitalist sistemin “insanlığın şafağı” olduğu, insanlığın artık “sermayenin” egemenliği altına girip, onun “liberal faşist” dayatmalarına boyun eğmeden hiçbir geleceği olmayacağı iddiası için ileri sürdüğü gerekçeler, yaptığımız alıntının ikinci ve üçüncü paragrafında sıralanmış bulunmakta. İkinci alıntıda yapılan iddia, yani kapitalizmin insanlığın ufku olmasının gerçekte, yukarıda belirttiğimiz gibi “liberal faşist” bir siyasetin ve onun taşıyıcılığını yaptığı neo-liberal ideolojinin kendisini mutlak ve “ezeli ve ebedi” bir düzen ve düşünme biçimiymiş gibi dayatması ile açıklanmaktadır. Kitabın bütününün eleştirisini yaptığımızda iyice anlaşılacağı gibi yazar; “kapitalizmin insanlığın kaderi” olduğunu, bu yüzden de insanlığı oluşturan birey ve toplumlar dahil, “onsuz yapamayacağını” göstererek ispatlayamamaktadır. Bu yüzden de karşımıza, Türkiye’deki “siyasal İslamcı” bir tandansa sahip yerleşik “liberal faşist” iktidarı elinde bulunduran partinin “Yaparsa AKP yapar” sloganına benzeyen bir tavırla çıkmakta, geçen yirmi yıldan aşkın bir sürede söylenenin tam tersini gerçekleştirmiş olsa da, bu “gerçekliği ancak kendinden makul” bir teze iman etmemizi talep etmektedir.

Bizi “kapitalist sistemin dini bütün bir mümini” yapmayı amaçlamakla kalmayıp, bu dine zorla da olsa (veya determinist bir şekilde) iman etmeye zorlamaktadır. Neo-liberal, liberal faşist bir fedai kılığına bürünmüş olan bizim zorba yazarımız, “lümpen” olarak nitelenen bir “üç kağıtçı” kadar bile karşısında “kazanma özgürlüğü alanı” bırakmamakta; sanki, bu saçma sapan ve tek gerekçesi “iman” olan iddiasını geçmişte yaşanmış somut tarihi bir gerçeklik olarak dünyadaki bütün azılı anti-komünistler gibi, “Sovyetler Birliği” deneyinin komünizmi yerleşik bir üretim ve toplumsallaşma biçimi olarak yerleşik hale getirmedeki tarihi başarısızlığını ileri sürmektedir. Biz bu konudaki görüşlerimizi kısmen de olsa “Çıkış Hattı” (El Yayınları, Nisan 2020) adlı çalışmamızda belirtme imkanı bularak tartışmıştıkBunu yaparken vardığımız sonuç kısaca şu şekilde olmuştu: SSCB deneyimin bir karşı devrimle sonuçlanmış olmasının, proletarya diktatörlüğünün ikamesiyle 1917’de başlatılan deneyimin başarısızlıkla sonuçlanmasının nedeni, “işçi sınıfının iktidarı” olmak gibi bir iddia olan siyasi iktidarın burjuvalaşarak kapitalizmi yeniden ikame etmesi olduğunu ileri sürmüştük. Dolayısıyla, yenilginin nedeninin bir toplumsallık biçimi olan “komünizmin” kendisi değil ama Harari’nin de partizanlığını yaptığı burjuva bir “karşı-devrim” olduğunu belirtmiştik. Şüphesiz daha da geliştirmeye ihtiyaç duyan bu tezimizi, yaptığımız “kapitalizm tanımına” bağlı olarak ortaya çıkan somut tarihi koşullarla açıklamayı önermiştik. Buna karşın 3. Sınıf azılı bir “anti-komünist” gibi davranmaktan başka bu konuda sadece suçlama getiren Harari, bu konunun bilimsel bir şekilde ele alınacak olan bir tartışma konusu haline gelmesinden büyük bir titizlikle kaçınmaktadır. Her şeye rağmen o, yine de şu temel soruya cevap vermek zorundadır: Sadece SSCB’de değil ama onunla birlikte dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi, “köleci dönemde yaşanan “Spartaküs isyanından” başlayarak, ortaçağ Almanya ve Fransa’sında “Thomas Münzer” ve Osmanlı İmparatorluğundaki “Şeyh Bedrettin” isyanından geçerek, 1871 “Paris Komünü” ve “1917 Ekim Devrimine” neden olan ortak ekonomik ve toplumsal nedenler nelerdir?” sorusun cevap vermek zorundadır.

Kapitalist sistemi “insanlığın ufku” olarak göstermek gibi azılı bir “anti komünist” olmanın verdiği düşmanca bir tavırla ileri sürdüğü saçma sapan tezini, okuyucuyu “kapitalizm dinine” katılma zorunluluğu ile gerekçelendiren yazarımızın, bize yakında geri gelecek bir “cenneti” vadederken takındığı tavır, ancak bir rahibin becerebileceği türdendir. Kitap boyunca okuyucuların kapitalist sisteme sermayenin küreselleştiği bir çağda inanmaları için sürekli telkin edilen bu gerekçe; kapitalizmin insanlık tarihinde ekonomik ve bilimsel gelişmeleri başlatıp sürdürdüğü iddiasıdır. Yazar, günümüzde de kapitalizmin artık insanlığın küresel planda toptan çöküşünün nedeni haline gelmesine rağmen bu tavrı sürdürmeye devam edeceğine inanmamızı telkin etmekte, sermayenin tek başına “ilerlemeci” bir rol oynamaya devam ederken yaratılan sözüm ona “ekonomik gelişme ve bolluktan “yoksulların dahi” faydalanacağını iddia etmektedir.

