Genel

NEO-LİBERAL AŞK İLİŞKİSİ: “SEVİŞME, SAVAŞ!” 1.BÖLÜM

Mahir Konuk

 Ahmet ALTAN’ın iki yüzü

Şimdiye kadar, A. Altan’ın yazdığı anlaşılır bir romancı olarak, hem de yerleşik liberal faşist diktatörlüğün tuttuğu gerçek bir “tetikçi olarak”, ve de çağının hakim ideolojisi olan “neo-liberalizmin fedaisi” bir ideolog olarak, dünyayı “küresel bir genelev” olarak gören “tek gecelik” bir jenerik erkeğin –ve/veya jenerik kadının- “aşk” alanında edindiği bütün vasıflarını, kurgu ürünü kahramanlarının maceraları üzerinden tek tek ortaya dökmesine şahit olduk. Ayrıca, böylesi çağının ürünü bir “cins bir erkek” –veya kadının, tıpkı yazarın bizzat kendisi gibi her şeyden önce, esnaf lokantalarında veya işçi kantinlerinde verilen yemeğin tadını çoktan unutmuş ve hatta hiç tatmamış, ufku kredi kartının etki alanıyla sınırlı bir “burjuva” olarak var olduğunu da tespit etmiş olduk. Dahası, romanlarda sergilendiği biçimiyle, içinde yoğrulduğu son elli yıllık dönemde kendi çağını sözüm ona sorgulamakla kalmayıp, “özgürlükçü” burjuva demokrasisinin en son reenkarnasyonu olarak “tarihin sonunu” simgeleyen yeni tipteki bir insan bireyselliğinde “doruk” yapmış bir biçimi imiş gibi gösterilen bir “cins” erkek-veya kadın…

Her romancının, kendi kurgusallığının ürünü olarak yarattığı kahramanlarıyla arasında negatif veya pozitif yönde bir düşünce ve davranış akrabalığı olduğu bilinen bir şeydir. Bu akrabalık, pozitif yönde sıfırlandığında roman doğrudan otobiyografik bir tabiata bürünecek ve gündeme doğrudan bir şekilde şu soruyu getirecektir: “Gerçek bir birey olarak bir romancıyı kurgu ürünü olan bir romanın kahramanlarına indirgemek nereye kadar geçerli olacaktır?” A. Altan’ın hayat çizgisi boyunca süregelen siyasi ve ideolojik düşünce ve davranışları ile, yarattığı kahramanlarının toplumsal ve bireysel profillerini karşı karşıya getirdiğinde akrabalık ilişkisinin adeta “ensest” tabiatlı bir yakınlığa dönüştüğünü tespit etmek mümkün görünmektedir.

Bir yazar olarak romancının kurgusal gerçekler ürettiği, öznel yanı ağır basan bu tip gerçeklerin somut bir olgu statüsüne sahip olmadığı doğrudur. Ancak, “roman kahramanları” türünden üretilmiş kurgusal gerçekliğin bizzat kendisinin de, üretildiği ve başkalarının duygu ve düşüncelerine sunulduğu andan itibaren maddi bir gerçekliğe sahip olduğu, ve hatta, kurgusal gerçek üreticisi romancının da kendi tecrübelerinin (algısal ve düşünsel olarak) ürünlerini sergileyerek, doğru ve yanlış, iyi veya-kötü, güzel veya çirkin arasında seçim yaparak bir yandan nesnel dünyayı tanımlarken aynı zamanda kendi kendisini de tanımlamakta olduğu da doğrudur. O halde, romancıya sadece başka nedenlerden yola çıkarak sadece herkes için “nefret figürü” olabilecek tek bir kahramanının gerçekliği yakıştırılmadığı taktirde, özellikle de sık sık “baş rol oyuncusu” konumundaki kişiliklerin genel figürleri aktarılarak bir romancının bir birey olarak toplumsal ve psikolojik profilini çıkarma mümkün hale gelebilecektir. Bir birey ve “vergisini veren bir vatandaş” olarak romancının kurgulayarak yarattığı kahramanları ile aynı dünya içinde var olabilmeleri, onlara benzemeleri (pozitif yönlü ilişki) veya onlarınkinin tam tersi yönde (negatif ilişki) yönde davranış çizgisine sahip olması yazarlık mesleğinin rutinleşmiş kuralı niteliğinde bir şey olacaktır

