Genel

Kavgalılarımız az, sevdalılarımız çok olsun diye…

Tahammülsüzlük değil, estetik ve kapsayıcılık

Mehmet YEŞİLTEPE

 

Devrimcilik,

Güne dair enstrümanlarla

Yeniden besteleyebilmektir yaşamı.

Ciğerlerin özgür soluklarla büyümesi,

Ellerin emekle güzelleşmesidir.

Kardeşliği yoldaşlığa yükseltip

Aynı solukta dalabilmek,

Birbirine çarparak değil,

Sarılarak yol alabilmektir…

 

Tahammülsüzlük değil, estetik ve kapsayıcılık

Bir şey nerede en çok zarar veriyor veya yarar sağlıyorsa, en isabetli biçimde orada test edilir. İnsan, arada bir kendini böyle sınavlardan geçirebilseydi, en azından değişmek isteyenler için, bu tür testler çok yararlı olurdu. Örneğin toplumun ifade yeteneğinden bir kesit aldığımızda, çok konuştuğunu, ama az şey söylediğini görürsünüz. Bu, diğer bir ifadeyle “Boş konuşmaktır.” İşte bu nitelik, ondan kaçamadığınız, her an yüzleşmek durumunda kaldığınız zorunlu mekanlarda, fazlalıkları elemenin, sadeleşmenin, az konuşarak çok şey anlatmanın ne denli önemli olduğunu anlatır.

Dilin de bir özen, bir işçilik, bir ustalık gerektirdiğini bilenler; bu konudaki beklentilerinin kolay karşılanamayacağını, acıtıla acıtıla öğrenirler. Daha da önemlisi, “ehliyetli-ehliyetsiz” herkes her konuda konuşunca bu “ifade özgürlüğü” değil “ifade enflasyonu” olur ki kıymeti kalmaz; içeriksizleşir.

Kimi kitaplar önsözde, kimileri ise birinci-ikinci bölümde başlar. Bazıları ise kapağa gözünüz değdiği anda anlatmaya başlar. İşte insanlar da böyledir; birbirine benzemediği gibi anlatma-anlaşılma diyalektiğinin düz ve basit bir işleyişi yoktur.  Kimse bir çuval keçiboynuzu yedirildikten sonra ağzında kalan bir damlacık balla mutlanmaz. İlişkilerin gerektirdiği estetik de böyledir. Anlaşılmada başarı için empati şarttır.

Estetik, güzelliğin bilimidir ama güzel, sanatla sınırlı değildir. Veya sanat, sahneden/ekrandan ibadet değildir. Bu bağlamda insan ilişkilerinin bozulmaya uğramamış tüm aralıklarında ve tüm alanlarında bir estetik mümkündür; olmadığı her yerde de bir ihtiyaçtır.

Hiç kimse, kapıları tekmelenerek iç dünyasına girilmesini istemez. Ama pek çok insan, başkalarının içine kapılarını tekmeleyerek girmeyi bir avantaj, bir üstünlük zanneder. Bu nedenle de içine usulca girilmiş, parmak uçlarında özenle ilerlenen bir gönül bahçesinden alınabilecek tatlardan mahrumdur. Yani, bizim işimizde kavga geçici, sevgi kalıcıdır. Kavgalılarımız az, sevdalılarımız çoktur. Bu nedenle “nerede yanlış yapıyoruz; bu kimya ve coşku eksiği neden?” sorusuna, kendimizde yanıt vererek başlayalım. Yoldaşlar arasında “ayıp” yoktur; kabuğumuzu soyunalım. Yüreklerimizde sevda ağırlıklı bir sadeleşmeye gidelim. Belki de çok sonra ve az miktarda gerekecek araçlarla kimliğimizi başkalaştırmayalım. Unutmayalım ki sevgi, yoldaşlığın kimyasıdır. Tahammülsüzlüğün tüm biçimleri ise kapitalizm kokar.

 

Devrimcilik, tükenmenin değil üreterek çoğalmanın adıdır

Devrimcilik, bugüne dek geçilmiş tüm yolları bilmek ama tekrar etmemektir; sentezleyip yeniden üretmektir. Hem Paris Komünü hem Taksim Komünü’dür; hem Zerdüştlerin hem Karmatilerin komünal pratiğidir; en son Gezi’de rastlanan Fatsa kokulu bir yoldaşlaşma deneyimidir.

Devrimci zeminde geleneksel olan, devamlılığı sağlar; bilimsel olanın devamlılığı, tecrübe ve üretim devridir. Ancak bugün geleneksel olan büyük oranda terk edilmiş durumdadır. Ve dolayısıyla çıkar ve pragmatizmin ağır bastığı bir zemin oluşmuştur.

Devrimcilik, öncelikle bir itirazdır. Bir red hareketidir. Aynı zamanda red edilenin yerine ne koyacağını bilmektir. Sistemle sürekli muhatap olduğumuza göre alternatif üretimi de sürekli olmak durumundadır. Bunun için tek tek her birimiz ve bir arada hepimiz, alternatif bir toplum için bir laboratuvarız. Doğrularımız mutlak değil, ama ilkesiz hiç değiliz.