Fransa’daki neo-liberal ideologlar ve liberal faşist politikacılar bu yalanı son dönemlerde kendilerine iman edilmesi için argüman olarak kullanmışlardır. Bu, büyük bir yalanın adı “politique du ruissellement ” (ırmakları besleyen su akıntıları siyaseti) olarak adlandırılmıştır. İddia şudur ki, sermayenin temerküzünün artması ve böylece sermaye sınıfının her geçen güçlenmesi devasa bir zenginlik birikimi yaratacak ve zenginlerin ceplerinden taşan paracıkları toplayan yoksullar da böyle ihya olacaklardır.3 Son elli yıllık sürecin deneyleri ise bambaşka bir gerçeği ortaya çıkarmaktadır: Emekçi halkların, zenginleşmeyi bir yana bırakın, ellerindeki sınıf mücadeleleri yürüterek gerçekleştirdikleri kazanımları dahi kaybederek büyük bir hızla yoksullaştığı, dolayısıyla insanlığın da aynı hızla “kara deliğe” doğru kitleler halinde çekildiği olgusu. Bu gerçek her geçen gün emekçinin ve bütün insanlığın “kendisi için” mücadele etme bilincini maddi şartlarını da beraberinde getirmektedir. Doğrusu odur ki Harari’nin bir “heyula” haline getirmek için çırpınıp durduğu “komünizm olgusunun”, bütün insanlığın ufkuna geri dönüşsüz bir şekilde yerleşmek üzere yerleşmekte olduğunu da göstermektedir.

Toplumlaşmanın ilgası

İnsanlaşmayı; sayısı iki adet olan antropolojik temel süreçler, bireyleşme ve toplumsallaşmanın, zamana ve dış şartlara bağlı olarak ortaya çıkan her birisinin aşırılıklarının karşılıklı olarak diyalektik bir denge ile bütünleşmesinin sonucunda oluştuğunu belirtmiştik. Bu anlamda insanlaşmayı, toplumsallaşmanın diğer özgün bir adı olarak tanımlayabilmekteyiz.

İnsanlık dediğimiz bütün, insanlaşmanın tarihin boyunca oluşan kazanımların tamamına eşit bir birikimin sonucunda oluşmuş bulunmaktadır. Toplumsallaşma, bireylerin kolektif olarak mekan (toplum) ve zaman (tarih) içinde ürettikleri bu birikimin rezervuarı ve taşıyıcı olarak belirlenir. Biriken ve bütün insanlığın kilometre taşlarını belirleyen bu ortak zenginlik, bireylerin toplumsallaşma süreçlerine o kadar bağlıdır ki, bir rezervuar ve taşıyıcı gibi işleyen toplumsallaşma süreci, mekan ve zaman içinde kopuşlar ve yeni gelene bağlanışlar zinciri boyunca çeşitli biçimler almaktadır. Tıpkı “neolitik öncesi ve sonrası” toplumları, köleci toplum, feodal toplum, kapitalist ve sosyalist toplumsallık biçimleri gibi…

Devrimlere paralel olarak oluşan insanlığın bu “yeni toplumsallık biçimlerine evrilmesi olgusu, başta “saf düşünce ürünü” olduğu iddia edilen ama neticede deneylere (toplumsal pratiğe) dayalı bilgi birikiminden başka bir şey olmadığı anlaşılan “bilimsel üretim” ve onun toplumsal pratikteki yansıması olan teknolojik icatlar, varlıkları doğrudan doğruya toplumsallaşma olmadan düşünülemeyecek olan faaliyetlerdir. Eğer, bilimin ve teknolojinin insanlaşma süreci boyunca sağladığı birikim ve zenginlikler aynı zamanda “bilimsel ve teknolojik devrimler” üzerinden toplumsallaşmanın zaman içinde aldığı biçimler üzerinde bir etki yaratmaktaysa –ki, bu doğrudur- bu bilimin toplumsallaşmadan asla günlük hayatımızda çeşitli varlık alanlarında gözlemlediğimiz gibi var olamayacaklarının da ispatı olmaktadır. Diğer taraftan bu durum, eğer bilimin ve teknolojinin gelişmesi bütün insanlığın üretim faaliyetinden koparıldığı taktirde –örneğin sermayenin gelişmesine ve kapitalist sistemin bir “kara delik” haline dönüşmesine rağmen var olmaya her şeye rağmen devam etmesine endekslenmişse-, diğer bir deyişle geliştiği oranda sosyalleşmeyip ve yeni toplumsallık biçimlerinin şartlarını hazırlamaya devam etmedikleri taktirde, dış görünüm nasıl gösterilmeye çalışılırsa çalışılsın, aslında gelişmesi engelleniyor demektirÖrneğin sermayenin tahakkümü üzerine kurulu kapitalist sistem, sermayenin toplumsallaşmasının hızla gerilediği4 “sistemin” “toptan çöküş” haline geçtiği (diğer bir deyişle “kara delik” haline dönüşmesi olgusu) oranda, insan türünün toplumlaşmasının önünde daha doğrusu “insanlaşmanın” önünde engel teşkil ediyor demek olmaktadır. Kapitalizmin düşünsel planda neden “üfürükçülük” anlamına da gelen “post modernizmin” (ki neo-liberal ideolojinin bir türüdür) ile kardeşleştiğini –bu, her türlü gericiliğin dostu olduğuna delalettir- ve neden siyasi planda gerçekte birer yok etme mekanizmasından başka bir şey olmayan “liberal faşist diktatörlüklere” dönüştüğünü de açıklamaktadır.