Bir romancının kendi kendisini, içinde yaşadığı toplumun ve tarihsel dönemin ürünü olarak eserlerindeki kurgusal kahramanlar üzerinden tanımlaması, sadece A. Altan’a özgü bir mesele değildir. Tartışmamızın konusu olan diğer iki romancı, E. Şafak ve O. Pamuk için de aynı iddia geçerlidir. Daha önce çeşitli fırsatlarda belirttiğimiz gibi bu genellemede A. Altan’ın en belirgin özelliği, bu gerçeği hiçbir sansüre ve yanlış anlamaya meydan vermeyecek bir şekilde, üstelik kendi kurgusallığına maddi bir gerçeklik katarcasına adeta haykırarak belirtmesidir. Siyasi ve ideolojik hayatın her alanında -düşünsel, estetik, bilimsel- olduğu gibi, diğer iki romancı da, burjuvazinin ve liberal faşist türdeki düzen yapılanmasının hizmetkarları olarak neo-liberal ideolojinin değirmenine su taşımaktadırlar. Ancak, aşağıda tartışma konusu yapacağımız “Tehlikeli Masallar” adlı romanında A. Altan, hizmet yarışında diğerleri ile kendi arasında, azılı ve doğrudan bir şekilde bir “liberal faşist” olarak “rütbe farkı” koyma yarışına da girişmiştir. Kurguladığı şeyleri ifade etmede gösterdiği yalınlığı da bir silah olarak kullanarak, işi “katil” olmaya yani neo-liberal varoluşta “cinayetin” de her zaman gündemde olduğunu ifade etmeye kadar götürmüş bulunmaktadır. Bilindiği gibi biz de, kapitalist sistemin yok oluşa geçtiği dönemdeki varoluş biçimi olan neo-liberal varoluşun evrendeki insan varlığını tehdit eden bir siyasi ve ideolojik eylemliliğe dönüştüğünü ifade etmekteyiz. Ancak bizim, bir düşünür ve yazar olarak, bu tür jenosider (soykırımcı-editör) bir ideoloji ve siyasetle “negatif ilişki” kurmaktayız, oysaki A. Altan’ın neo-liberal ideoloji ve siyaset ile şimdiye kadar kurduğu ilişki ise “pozitif” tabiatlı olarak kalmayıp, onun için gösterdiği hizmetkarlığı “tetikçiliğe” yani katilliğe kadar taşımaktadır.

Böylece, A. Altan eserleriyle sadece düşündüğünü ve hissettiğini kurgulama yoluyla aktaran basit bir romancı olmaktan çıkarak, her şeyden önce ve hiçbir yanlış anlamaya meydan vermeyecek açık-seçiklikte azılı bir neo-liberal olmakta ve liberal faşistlik mertebesinde kendi ideolojisinin “üstün hizmet” madalyasını hak etmiş bir temsilci görünümü vermektedir. Neticede A. Altan’ın iki yüzü bulunmaktadır: Birincisini takındığında liberal faşist bir KATİL; diğeri ise “kabul edilemez” gibi görünen bu özelliğini ustaca okuyucuya kabul ettirerek ideolojik misyonunu yerine getirmeye çabalayan usta bir ROMANCI… Dr Jekyll – Mr Hyde…

Romancımızın, eserlerinde rastladığımız bu “şizofrenik” parçalanmaya benzer, iki ayrı eserini yan yana getirdiğimizde açıklıkla gözlemleyebileceğimiz varoluşsal bir çelişkiyi yansıtan iki yüzünü ele alacağız. Gözlem ve eleştiri altına alacağımız ilk eseri, onun “katil” yüzünü berrak bir şekilde gözler önüne seren “Tehlikeli Masallar” adlı eseri olacaktır. Bilgimiz dahilinde olan en son kitabı “Hayat Hanım” ise onun olumlu yüzü olan romancılığını ön plana çıkarmakta ve böylelikle, evvelki romanlarıyla tezat teşkil eden değişik bir içerikte olduğundan, ondaki “şizofrenik” parçalanmayı açıklıkla görmemize yardımcı olacak yüzünü ortaya koymaktadır.

Katil” yüzlü A. Altan:

Bir romancı olarak A. Altan’ın romanlarının sadece bir yazar olarak öznesi değil ama eserde ortaya serdiği kurgusal dünyanın gerçekliğinin de -yarattığı kahramanları üzerinden- öznesi olarak ileri çıktığını belirtmiştik. 1996 yılında basılan “Tehlikeli Masallar”a gelinceye kadar, değişen sadece dekorlar, kişi ve yer isimlendirmeleri olmuş; yaratılan kahramanların davranışları, hayata bakışları, kadın veya erkeği tanımlarken ve bizim “aşk ilişkisi” olarak adlandırdığımız toplumsal ilişkiyi açıklarken takındığı ideolojik ağırlıklı tavırları değişmemişti. “Tehlikeli masallar”’da (TM.) yazarımız, rutin haline gelen tekrarlamalardan kendisi de usanmış olacak ki, kendi yarattığı kurgusal dünyaya onun doğrudan bir öznesi olarak ve hem de “bir romanın kahramanı bir başka romancı” olarak katılmayı denemiş bulunmaktadır. Başvurduğu bu yeni kurgu oyunu ise, romancı A. Altan’ın kendi romanındaki “roman kahramanı romancı” sayesinde aynı kurgusal dünyanın da öznesi olduğunun itirafından başka bir şey değildir. Bu durumun bir diğer ifade edilme biçimi, kurgusal gerçek ile hayata dair maddi gerçek arasındaki farkı, birincinin lehine olabilecek şekilde ortadan kaldırmak olacaktır. Aynı zamanda neo-liberal ideolojinin bize göre en temel postülasını oluşturan bu hamleyle romancımız, kendi yarattığı kurgu ürünü kahramanlarıyla “ensest tabiatlı” veya “pozitif” türde bir ilgi de kurmuş olmaktadır.