Mutluluk, genellikle sevgili dahil aile ilişkileri içerisinde ya da önemli bir şey başarıldığında, bir kazanç anında hissedilen bir duygudur. Aslında bu bir yanıyla öğretilmiş bir sınırdır. Mutluluğun, yaşama yayılması yerine özel bir durum olarak öğrenilmesi/kanıksanmasıdır. Bu özel anların olmadığı yerde, devreye zorlama arayışlar, sahte mutluluklar girer. Bunun en yaygın olanı tüketimdir.

Özel mülkiyeti kutsayarak yaşayanların tek mutluluk kaynakları tüketmektir. Bu nedenle tıkanır, monotonlaşır ve tükenirler. Richard Sennet, Karakter Aşınması adlı kitabında “Rutin ruhu öldürür.” der. Ancak çoğu kez rutini aşma arayışı yanlış yerde ve yanlış biçimde yapıldığından, “arayış” adı altında düşülen tuzak ruhu daha hızlı öldürür.

Tüketim, yaşamdan alınan tek tat haline geldiğinden, tüketip yenileme, sevgili dahil her şey için geçerli hale gelir. Eskiyen her eşyanın değiştirilmesi gibi eşyalaşan sevgili de eskir ve değiştirilir.

Biz ise üreterek yaşarız. Bunu yapabildiğimizde mutluluklarımız azalacağına artar. Tekrar ve tükenme söz konusu olmaz. Ancak, bizde de karşıtına öykünme veya farkında olmadan aynısını yapma işi yaygındır. Sevgilimizi elinden tutup eylemin ve pratiğin içine, gerçekte hayatın içerisine götürüp orada birbirimizi çoğaltacağımıza, günübirlik heyecanları tüketmek üzere tüm üretimlerin ve paylaşımların dışına taşır, sonra da ortaya çıkan tükenişin faturasını birbirimize veya harekete keseriz.

 

Kavgada da sevdada da yenilenme halidir devrimcilik

Sabahattin Ali Ne kadar çok insanı seversek, asıl sevdiğimizi o kadar çok ve kuvvetli severiz” der. Bu yaklaşım, gerçekte sevgili ilişkisinde de mümkün olan mülkiyet ilişkilerinin, öznelleşme ve bireycileşmenin önüne geçmek için bir ipucu, bir anahtardır. Yoksa sevda, tüm güzelliklerine rağmen mülkiyet ilişkisinin, bireycileşmenin alanı haline gelir.

Sistemin işleyiş yasaları, tetiklediği alışkanlık ve refleksler kişiyi doğrudan “ben” eksenli duruşa yönlendirir. Bu bir çeşit mıknatıstır. Alışkanlıklar veya günübirlik akıl bizi o yöne çeker. Bilinçle direnmeyip alternatif üretmediğimiz takdirde, sürekli olarak “ben” eksenli düşünüp hareket ederiz.

Tam da bu nedenle felsefenin menzil büyüten ve derinleştiren etkisine hemen her alanda ihtiyaç vardır. Gündelik hayatın en sıradan kesitlerinde dahi mümkünü genişletebilen, ondaki dışa vurmamış güzellikleri keşfederek görünenle yetinmeyen bir bakış açısı, bir görme ve duyma yöntemi, sistemin sınırlarının dışına taşma şansı verir ki bu, özgürleşmenin koşuludur…

İnsan 16 yaşındayken dünyayı değiştireceğini düşünür. 18 olduğunda düşünceleri sert bir kayaya çarpar. 20 yaşına geldiğinde hiçbir şey değiştiremeyeceğini anlar. 25 yaşına geldiğinde ise dünyanın onu değiştirdiğini fark eder. Ve insan 25 yaşında ölür, 75 yaşında gömülür…” diyor Tarkovski.

Tabii ki mesele bu denli rakamsal değil ama burada anlatılan gerçeklik, günümüz gençliğinin sokulduğu “erken tükenme” kulvarını özetliyor. Şimdi Tarkovski’nin çizdiği sınırların dışına çıkıp söylersek, devrimcilik yaş aldıkça tükenen değil yeni doğumlarla zenginleşip kapsam büyüten bir yaşam biçimidir. Devrimcilik, bir yaşam tanımıdır; anın sosyalizmidir. Böyle bir tercih yapılmadan da yaşanır ama devrimci kimlikle, bakış açısı ve ölçülerle geçirilecek bir yaşam, kabuktan derine inmeyi, biçimden öze uzanmayı sağlar. Örneğin gündoğumları için sabahı beklemek şart değildir. Böyle olunca mutluluk, törensel anlardan; yaşamın anlamı, tüketimden ibaret olmaz. Yaşam yürüyüşünün hiçbir anında ne okulda, ne sonrasında işte veya evlilikte ebeveynleri taklide gerek kalmaz. Çünkü, önce öğretileni sonra da kendini aşma halidir devrimcilik.

Bu tanım, bu duruş ve ufukla, karşımızda ister seçim, ister 1 Mayıs, isterse açlık ve yalnızlık gündemi olsun; kendimize yakışan niteliklerle var olmak ve çözüm geliştirmek mümkün hale gelir. Özetle her şey ellerimizde; yeter ki sahip olduğumuz yöntemsel avantaj ve niteliklerin ayırdında olalım, artılarımızı öznelliğe kurban  etmeyelim…

 

Erdoğan Ateşin

Profilinizi oluşturmak için, biraz hayat hikayenizi anlatın. Bu alan, herkesçe görünebilir.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

Başa dön tuşu