Kapitalizmin sonuna erişmiş tarihi kaderi ile, milyonlarca yıldır süre gelen ve toplumsal-niteliksel yeni bir sıçrama yapmaya hazırlanan insanlaşmanın geleceğini “ekonomik gelişme” faktörünü yerli yersiz ileri sürerek aynılaştırmaya çabalayan üç kağıtçı yazarımızın, aynı şekilde neo-liberal ideolojinin ve liberal faşist siyasetin bütün planlarının uygulanmasına engel olan “toplumsallaşmaya” karşı kitabında savaş açması doğal olarak ondan beklenen bir tavır olurdu. Ama onun bu suçlamayı yaparken ne tür bir yol izlediğini, ne tür manevralara katıldığını bilmemiz gerekmektedir. Harari’nin bütün kitabı aslında toplumsallaşmanın kendi özgül anlamından saptırılması çabası ile özetlenebilmektedir. O, ileri sürdüğü uyduruk tanımlarla “toplumsallaşmayı” bir kavram olarak içini boşaltarak tanınmaz hele getirmekte, daha da önemlisi, sanki insanlaşma sürecini takip eden toplumsallaşma sürecinin kapitalizmin gelişimine vesile olan bir “yan ürünmüş” gibi göstermeye çabalayıp durmaktadır.

Aşağıda yapacağımız bir dizi alıntı, Harari’nin “post-modern” hokkabazlıklarla toplumsallaşma kavramının için nasıl boşalttığına, kavram kargaşası yaparak “kapitalizm” olgusunu sanki insanlığın tarihsel gelişimi belirleyen “anakronik”, ezeli ve ebedi bir şeymiş gösterme çabalarının örneklerine şahit olacağız. Birinci alıntı;

Bilişsel devrimin arifesinde dedikodu “Homo Sapiens”in daha büyük ve daha istikrarlı guruplar kurabilmesini sağladı. Ama dedikodunun bile bir sınırı vardır. Sosyolojik araştırmalar dedikodu sayesinde bir arada durabilen bir gurubun doğal sınırının 150 kişi olduğunu göstermiştir. Grup bunlardan daha büyük olduğunda çoğu kişi diğerlerini ne yeterince yakından tanıyabilir, ne de etkili bir şekilde dedikodu yapabilir.” (S. 39)

Hiçbir yanlış anlamaya yer vermeyecek biçimde yazarımıza göre, insanın düşünsel yeti kazanmasına bağlı olarak, en fazla onar yirmişer guruplardan oluşan ve bireyler arasındaki ilişkiyi “kan bağına“ dayandıran “klan” tipi yapılaşmadan, daha çok 150 kişi civarındaki “tribal” bir yapıya geçmesini “düşünsel faaliyetinin” gelişmesinin yanında toplumsallaşmasının da “dedikodu” yapma kabiliyetinin de gelişmesine borçlu olmuştur. O, “dedikodu” kavramının içini tam olarak nasıl doldurduğunu açık ve net bir biçimde belirtmemiştir. Ama “toplumsal ilişkinin” genetiğini oluşturduğunu iddia ettiği ortadadır. Bu durumda insanın toplumlaşmasında sözüm ona bir evre olarak kabul edilmesi gereken “dedikodu”nun, kendinden sonraki bütün devasa toplumsal ünitelerin öngördüğü “toplumsal ilişki” biçiminde biçim değiştirerek tekrarlandığı iddiasına paralel olarak, sosyologlar tarafından “bilimsel” bir kavram olarak kullanıldığı vurgulanmaktadır. Belli bir nesnelliğe sahip “dedikodu”nun bilimsel olarak tanımlanmış bir kavram olduğunu ileri sürmüş olması, yazarımıza gerçekleştirdiği manipülasyonlara ve ortalığa saçtığı hurafelere karşı çıkmayı engelleyecek bir tür “zırh kuşanma” anlamına gelmektedir.

Doğrusu Harari’nin adlarını vermeden varlıklarından bahsettiği bu “sosyologların” kimler olduğunu biz daha önceden bilmiyorduk; yazarın bu konuda “kaynak çalışma” olarak yaptığı somut bilgilendirmeye de kitabında rastlayamadık. Dahası, bu araştırmacıların “dedikodu” kavramını bir iletişim biçimini belirtmek için mi, yoksa bireyin toplumsallaşmasının taşıdığı bir kolektif bir bilgi ve deney içeriğini belirlemek için mi kullanıldığı hakkında hiçbir bilgi de verilmemiştir. Fakat kavramın bizim “üç kağıtçı” yazarımız tarafından özellikle de bir “içerik bildirimi” veya nitelemesi amacıyla özellikle seçildiğini ve toplumsallaşma olayının maddi gerçeklikten oluşan içeriğinin kullana kullana bir “balon” gibi bu maddi içeriği gizleme amacıyla kullandığını fazla bir tereddüt göstermeden ileri sürebiliriz. “Dedikodu” kelimesinin içeriğinin ne olacağı konusunda fazla bilgi edinmek için onun çeşitli tanımlarının ne olabileceğini araştırmaya çalıştık. Başvurduğumuz kaynaklardan Fransızca-Türkçe bir internet sözlüğü, “dedikodu”yu maddi bir karşılığı çoğu kez olmayan, ama “ötekileri” eleştirmeyi ve hatta yerden yere vurmayı hedefleyen, bireylerin başvurduğu uyduruk-kaydırık sözler veya gevezelikler olmasından, çoğu kez bireysel değil ama kolektif toplumsal amaçlar güden ve toplumsallıkla yüklü olup bu alanda “dersler veren” ama kaynağı tam olarak belli olmayan “rivayetler” anlamına kadar çeşitli eş anlamlı kelime olduğunu keşfettik.