“Tehlikeli Masallar” adlı romanda, gerçek ve kurgu dünyasını birbirine bağlayan, tek tek olayları ve bu iki dünyadan hangisine ait olduğu bilinmeyen şahsiyetlerin eylemlerini peşinden sürükleyen, onların söylem ve davranışlarını belirleyen temel kavram ve fonda görünen “total fenomen” ise CİNAYET olmakta. Tek bir cümleyle ifade etmemiz gerekirse, TM, bütün toplumsal ilişkileri -türü ve tabiatı ne olursa olsun- cinayet eylemi ve toplumun bütününü de “katiller cehennemi” olarak tanımlayan bir roman. Bu açıdan da, bir “liberal faşist” olarak romancının bizzat kendisiyle, “neo-liberalizm” olarak tanımlanan ideolojisiyle ve bir yazar olarak ona yüklenen siyasi misyonla da birebir örtüşen bir roman, “Tehlikeli masallar”. Bu karşılıklı örtüşmelerden şu sonucu çıkarırsak olasılıklar alanından pek de uzaklaşmamış olacağımız açık görünmektedir: O dönemde (1996) romancımız, kendisinin biricik koruyucusu olan liberal faşist olarak nitelendirdiğimiz “yerleşik siyasi düzenin” kalıcılığından o kadar emin olmuş olacak ki, normal olarak nitelenen sıradan bir insan için kabul edilmez olan misyonunu tam bir gönül rahatlığı ve zihin açıklığıyla kitabında sergilemekten çekinmemiş bulunmaktadır:

Öldürmenin, yazı yazmanın ve sevişmenin, tarihin ve insanlığın üstüne bina edildiği bu üç muhteşem eylemin birbirine çok benzediğini düşünüyordum. Öldürmek için o son hareketi yaptığın, tetiği çektiğin, bombanın pimine asıldığın, uçağın roket kolunu boşalttığın an, yazıyı yazmak için kalemi kağıda değdirdiğin an ve orgazmın topuklarından kasıklarına hissettiğin an, o ana kadar olduğun insan olmaktan çıkıp bir başka insana dönüşüyordun; hayatın boyunca içinde gezdiğin, senin bir parçan olan, ama tanımadığın bir başkası çıkıyordu ortaya. Cinayet, yazı ya da sevişme bittiğinde içindeki tanımadığın adam, yeniden çıktığı karanlıklara çekilip ortadan kayboluyordu; cinayet anında, yazı yazarken, orgazma ulaşırken yaşadıklarından hemen hemen hiçbir şey hatırlamıyordun.” (S. 11-12)

İfade gayet açık: İnsanın toplumsallığının öznesi olma olgusu, daha başlangıçtan beri “katilin teki” olmak olgusuyla belirlenmektedir; diğer bir ifadeyle “katil” olunmadan “insan” da olunamaz! Tarihin başlangıcını ve “medeniyet” dediğimiz insani ilerlemenin simgesini temsil eden “yazı”, böylesi bir “başlangıç” ile yan yana geldiğinde bir “cinayet aleti” olmaktadır. Cinsiyet temelinde kurularak tutkuya dönüşmüş sevgiyle aşkın bir toplumsal ilişki biçimi olan “aşk ilişkisi” var etmek ve türemenin bir biçimi değil ama yok etmek ve yok olmanın bir biçimidir… Alıntıya bağlı olarak yaptığımız bu tespitler, bizim insan davranışlarını belirlerken dikkate aldığımız “bireysel içsellik” ile “toplumsal dışsallık” arasında kurulan “kimliksel denge” sorununu gündeme getirmekte yeniden. “Katletmek” veya “cinayet işlemek” bir davranış biçimi olarak insan bireyinin içselliği ile dışsallığı arasında kurulacak “denge” meselesi haline getirildiğinde, “insanlık” dediğimiz genellemeyi de bir katil veya cani olarak kimlikleyecektir. Bunun yanında biliyoruz ki (Bkz. Oluş Sorunu, El yayınları); tekil bir varlık olarak bireyi bir “katil” ve genel bir oluşum olarak “insanlık” diye adlandırdığımız bütünlemeyi ise bir “yok ediş” veya “yok oluş” olarak tanımlamak, neo-liberal ideolojinin kurucu prensiplerine karşı gelmektedir.

Bunun yanında, ilk bakışta sanki bir teferruatmış gibi algılanabilecek olan, ama gerçekte bireyin kimlik bildirimini yapan, bir görünüp sonra da bireysel içselliğin derinliklerinde bir kaybolma hissi veren olgu üzerinde de önemle durmak gerekli olacaktır. Sorulan soru şu olacaktır: “Bireysel içselliğe” bir cani’nin veya cinayetin “derinliğini” veren dengeye imkan sağlayan dışsallık biçimi ne olabilecektir? İnsan toplumu mu, yoksa “kapitalist sistem” mi? Bu sorunun cevabı, “insanlığı yok etmeye çabalayan dışsallık hangisiyse odur”, yani kapitalist sistemdir, olacaktır büyük bir doğallıkla…

Var olduğu biçimiyle maddi hayatın bir “iş göreni” olarak kendisinin izini, kaleme aldığı “Tehlikeli Masallar”’ın kurgusal dünyasında izini kaybettirmeye çalışan A. Altan için -tıpkı yarattığı kahramanları için olduğu gibi- “katil olmak”, bir insan bireyinin varoluş biçimi olarak, kimlik sorununu gündeme getirir. O halde nasıl tanımlamamız gerekiyor buradaki olduğu biçimiyle ve genel olarak “kimlik” dediğimiz şeyi? Çok özet olarak “kimlik” dediğimiz şeyi, bir bireyin zaman içinde –veya bireyin yaşam çizgisinde- sürekliliğe sahip olan kalıcı davranış (varoluş) biçimi olarak tanımlamak mümkündür. Diğer bir deyişle “katil” diye bir kimliğe sahip olmak için sadece bir kere ve belli şartlar altında cinayet işlemiş olmak yeterli olmayacaktır. Bu, bir cinayet eyleminin öznesi olarak “katil” olmayacağınız veya olmadığınız anlamına gelmez. Bir insanın hayatına son vererek tabii ki bir “katil” olursunuz; ama bu sadece eyleminizin niteliğini belirleyen bir olgu tanımlaması olarak kalacak ve “bedeli ödenerek” kendisinden kurtulabileceğiniz bir musibet olacaktır. “Katil kimliğine sahip olmak” dediğimiz şey, genel olarak bir katilin davranış biçimine sahip olmak ve bunu varoluşunuzun temel öğesi yapmak olacaktır. O kadar ki, bir katil kimliği taşımanız için ille de bir bireyi, şakağına tabancanızı dayayarak tetiği çekmek zorunda da değilsinizdir. Mesela, yoksul köylülerin elinden geleneksel tohumları alarak ve onları ”hibrid” tohumlarla değiştirdikten sonra “tohum satın alamayacak” hale getirip intihara zorlamak ve bunu küresel boyutta örgütlemiş olmak1, “katil bir kimliğe” sahip olmaya yetecektir. Altını çizeceğimiz ve yazarımızın da gayet açık ve seçik bir biçimde ifade ettiği gibi burada eylemin biçimi ve özellikle de sürekli olup olmadığı belirleyici olacaktır:

Zaman benim için bir cinayet birimi haline gelmişti artık, saatime baktığımda işlenen ya da işlenecek bir cinayeti görüyordum yuvarlak kadranın içinde.” (S. 9)

Yaptığımız alıntı, aynı zamanda hem kimliği ve hem de cinayeti bir zaman-mekan birliği olarak “oluş sorununa” bağlıyor; tam olarak söylemek gerekirse tarihsel varlığının sınırlarına erişmiş ve böylece bütün toplumsallaşma kabiliyetini yitirmiş kapitalist sistemin “oluş sorunu”na… Bu durumda “kapitalist sistem”, aşırı bireyselleştirdiği insanlara “katil” kimliği de aşılayan bir makinaya dönüşmüş tarihsel sistem olarak kendisini var etme çabasına dönüşmüş görünmekte. Diğer bir deyişle, geçmişte sahip olduğunuz maddi şartlardan ve toplumsallıktan soyutlanarak “aşırı bireycileştirilmiş” bir birey olarak kapitalist sisteme ve liberal faşist diktatörlüklere entegre olmak için attığınız her adım, katilliğe ve çeşitli biçimlerde cinayet işlemeye doğru attınız bir adıma tekabül etmektedir.

Başta yaptığımız uzun alıntıdan da çıkarabileceğimiz gibi, bir katil kimliğine bürünüp de cinayet işlemek -veya cinayete teşvik etmek- için, çeşitli yollar ve faaliyet biçimleri bulunmaktadır. Bunlardan birisi de yazmak ile öldürmek eylemini özdeşleştirerek, bir yazar olarak kalemini -bir “liberal faşist” gibi- kapitalist sistemin günümüzdeki siyaset yapma biçimini de belirleyen neo-liberal ideolojinin hizmetine sunmakla da rahatlıkla gerçekleştirilebilecek bir şeydir “katil olmak” ve dahası “katil kimliği” kazanmak.

Yazarımız, bir liberal faşist olarak, katil kimliğini bireysel içselliğin derinlerinde sürekli canlı ve faaliyet halinde tutmakta son derece başarılıdır. Romanında daha söze yeni başlarken okuyucuya ve kendisi gibi olan diğer neo-liberallere bu işin yolu-yöntemi konusunda fütursuzca yöntem dersi vermektedir:

Romanı, bir cinayeti tasarlar gibi tasarladım.