Her şeyden önce “dedikodu” bireyler arasında bir iletişim biçimi olarak kabul edilse de, içinde yayıldığı toplumun gelişimi, bu gelişimin içeriği ile anlamlandırılmıştır. İşte bu içerik, “dedikodu” olayını, toplumsallaşmanın zahiri değil ama baştan sora maddi bir olay olduğunu ispatlar: “Dedikodu”nun, sözlükte tanımı icabı genellikle içi boş iddialardan veya “kara çalmalardan” oluşan “gerçek dışı” bir şey olduğu iddia edilse bile –ki, Harari’nin açıkça yapmaktan titizlikle imtina ettiği tanım bu merkezdedir-, toplumsallaşmanın bir biçimi olduğu oranda bütünüyle “maddi gerçeklik” ihtiva eder ve bu gerçekliğin anlamlandırılmasının biçimlerinden birisidir; tıpkı üç kağıtçı yazarımızın el çabukluğu ile yaptığının aksine, asla ve özenle birbirlerine karıştırmaktan kaçınarak belirttiğimiz yine toplumsallaşmayla taşınan “bilimsel gerçeklik” gibi…

Daha önce de belirttiğimiz üzere, bizim Harari’ye itirazımız onun “dedikodu” olayını toplumsal bir olay olarak ima etmiş olması –evet, o sadece ve sadece bir üç kağıtçı, bir hokkabaz gibi “ima” etmektedir” ve bunu bir olayın gerçek neden ve sonuçlarını gözlerden ırak tutmak için yapmaktadır- değildir; sosyologların araştırmalarına konu olan –ki bu mümkündür- bu konuda bilim insanlarının sergilediği sebep-sonuç ilişkisine bağlı bilimselliği bizlere açıkça ifade etmemiş olmasıdır.

Nitekim “dedikodu” kavramının bir eş anlamlısı olan “rivayet” versiyonu Fransa’nın “insanlık” ve “insanlaşma” alanında da çok önemli çalışmaları olan sosyolog-antropoloğu Edgar MORİN tarafından bir alan araştırmasıyla etüt edilmiş, ve böylece uyduruk bir suçlamanın bütün veçheleriyle nasıl bilimsel bir araştırmanın konusu olabilecek “maddi” karakterli bir olay olduğu ünlü “La rumeur d’orleans” (Orleans şehrinin rivayeti) adlı kitabında anlatılmıştır. (1969) Bahsi geçen “rivayet” olayı, “Jean dArc” heykeli ve katedraliyle ünlü, Paris’e çok yakın olan, “kraliyet ailesini” bağrına basmış Orleans, ülkenin en eski şehirlerinden birisidir. Çalışmaya konu olan “rivayet” 1960’ların sonlarında bu şehirde bir sokakta faaliyet gösteren “elbise mağazası sahibi ve hepsi Yahudi esnaf hakkında” çıkarılan ve şehirde kaybolan genç kızların müsebbibi olarak gösterilmesine dair yapılan suçlama ve ırkçı saldırılar için hedef göstermekten oluşmaktadır. İddiaya göre “Yahudi esnaf” bu kızları “prova kabininde” iğne yaparak uyuşturmakta ve sonradan da “beyaz kadın ticareti” yapan çetelere satmaktadır. Burada, olayın detaylarını ve E. Morin ve ekibinin gözlem ve analizlerini uzun uzadıya vermeyeceğiz; zaten amacımız da bu bağlamda “dedikodu” alanında bütün araştırma sonuçlarını aktarmak değildir. Ancak bizim bu olayda çıkaracağımız –ve çalışmanın da somut olarak ispatladığı gibi- olayın rastgele bir şekilde ve can sıkıntısını “dedikodu” yaparak dağıtmak olmadığıdır. Dedikodunun veya rivayetin amacı burada dini bir azınlığı hedefleyen ve “geçmişin sembolü” olan bir ortaçağ şehrindeki halkın bir kesimi tarafından çıkarılmış “antisemit” ve dolayısıyla “ırkçı” tabiatlı, ekonomik çıkar çelişkilerine dayanan ideolojik ve siyasi nitelikli bir toplumsal olay olduğudur. Başlangıçta ve sonuçta toplumsal bir olay olduğu için de, bir “rivayet” üzerinden kurulmuş olsa da maddi bir gerçeklik ihtiva ederek “üfürükçülük” faaliyetinden epistemolojik (düşünsel) bir kopuşla da ayrılmış olan “bilimsel gerçeklik” alanına girmektedir.

(Türkçeye çevrilen iki önemli eseri :”Yitik Paradigma: İnsan Doğası” ve “Yolumuzu Değiştirmek Koronavirüs’ün Öğrettikleri” kitaplarının yazarı Edgar Morin-editör)

Edgar Morin’in çalışması, “Dedikodu”nun (veya “rivayetin”) somut bir gerçeklik ihtiva etmeyen bir “boş laf” değil ama toplumsallaşmanın özgün bir biçimi olarak bilimin konusu olacak kadar “nesnel” tabiatlı olmasının altını tekrardan çizmenin gerekliliği yanında, bu kavramı bireyler arasındaki “ilişkilerin jeneratörü” olarak gören Harari’nin toplum anlayışı hakkında bilgi vermesi bakımından da önem arz etmektedir. Orleans şehrinin rivayeti adlı çalışmasından da çıkarılacağı gibi “dedikodu” olayı, toplumsallaşmak üzere “insanın toplumsal tabiatına” uygun olarak hiç de tesadüf eseri olmayacak bir şekilde bir araya gelen bireylerin buluşması olayının arkasında “sınıfsal farklılaşmaya” bağlı çelişkilere bağlanmaktadır. Tıpkı kapitalist toplumda toplumsallaşmanın sonucunda ortaya serilen bireyler arası ilişkilerin matrisinin “serbest rekabet” olayına bağlanmasında olduğu gibi…

Bu durumda, yani insan toplumsallığının “serbest rekabet” tarafından biçimlendirerek yaratılmasına bağlı olarak gündeme “insan insanın kurdudur” (Thomas Hobbes) gerçeği getirilmekte ve böylece her durumda sınıfsal çözümlemeye tabi olan “tahakkümün” olgusunun gerekliliği vazedilmektedir. Tahakküm olayı, aslında maddi anlamda “gerçek dışı” bir içeriğe sahip “mitolojiler” ve insanların üzerinde hakimiyet kurmanın en üst biçimi olan “kurgusal gerçeğin” maddi gerçeğin yerini almasıyla açıklanabilecek bir konudur. Aşağıda yapacağımız alıntı, Harari’nin bu konudaki anlayışını açıklıkla yansıtmaktadır:

Homo Sapiens bu kritik eşiği aşıp, on binlerce kişiden oluşan şehirler kurmayı ve milyonlarca insanı yöneten imparatorluklar oluşturmayı nasıl başardı? Bunun sırrı muhtemelen kurgunun ortaya çıkmasıydı. Ortak bir mite inanan çok sayıdaki yabancı, başarılı işbirliği yapabilirler.