İyi hazırlanmış bir cinayetten daha mükemmel tek şey varsa o da iyi kurulmuş bir romandır benim için. … / … ikisi de hayatı yeni başlayacak bir hayat için sona erdirir, ikisi de günahların en büyüğünü içinde barındırır.

Bütün romancılar gibi ben de bir katil gibi soğukkanlıyımdır; günlerce, aylarca usanmadan plan yapar, son darbeyi vuracağım yeri hiç acele etmeden belirlerim” (S. 7)

Mecazi bir şekilde ifade edilmiş de olsa, kendi çağında hakim varoluş biçimi olan kimliksel yapılanmanın bütün özelliklerini taşıyan bir romancı nasıl cinayet işleyebilecektir? Bunun için tıpkı A. Altan’ın TM’ın girizgahında yaptığı gibi, “roman” dediğimiz bir yazı ve anlatım türünü tıpkı bir cinayet gibi kurgulamak, yani anlatılan hikayeyi “ötekini” ortadan kaldırma amacına göre (her ne kadar işin bu yanı açıkça ifade edilmemiş olsa da) yönlendirip yapılandırmak, bu işin en genel biçimi olacaktır. Roman kahramanı bireylerin genel olarak bütün toplumsal faaliyetlerini olduğu gibi, “ötekiler” ile gerçekleştirdiği ilişkilerin en yoğun biçimi olan “aşk ilişkisini” de kaçınılmaz bir şekilde cinayet işlemeyle son bulacak bir faaliyet olarak tanımlamak ise anlatılan hikayenin içeriğini onun genel yapılanma biçimine uygun hale getirmek de aranan temel bir özellik olacaktır. Romancının, tıpkı TM’larda olduğu gibi, bir “iş gören” olarak kendisini yine kendi yarattığı kurgusal alemin bir kahramanı haline getirip bu pis işin içine sokması ila ki gerekmemektedir. Ama yine de okuyucusunun ufkunu daraltarak tezgahlanan “pis işleri” hemen fark edip de savunmaya geçmemesi için “önleyici” ve genel planı güçlendirici bir tedbir olabilecektir.

A. Altan; birinci sınıf bir “katil” gibi, hem fail ve hem de “mağdur” birisi olarak görünüp izini kaybettirmek üzere, parçası haline geldiği “pis işleri” bir balkon konuşması yapar gibi romanında ilan etmekten çekinmemektedir

Kendi yazmış olduğum kitap benim kaderim haline gelmişti, farkına olmadan ben kendi kaderimi yazmıştım” (s. 119)

Cinayet, duyguların tutkunun, nefretin, intikamın, korkunun, yaşam isteğinin, yok etme arzusunun doruğa tırmandığı bir andı, insanlara ortada bir cinayet olmadan yaşatabilecek tek şey vardı hayatta, o da bir romandı. Üstelik cinayetsiz bir cinayet romanı, romancı olduğunu kimsenin bilmediği bir romancı için de uygun bir konuydu bence” (S. 32)

Romancıyı bir “katil” ile, roman yazmayı ise cinayet işlemeyle özdeşleştirirseniz, bir yazar olarak geride niteliği sadece bir “suç unsuru” olan eser bırakırsınız. Roman yazarak yaptığınız şey bir tür “cinayet işlemek” de olsa, yerleşik düzenin yasalarına göre, eğer yazdıklarınız doğrudan bu düzeni hedef göstermiyorsa, “katil” olarak cezalandırılmadığınız gibi A. Altan gibi taltif edilip ödüllendirilebileceksinizdir. Bir roman yazarı-katil olarak o kadar değer kazanacak veya size o kadar değer atfedilecektir ki, yaptığınız “pis işler” düzen katında siz “üstün hizmet madalyası” olarak geri dönebilecektir. Ama bunun için tıpkı A. Altan gibi yapmalı, işlediğiniz cinayetleri en yüksek telden ve yerleşik düzenin en üst saygınlık katından en “andavallı” bir okuyucu tarafından anlaşılabilecek şekilde ilan etmeniz gerekecektir. Alın size, kendisini suçluyu mağdurun teki gibi göstermekle ortaya koyan “perversiyon” diye adlandırdığımız sapıklığın akla-hayale kolay kolay gelmeyecek bir biçimi!

Roman yazmayı bir cinayet işler gibi kurgulamak, toplumların öznelerini efektif veya olası katiller gibi görmek veya göstermeyi de beraberinde getirecektir doğal olarak. Böylesi öznelerin bir araya gelerek oluşturduğu toplumlar, “Ötekileri” sürekli olarak “ölü noktaya” iteleyen, onları aşırı bireyciliğin var olma biçimi olarak sadece bir anlık zevkinin nesnesi konumuna düşüren bireylerin “yaşam” veya daha çok “öldürme” alanı olan, zaman mevhumunun yok sayıldığı ve yerini tesadüflerin aldığı yapılanmalardır. Kolaylıkla anlaşılabileceği gibi, böylesi yapılanmalar “romanı bir cinayet gibi kurgulayan” romancının da kendi kimliksel dengesini kazanabildiği en ideal “toplumsal dışsallığa” da karşı gelmektedir:

Kendimi buraya ait hissediyordum. Burası (pavyon, genel ev) sahipsiz erkeklere, kötü kadınlara, bir gecelik eğlence uğruna öldürmeyi göze alanlara, küçük bir tartışmada bıçağını çekip cinayetin sınırını geçmeye hazır olanlara, dünya kendilerini unuttuğu için, içki şişelerinde, kerhanelerin pis yataklarında, esrar alemlerinde dünyayı unutmaya çalışanlara aitti; bunların hepsini paylaşmaya hazırdım.” (S. 117)

Siz hiç işçi haklarından veya grevlerden bahseden hem de en “solcu” ve en “muhalif” tüyler takınmış A. Altan kalibresindeki bir neo-liberal ideolog gördünüz mü? Ya da, yazarımız gibi, toplumsallaşma dediğimiz insan olmanın en temel öğesini “herkesin herkesle savaşı” prensibi üzerine değil de, “emek ve emekçi” yanı ağır basan “sınıf savaşı” temelinde gerçekleştiğini söyleyen veya yazan bir “neo-liberal” gestapo? Böyle bir şey, aşırı bireyleşme yönünde “Ötekiler” ile bütün bağlarını hızla koparan veya bütünüyle koparmış birisi için mümkün değildir. Böylesi tipler, sürekli olarak insan toplumunu “vampirize ederek” bir gün daha fazla var olma telaşına düşmüş kapitalist sisteme endeksli olarak yaşadıklarından, ve bu yüzden sürekli olarak Dürkheimci anlamda dahi “toplumsal dayanışmanın” bir türevi olan “toplumsal ilişkileri” kemiredurduklarından, geri dönüşsüz olarak toplum ve toplumsallaşmanın düşmanlarıdır. Bu yüzden, sürekli olarak “Ötekileri” dışlayarak var olduklarından, onlarla kolektif olarak bir ilişki -aşk ilişkisi başta olmak üzere- paylaşma kabiliyetleri bütünüyle dumura uğramış bulunmaktadır:

“ ‘Ben’ diyebileceğim bu birçok insan arasında ortak bir nokta bulamıyordum, her biri ötekinden farklıydı ve her biri öbürüne yabancıydı. Ruhum, içinde birbirine benzemeyen birçok insanın yaşadığı kalabalık ve dağınık bir otel gibiydi…” (S. 114)

“Hikaye etmeyi”, cinayet etmekle karıştırsa da, değerli yazarımızın en azından kendi içinde mükemmel bir tutarlılığa sahip olduğunu teslim etmemiz gerekmektedir. Toplumsal dışsallığı bir “savaş alanı” olarak tanımlayan A. Altan, kendi türünün ideal bir örneklemesi olarak, bireysel içselliği de tam bir “Çıfıt çarşısı” olarak tanımlamış, bravo kendisine!

Okuyucu aynı zamanda bilmelidir ki, “nasıl düşünüyorsa öyle sevişen” A. Altan, kendi kendisiyle, sorunlu olsa da en azından bir iç tutarlığa sahip olmaya çalışan bir romancı olarak “aşk” alanında da “sevici” olmaktan daha çok “yırtıcı” olabilmektedir.

A. Altan’a göre aşk ve aşk ilişkisi: “SEVİŞME, SAVAŞ!”

Ona, ‘Seni çok sevdiğim için seninle olamazdım, sana duyduğum sevgi çok korkuttu beni”, diyemezdim. … / … Bir kadını daha çok sevip daha çok bağlandıkça, bir gün onu kaybedip yapayalnız, acılarla kalmak korkusu büyüyordu ve gittikçe artan bir hızla kıskançlık uçurumundan aşağı yuvarlanıyordum. Kıskanmanın çaresizliğinden ve içimde yarattığı aşağılanma duygusundan kurtulmak ve bana kaçınılmaz gözüken o terk edilme gününün acısını daha baştan hafifletmek için, hayatıma kattığım kadınların sayısı artıyordu.” (S. 24)

Aşk ve sevgi iki ayrı duygudur, diyordu, insan birisini sevebilir, ama aşık olması çok zor, belki de imkansızdır.” (S. 41)

“Cinayetlerin romancısı” kimliğini sonuna kadar hak etmiş olan A. Altan’ın kahramanlarının dünyasını oluşturan birçok eleman teşhir edilmiş bulunmakta, yaptığımız bu uzun alıntıda: 1) Aşırı bireyleşmiş bir birey olduğundan, TH romanının başlıca kahramanı “aşk ilişkisi” gibi bir sevgi yoğunlaşmasını öngören ilişkiler kurma kabiliyetinde, (Yani, “aşık olma kabiliyetinde”) olması, bu alandaki kendi tipindeki bireylerde sıkça görüldüğü gibi bir “açlık belirtisi” olsa da, mümkün görünmemektedir; zira bu tür bir ilişki onun için bir kimlik kaybı anlamına da gelecektir; 2) Neo-liberal bir özne olarak, “aşk ilişkisi” kurabileceği partnerlerinin vücutlarını sadece “cinsel haz veren nesneler” olarak gördüğünden ve bu vücutları “kendi mülkü” olarak sahiplenmiş olduklarından, bir tür sevgi göstergesi olan “kıskançlık” olayına da tahammül edememektedir; 3) Bu durumda, kahramanımız (aradaki gerçeklik duvarı kurgusallığa kurban edildiğinden “romancımız” da diyebiliriz) cinsel ilişkiye girdiği partnerlerinin sadece kendisine belli bir zevk kaynağı olan vücutlarıyla ilgilendiklerinden, onlarla kurduğu ilişkide “nitelik” unsuru olan “aşkı” devreden çıkararak, nicelik unsuru olan “yatakların” aracılığıyla seri tüketime geçmeyi koymuş bulunmaktadır.