Tüm geniş çaplı insan işbirlikleri –modern bir devlet, Orta Çağda bir kilise, bir antik şehir veya arkaik bir kabile- insanların kolektif hayal gücünde yaşattıkları ortak mitler etrafında örgütlenmiştir. Kiliseler ortak dini mitler etrafında örgütlenir….” (S. 40)

Genellikle anlamakta zorlandığımız şey ise modern kurumlarımızın da tamamen aynı prensip üzerine kurulu olduğudur. Örneğin özel şirketlerin dünyasını ele alalım. Modern çağın çalışan insanları ve avukatlar aslında güçlü sihirbazdırlar. Onlarla kabile şamanları arasındaki asıl fark, modern avukatların çok daha tuhaf hikâyeler anlatmalarıdır. Bu konuda Peugeot efsanesi iyi bir örnektir.” (S. 41)

Üç kağıtçılık yaparak içi boş balonları üfleyip bize içi boş “kurgusal gerçeklikler” sunmaya çalışmayı ve böylelikle maddi gerçekliklerin içini boşaltmayı meslek edinmiş olduğunu belirttiğimiz Harari, bütün insanın toplumsallaşmasını, “boş laf” olarak tanımladığı “dedikodu” olayına indirgeyerek ve onu toplumsallaşmanın jeneratörü yaparak; yukardaki uzunca alıntılarda da tespit ettiğimiz gibi tarihsel olayları, kurgusal bir şekilde düzene koyup “gerçeklik müsveddesi” haline getirerek bütün insanlık tarihini yenden yazmaya çabalamış görünmektedir. Bu durumda “dedikodu olayını” bir neden olarak ileri sürmek, bize anlatıldığı biçimiyle esas amacı kapitalizmin insan türünün evrendeki varlığını “yok etmeğe” başladığı gerçeğinin üzerini, “boş laflarla” küllendirme çabasından başka bir şey olmamaktadır. Aynı şeyi yaşanmakta olan somut bir “yok oluş-yok ediş” gerçeğinin “mitoloji” ile aynılaştırılarak “yerseniz!” diye önümüze sürülmesinde de gözlemlemekteyiz. Bu amaçla bize gerçekte ideolojik ve siyasi hedefleri olan düzmece hikayeler anlatan yazarımız, insan türünün kendi varlığını daima iyi şartlarda ve kendi türünün gereklerine uygun olarak (yaratma eylemi için gerekli boş zamana sahip olmak gibi) kendi tarihi içinde yeniden üretme çabasının ürünü olan “büyük şehirler kurmak” ile, yaratılan zenginliklere sadece hakim olan toplumsal sınıf adına daha fazla el koymanın bir vesilesi olan “milyonlarca insanı yöneten imparatorluklar oluşturma” arasında anlam kargaşası yaratmaktadır.

Bir diğer anlam ve kavram kargaşası ise, ikisi de başka başka “toplumsal kurumu” temsil etmiş olduğundan ve ayrı ayrı somut maddi gereksinimlere cevap verdikleri için asla birbirlerine karıştırılmaması gereken maddi gerçekliklerin, buna rağmen sırf belli ideolojik ve siyasi beklentilerle birbirlerine karıştırılması -ve bu yüzden de kendi tabiatlarına yabancılaşmış “uyduruk” şeyler gibi ele alınması- çabasında gözümüze çarpmaktadır. Özellikle de ikinci adımda “sihirbaz” ve “şamanların” gerçeküstü hikayeler anlattığı ima edilerek, sermayedarların ve burjuva düzeninin çıkarlarını savunan “hukukçuları” birbirlerine karıştırılarak aynılaştırılması, yazarın “bilim ve teknoloji” çağı dediği günümüzde de, kurgusal gerçekliğin maddi gerçekliğin yerini alması “normalleştirilmek istenmektedir. Bu tavırla gerçekte amaçlanan, kapitalist sistemin ve sermaye egemenliğinin bir tür vaftiz edilerek kutsanmasından başka bir şey değildir. Misyonuna uygun olarak Harari’nin bütün yaptığı, son tahlilde neo-liberal ideolojinin hallerinden birisi olan “post-modernizmin” ve aktüel siyasi barbarlığın en üst biçimi olan liberal faşist tahakkümün kutsanmasından başka bir şey değildir. Yaptığımız alıntıdaki önermeler, bu yüzden bizce bir “üç kağıtçının itirafları” niteliği de taşımaktadır.

Harari’ye getirdiğimiz eleştirileri, onun argümanları üzerinden burada başkaca da derinleşmeyi düşünmüyoruz. Zaten esas amacımız böylesi çok uzun zaman süresi gerektiren çaba içine girip tek başımıza büyük bir insanlık tarihi yazmak” da değil. Üstelik yazarının kendisi de bütün bu argümanları “insanlık tarihini temize çıkarmak” üzere ile ileri sürmüş olduğu da yok; o sadece efendileri için insan bilim alanında “kılıcı keskin” olan bir fedailik yapmak veya en azından biz okuyuculara öyle görünmek. Mesela, mitolojiler ve din olgusu konusunda bilgi sahibi olmak isteyen okuyucuyu bu iş için ünlü Fransız filolog, din tarihçisi, mitolojilerin kıyaslamalı bir şekilde ele alınmasında bir “yol gösterici” olan Georges Dümezil’in çalışmalarını incelemeyi salık vererek kısaca şu açıklamada bulunmak istiyoruz. Sonuç itibariyle mitolojiler ve kadim dinlerin bize anlattığı “hikayeler”, kolektif olarak ileri sürülmeye başladıkları çağlara zaman-tarih, mekan-coğrafi bölgeler ve ifade edildikleri dil ve dil aileleri üzerinden toplumsal deneylerin özetlendiği ve çoğu zaman evrenin kozmik anlamlandırılmasına bağlı olarak gerçekleştirilen, bu yüzden de başlangıçta ve sonuçta maddi bir gerçekliğe sahip olgulara karşı gelmektedir. Dolayısıyla bilimsel araştırmaların nesneleri olarak kabul edilip etüt edilebilecek niteliktedir. Modern çağın ürünleri olan toplumsal kurumların özneleri olan “avukatların” anlattığı “hikayeler” ise mitolojiler ve dinlerin doğup geliştiği aynı dünya üzerinde kurgulanmış ve neticede toplumsallaşmayla taşınmış olsalar bile, ayrı toplumsal şartların ürünü olarak ap ayrı maddi içeriğe sahip gerçeklikleri temsil etmektedirler. Her ne kadar Harari kendisini Mezopotamya’nın veya antik Mısır’ın “tapınak rahiplerinden” birisi olarak takdim etmiş olsa da, avukatlar toplum ve tarih önünde evrenin modern bilim insanları tarafından yaptığı “maddi gerçeklik” tanımına uygun olarak faaliyet yürütmek zorundadırlar; bu olguya bağlı olarak ta, “hikayeleri” insanın toplumsallaşması sürecinde” maddi gerçeğe uygunlukları ölçüsünde taşınmaktadırlar. Aynı şey, başında ve sonunda üç kağıtçı veya hokkabazın teki olan Harari’nin bize anlattığı düzmece hikayeleri insanlaşma süreci er veya geç belli bir toplumsallık biçiminden diğerine geçerken kusmaktadır. Bizim eleştirilerimiz aracılığıyla bütün yaptığımız da zaten onun bize anlattığı zehirli “hikayeleri” ona kusturmaktan başka bir şey olmayacaktır.

İşgücü sömürüsü bir “hayal” midir?

Kapitalist sistemin dolayısıyla sermayenin yönlendirdiği ve “iş gücü” sömürüsü gerçekleştirerek yapılandırdığı ve böylelikle uzlaşmaz bir şekilde iki uzlaşamaz sınıfa böldüğü bir toplumda yaşamaktayız. Bu tartışma götürmez maddi gerçekliği yeri geldiğinde tıpkı bir üç kağıtçının “karayı gösterir gibi” yer yer gösteren yazarımız Harari de kısmen kabul eder görüntüsü içine girmektedir. Ama sadece “karayı gösterir gibi”! Çünkü onun olgulara verdiği kendi ideolojisinden kaynaklanan kurgusal düzenin gerçekteki amacı, bir bilim adamının misyonuna uygun olarak evrenin ve toplumun her göze görünemeyen gerçekliğini ve işleyiş kurallarını ortaya çıkarmak değil, ama tam aksine bütün “maddi” ağırlığıyla bu gerçekliği kendi sınıfsal art niyetine dayanarak yarattığı kurgusal bir gerçekliğin ardına saklayarak, görünmez veya tanınmaz hale getirmektir. Bu iş için, yanlış yere yönlendiren bir iç kağıtçının aklınca “tutarlı” düzmece yol haritaları düzenlemek, onun en başarılı olduğu alan olmaktadır.

Harari; bu şekilde hazırladığı baştan sona düzmece olan yol haritasını izleyerek yapmaya çalıştığı “çıkmaz sokağa” doğru yönlendirmeye, ilk önce toplumsal ilişkinin jeneratörü olarak “boş laf” şeklinde tanımladığı “dedikodu”yu koyarak başlamıştı. Aynı şekilde, ikinci adımda bize, “gerçek dışı” imiş gibi gösterdiği toplumsal ve tarihsel gerçeklik yoğunlaşmasının ifadesi olan “mitolojilerin” içini boşaltarak, ilk adımdaki manevrasının sanki sürekliliği ezeli ve ebedi olan “evrensel” bir gerçekmiş gibi “dekore” etmeye çabalamıştı. Üçüncü adımda ise “çekirge bir sıçrayıp, iki sıçradıktan” sonra bir kadermiş gibi duyularımıza doğrudan hitap “kapitalist sistemin” maddi gerçekliğinin içine düşmüş bulunmaktadır. Ve doğaldır ki, bütün sihri ve manipülasyonu, duyulur dünyada bir “üç kağıtçının” nasıl çalıştığını çözebilen 8-9 yaşındaki bir çocuğun anlayışı için bile sorun haline getirilebilmektedir. Şimdi de aşağıda yaptığımız alıntılara bir göz atalım ve yazarımızın yanlış yönlendirmelerinin, kavram karışıklıklarının ve maddi gerçekliği gizlemek üzere balon şişirmelerinin ardında yatan nedenleri daha yakından gözlemleyelim:

Kısacası Peugeot SA’nın fiziksel dünyayla temel bir bağı yoktur. Peki şirket gerçekten var mıdır? Peugeot bizim kolektif hayal gücümüzün ürünüdür. Avukatlar buna yasal kurgu adını veririler. Elle gösterilemez, fiziksel bir nesne değildir. Ancak hukuki bir varlık olarak vardır. Tıpkı sizin veya benim gibi; faaliyet gösterdiği ülkenin yasalarına bağlıdır. … / … Peugeot bir tür yasal kurgu olan “sınırlı sorumlu şirketler kategorisindedir. Bu tür şirketlerin ardındaki fikir, insanlığın en dahiyane buluşlarından biridir.” (S. 42)