Cinsellik söz konusu olduğunda, sevgiden tutkuyu çıkarmak, ilişkiden ayrılık acısı çekmemek için “aşkı” çıkarmak anlamına geldiğinden, “aşksız” da olsa, cinsi yaşantıdan vazgeçmemek için “acı vermeğe” dönüşmüş olsa da “tutkudan” vazgeçmek pek mümkün olmamaktadır. Bu durumda nesnesini kaybetmiş veya işlevinin anlamını yitirmiş bir tutku bir tür hastalığa dönüşmektedir; tıpkı romancı ve kahramanımızın çok yerinde bir şekilde belirttiği gibi:

Ben kendimi garip bir cinselliğe kaptırmış, bir tür sevişme hastalığına tutulmuştum, kadınlar beni duygu ağlarının içine doğru çektikçe, ben cinselliğe doğru kaçıyordum, cinsellik bir tür uyuşturucu gibi acılarımı ve sıkıntılarımı yatıştırıyordu.” (S. 18)

Bir eroinman gibi sevişmek tutkusu sarmıştı bedenimi, bana hem yalnızlığı, hem de insanların varlığını unutturan tek çare sevişmekti. (S. 89)

Eylem (sevişme) hem de tutkulu bir şekilde var, bir olasılıkla eylemin vücudunu harekete sevk eden “zevk alma” da var, ancak zevk almayı gerçekleştiren vücudun kişiselleştiricisi “öteki” (partner) yok. Ama somut bir birey olarak hayaleti olan “yalnızlık” duygusu eylemde (sevişme) başından beri bireysel içselliği kronik bir şekilde işgal etmiş durumda. O halde, hemen aklımıza gelen soru şu olacaktır: Böylesi durumda gerçekleşen ve cinsiyetin de devreye girdiği ilişki türünün, kesinlikle bir “aşk ilişkisi” olmadığına göre, nasıl adlandırılması gerekmektedir?

Bu sorunun cevabını, romanda kahramanımızın partneri olan genç kız vermektedir:

Ama onun zevki sevişmede yoktur ki, sevişmek de güzel ama mastürbasyon çok daha zevkli, kendi istediğini hayal edersin, zamanını ayarlarsın, her şeye sen hakim olursun.

Bunu neredeyse şehvetle söylüyordu, sevişmeyi bile kendisiyle ilişkiye dönüştürmüştü.” (S. 41)

Evet, olay tam da daha önce çeşitli bağlamlarda belirttiğimiz gibi gerçekleşmektedir: 1) Öncelikle, “aşkı” yok saymak, partner ile ilişkiyi sadece vücuttan vücuda indirgenmiş bir ilişki haline dönüştürerek onu aynı zamanda toplumsal bir ilişki olmaktan çıkarmaktadır; 2) “Aşk” ile toplumsal bir ilişki olma kabiliyetini de kaybeden cinsel ilişki, ikinci aşamada bir “ilişki” olma özelliğini de kaybederek, “Ben”den “Ben”e olmak şeklinde gerçekleşen ve zaten aşırı bireyselleşmenin neden olduğu bir arızayı, doğrudan “narsistik” tabiatlı bir hastalığa dönüşmektedir. Bu dönüşüme neden olan “et tutkusu” da böylece nesne değiştirerek, kendi etinin tutkusuna dönüşmektedir.

Romancımız ve kahramanı için, diğer sorunların yanında bir de “normalite”, yani neyin normal neyin normal değil sorunu bulunmaktadır. Onlar için, “normal” bir “aşk ilişkisi”, ne varoluşsal mekanı belirleyen ve cinsiyetin içinde yaşandığı “toplum” üzerinden kurulabilecek bir ilişkidir, ne de bir atımlık “orgazm olma”dan daha fazla bir sürekliliğe sahip olmalıdır. Bu tip bir “normalite”, “toplumsal dışsallığı” devasa bir yatak olarak görmekte, “bireysel içselliği” de mesanenin ve vajinanın belirleyebildiği derinlikler ile ölçmektedir. “Anormalite”nin ölçüsü olarak gördükleri aşk’a gelince, onun için varlıklarında yer bulunmamakta veya daha önce var olan yer de sürekli bir biçimde silinmektedir. Çünkü, “aşk” devreye girince kapsayıcı olan “yatak” değil ama “toplum” olurken, bireysel içsellikler de “jenital derinlikler” ile değil ama ilişkinin uzunluğu ve sağlamlığı ile ölçülmekte, “cinsellik” ise bu süreyi uzatan unsurlardan birisi halini almaktadır.