Demek ki 19. Yüzyılın sonlarında başlangıçta sıradan bir “demirci dükkanı” iken “demirci ustası” olan büyükbaba Peugeot tarafından otomobil imal eden bir aile şirketine dönüşen, sonradan kapitalizmin dünyadaki evrimine bağlı olarak büyük bir “pazar talebi” olan birçok ülkede üretim ünitesi on binlerce işçi çalıştıran “otomotiv sanayi devi” olmayı başaran bir kuruluşun, nihayetinde çeşitli biçimler alarak5 günümüzde büyük bir marka ve “sınırlı sorumlu” bir finans kuruluşuna dönüşmesi, bir insanın sıcak yatağında “tatlı hayaller kurması” gibi sadece kurgu ürünü olan içi boş bir kavram, öyle mi? Tarihsel ve kapitalist pazarda ürünleri peynir-ekmek gibi bir buçuk asra yakın bir zamandan beri alınıp satılmamış da “bizim kolektif hayal gücümüzün ürünü”nden ibaret, sadece hukuki bir kimlikle belirlenen soyut bir “kurumsal”-kurgusal varlığı olan bir şey, öyle mi? Fransa’nın ve dünyanın birçok fabrikalarında üretilen ve bir “kullanım değeri” olarak bizlerin günlük hayatına, önce çalışarak ödenen “kredi borcu” ve hemen akabinde işe-gidip gelmede kullandığımız bir taşıma aracı olarak girmiş olan “maddi gerçeklik” değil, öyle mi? Vay be! Sen bizim başımızdaki “zebani” gibi, bir yandan onlarca çok önemli sanayi sektörünü planlı programlı bir şekilde batıran, ama elli yıl önce hizmete giren hava alanını “ben yaptım!” diye avazı çıktığı kadar bağırarak söyleyen “küresel tetikçiden” de daha büyük bir yalancıymışsın da, biz bunca zaman bizleri “ahmak” yerine koyan senin gibi neo-liberalizmin iğfal edip ortalığa saldığı üçüncü sınıf “üç kağıtçıdan” haberimiz bile olmadan yaşamışız… Vay ki, vay!

Peki, Harari’nin bizi bir “kara deliğin” içine iteler gibi yönlendirmeye çalıştığı kapitalizmin “küreselleşme ve yok ediş-yok oluş” çağında sahip olabildiği ve sınıf mücadelesinde bir ideolojik silah olarak kullandığı “kurgusallığın” kendi başına bir gerçekliği yok mudur? Nasıl ki “dedikodu” ve “mitolojiler” maddi bir gerçekliğe sahipse, kapitalist bir işletme olan Peugeot da bundan dolayı gerçekleştirdiği sermaye birikimine başlangıçta diğer benzer işletmeler gibi üretime doğrudan müdahale ederek ulaşmaktaydı. “Küreselleşmeyle” birlikte “iş gücü sömürüsüne” geleneksel olarak el koyarak sermaye artırımının yanında, birikimini spekülatif bir biçimde sadece “değişim değerinde” yoğunlaşarak -ve bu yüzden kendisi toplumsallaşamadığı gibi, toplumsal bir dönüşümü gerçekleştirmekte ve hatta ona engel olmaktadır- gerçekleştiren, daha çok “kurgusal bir nitelik” kazanmış kuruluşa dönüşmüş bulunmaktadır. Her iki halde de, kapitalizmin “kurgusal bir ürünü” olduğu kadar, bu sadece düşüncede var olan ürünün aynı zamanda maddi karşılığını da içermektedir. Kapitalist pazarda “Peugeot hisse senetlerinin alınıp satılması “hayali” bir şey değil, ama hala somut maddi gerçekliğe dönüşen bir metayı içermeye devam etmektedir.

Hayatına bir demir işleme atölyesi işleten aile şirketi olarak başlayan ama sonradan aktivitesini ve varlığını “borsada işlem gören” bir tekele dönüşen “Peugeot”, üretime doğrudan müdahale etmeyen soyut bir “marka” ve nihayetinde finans kuruluşu olarak devam ediyor olmuş olabilir. Ama kapitalist doğup kapitalist olarak bir “kullanım değeri” üreticisi olarak varlığını gerçekleştiren bu kuruluş, toplumsal evrim ve devrim ile dönüşerek insanlık tarihinde çözülüp gidene dek, günümüzde mevcut olduğu gibi sadece ve sadece bir tek maddi gerçekliği bulunmaktadır. Bu gerçeklik olmadan da bir kurgusal gerçekliğe dahi sahip olması mümkün değildir: Emek sömürüsüne doğrudan veya dolaylı olarak neden olmak!

Peugeot’nun sermayesini borsa manipülasyonlarıyla ağırlıklı olarak spekülatif bir şekilde yoğunlaştırması, kapitalizmin günümüzde ağırlıklı olarak sahip olduğu, toplumsallık ve insanlık yutan bir “kara delik” olarak, maddi bir gerçekliğe sahip olmayan bir kuruluş olduğunu göstermemektedir. Nasıl ki, Büyük Fransız devriminde hızlı ve çok sayıda infazları gerçekleştirilmek üzere icat edilmiş olan ve mucidinin adını taşıyan “giyotin” maddi bir gerçekliğe sahipse; çok sayıda emekçi kitlesini “işsizliğe” iterek veya çok daha yoğun bir çalışma temposuna tabi tutarak yok etmenin aracı haline dönüşerek kendi çapında bir “kara delik” oluşturan Peugeot da, günümüzde sahip olduğu biçimiyle bir “maddi gerçekliğe” sahip olmaya devam edegelmektedir.

Harari’nin kapitalist sistemin günümüzdeki tabiatını oluşturan maddi gerçekliği “balon şişirerek” gizlemeye çalıştığını belirtmiştik. Aşağıda aktardığımız alıntılarda da, kapitalizmi “evhen-i şer” göstermek için gerçekleştirdiği bu “balon şişirme” olayının diğer örneğini görmekteyiz:

“Tüm olay hikayeler anlatmanın ve insanlara bu hikayelere inanmasını sağlamanın etrafında gelişti.” (S. 43)

Tarihin büyük kısmı şu soru etrafında döner: Birileri, milyonlarca insanı tanrılara, milletlere veya sınırlı sorumlu şirketlere inanmaya nasıl ikna eder? Bu başarıldığında Sapiens’e olağanüstü büyük bir güç verir, çünkü bu milyonlarca yabancının ortak hedef uğrunda işbirliği yapmasını sağlar:” (S. 44)

Bu adam, sadece efendilerine hizmet eden üçüncü sınıf bir “üç kağıtçı” filan değil ama en büyük ve hayati yalanları söyleyecek kadar gemi azıya alabilen antik çağın “tapınak baş rahipleri” kadar, Firavunların hizmetindeki sihirbazlar kadar “ayağı baş” yapan mistik güçlere hükmeden sihirbazlara öykünmüş iyice. İnsanlık tarihinin özneleri olan bireyler, kendi hayatlarının maddi şartlarını zaman içinde attığı ve kendi hayat şartlarını her adımda daha da iyileştirdiği faaliyetle içinde “işbirliği” yaparak toplumsallaşırlar. Bunun için, ne illa ki geçmişte olduğu gibi “tanrılara” ne de günümüzde olduğu gibi küresel sermayenin bütün insanlığı yok edici bir şekilde liberal faşist iktidarlara yönlendirilen ”sınırlı sorumlu şirketlere” ihtiyacı vardır. Böylesi bir ihtiyaç, özellikle de toplumsal olarak gerçekleştirilen bütün değerlere el koyan, neolitik dönemde boy göstermeye başlayan ve toplumsal işbirliği ile yaratılan “artık değere” el koyan hakim sınıfların, insanlaşma sürecinin şartları değişmiş olsa bile ihtiyaç duymaya devam ettiği bir şeydir. Siz, üçkağıtçı yazarımız, sizin gibi bir “tapınak rahibinin” de kendisini “hakim sınıf erbabı” katına yükseltilmeyi hak etmesi için bize böyle, sanki marifet yapıyormuş gibi, gösterişli büyük balonlar şişirmeniz ve onların içini de büyük yalanlarınızla doldurmaya illa ki ihtiyacı olduğu da açıktır.

Bu arada “aba altından sopa göstererek” bizim, ortalığa saçtığınız bütün bu zırvalarınıza inanmaya “ikna etmeye” sakın kalkışmayın, Oxford çıkışlı “haute seciété” (yüksek sosyete) hokkabazı, “ne düğü belirsiz” olduğuna artık iyice inandığımız yazarımız! Toplumsallaşmanın ve kendi varoluşunun maddi şartlarını tarih içinde yaratırken, evrendeki “Homo Sapiens” türünün sözcülüğünü yapan insanlar, yapıtlarını çoğu kez sembolik motifler ile dekore ederek kendi aralarında ve kuşaklar arasında aktararak paylaşmak için hikaylerler de üretmişlerdir. Bu hikayeler anlamsız veya ille de sınıfsal tahakkümü amaçlamasalar da, insanların zaman içinde çağdan çağa değişen maddi hayat şartlarının izlerini taşırlar. Hiçbir şart altında anlamsız ve tek yönlü olarak itaat ettirmeyi amaçlayan büyük yalanlar içermezler.

Efendilerinizin ve bizzat sizlerin, isteseniz de istemeseniz de artık şunu iyice bilmesi gerekmektedir: Nemalandığınız deniz artık kurudu. Bu denizi, onu sermayelerinizi toplumlaştıramadığınız dolayısıyla da “artık değeri” üretim faaliyeti sonucunda yaratmaya vesile olamadığınız oranda siz, öncelikle de efendileriniz olan sermayedarlar kuruttu. Güneşi balçıkla sıvamaya çalışırcasına bu gerçeği, üç kağıtçılık ve envai çeşit hokkabazlıklarınızla kapatmak için içi boş laflardan oluşan ve hiçbir yanıyla Sapiens’e benzemeyen kurgusal gerçekliği hayatın maddi gerçekliğinin yerine bize empoze etmeye kalkışmayın! Anlaşıldığı üzere, biten sadece denizleriniz değil, cilt cilt sıralayarak ortalığa saçtığınız, neo-liberal veya post-modern yalanlarınız da bitip tükenmiş durumda; bunu artık kabullenmenizden başka bir alternatife de sahip değilsiniz…

Sonuç itibariyle, eleştirilerimize bir giriş yapma imkanı bulduğumuz bu bölümde, insanlaşma sürecini kendisine konu olarak seçen Harari’nin olaylara yaklaşımını ve buna bağlı olarak ideolojik konumunu sergileyen yöntem meselesi etrafında ortaya çıkan sorunları ele aldık. Ama kitapta üç kağıtçı yazarımızın insanlaşma sürecinde karşımıza çıkan doğrudan muhteva ile ilişkili olarak ileri sürdüğü yalanlar ve kapitalizmi aklamak için onun günümüzdeki felaketli sonuçlarını algılarımızdan uzak tutmak için şişirilmiş daha birçok balon bulunmaktadır. Bu muhtevayı ele almaya sondan tarihsel başa doğru giden bir yörünge izleyerek yaptığı “kapitalizm” tanımlarının eleştirisiyle başlayacağız.

Erdoğan Ateşin

Profilinizi oluşturmak için, biraz hayat hikayenizi anlatın. Bu alan, herkesçe görünebilir.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

Başa dön tuşu