Bütün bunlara rağmen, neticede herkes gibi birer insan bireyi olarak, varlıklarını “aşk” unsurunun etki alanından, istedikleri kadar ona savaş açmış olurlarsa olsunlar, kurtaramayacaklardır.

Deneylerimle, içine aşk karışmamış her ilişkinin iyi gittiğini, aşkın ise bütün ilişkiyi karmaşık hale getirdiğini anlamıştım, buna rağmen kendimi tutamayıp gene aşkın o çetrefil, hırpalayıcı, karışık, acılarla dolu, vahşi, bencil, düşmanca yollarında gezinmeye dalıyordum, iyinin ve kötünün bu kadar açık bir biçimde durduğu bir seçimde neden kötü olanı, yani aşkı seçtiğimi kavrayamıyordum.” (S. 198)

“Normalite” sorunu aynı zamanda, zaman ve mekanda sürekliliğin bir diğer ifadesi olan “kimlik sorununa” bağlanmaktadır; “kimlik sorunu” olarak da bireysel içsellikle toplumsal dışsallıkta kurulabilecek olan farklı dengelerin ürünü olan bizim “davranış çizgisi” dediğimiz şeye… Bu açıdan bakıldığında “aşk ilişkisi” içinde olanların kimlikleri, yani “aşka” bakışları “hayat çizgilerinin” içinde gizlenmektedir ve oradan kolaylıkla bulunup çıkarılabilecektir. Aşka karşı savaş açanlar, yani ötekilerle (partnerleriyle) ilişkilerinde aşkı ortadan kaldırmaya çabalayanlarda ise kimlik bildirimi için “jenital” organlara bakmak, orada duruma göre “koku” veya “sperm” gibi özel salgılamalara bakarak gözlem yapmak yeterli olacaktır. Bu gibi kimliksel kalıntı ve işaretler ise böylesi durumlarda “kimlik bildirimini” gerçekleştirdiği kadar “aşka” empoze edilen sınırları da belirleyecektir:

O (Sevda-sevgilisi) duygularından konuşmak, benim onu özlediğimi, onu sevdiğimi duymak istiyordu, ama ben bunları anlamama rağmen öfkeyle kasıldım, günlerce sevişmiş, sevişmeye doymuştu … / … Önce onunla sevişmeli, başkasının onun bedeninde bıraktığı izleri silip, oraya kendi izlerimi bırakmalı, o bedenin bana ait olduğunu, beni istediğini bir kere daha görmeliydim, buna izin vermeyince sinirleniyordum.” (S. 156)

Sonuç itibariyle, A. Altan, TM adlı romanında diğerlerinde az görünür bir açıklıkla ifade ettiği kadarıyla, sadece yazdığı çizdiği anlaşılır güzellikte olan bir yazar değil, ama aynı zamanda bir “misyon adamı” olduğunu da ifade etmektedir. Onun misyonunu belirleyen, kendi kalemini hizmetine sunduğu yerleşik liberal faşist düzenin militan bir taraftarı olması ve bu taraftarlığı adeta gözünü bile kırpmadan rahatlıkla “cinayet işlemeye” kadar götürmesinde yatmaktadır.

Evet, o dört başı mamur bir “katil” dir! Hem de o kadar katildir ki, işlediği cinayetleri bizlerin kolay kolay görebilmemizi engelleyecek, ortada bir “ceset” filan bırakmadan hasım olarak gördüklerini ortadan kaldırabilecek kadar becerikli bir katildir. Çünkü her şeyden önce o, diğer insanları içinde barındıran toplumu ve toplumsallığı (riyakarca iddia ettiği gibi başımızdaki düzen bekçisi “devleti” değil!) ortadan kaldırmaya azmetmiş “cani ruhlu” bir yazardır. Kendisinin de incelediğimiz bu romanında açıklıkla belirttiği gibi son derece tehlikeli olabilecek bir silah kullanmaktadır: Yazarlık. Evet! A. Altan, başarılı olduğu kadar tehlike ve ölüm saçan bir yazardır da…

A. Altan, yazarlığını ve romanlarını bir “cinayet aleti” olarak kullandığı ölçüde, işlediği cinayetlerin izlerini ortadan kaldırmak için de kullanmaktadır. Son romanı olan “Hayat Hanım” (HH) bir taraftan bir ayna görevi görüp, daha önce romanları aracılığıyla gerçekleştirdiği cinayetleri en ince detaylarına kadar görebilmemizi istem dışı bir şekilde kolaylaştırmış olmasının yanında, onun “romancı” olan yüzü ile “katil” olan yüzünü de birbirlerinden ayırmaktadır.

Devamı (2. Bölüm) gelecek…

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

Göz Atın
Kapalı
Başa dön tuşu