Gündem

İki seçim(14-28 Mayıs 2023) arasından notlar…

Diyebiliriz ki, yaptığımız metodolojik tercihe uygun olarak, olayların içindeyiz ve belli bir biçimde TARAFLIYIZ (bizce bu nesnel olabilmenin başlangıcıdır)

Mahir Konuk / 20.05.2023

Diyebiliriz ki, yaptığımız metodolojik tercihe uygun olarak, olayların içindeyiz ve belli bir biçimde TARAFLIYIZ (bizce bu nesnel olabilmenin başlangıcıdır) ve her şeyden önce bütün algı organlarımızı seferber ederek yakın çevremize, ikamet ettiğimiz şehre ve “makro” ölçekte ülke geneline yönelik olarak yaptığımız gözlemlerin akla getirdiği düşünceleri not etmiş durumdayız. Bu yazıyla sadece birer sorgulama sonucu olarak aldığımız bu notlar, seçimlerden sonra aradan daha iki gün bile geçmemişken aklımızda başka bir şeye, yani sorgularımızı sorgulamaya dahi yer bırakmayacak kadar çoğaldı. Oysa sorgularımızın sonucunu da sorgulamadan, birçok değişkenin devreye girdiği bir süreçte “doğru yolu” bulabilmemiz çok zor olacaktır. Bu yüzden, zaman ölçüsünde, bütün sonuçların genel bir bilançosunu ileride yapmaya girişmeden önce bu notları okuyucularla paylaşmaya ve böylece sorgularımızı sorgulamaya katılmalarını uygun bulduk. Bu sorgulama noktaları çok kısa olarak ana hatlarıyla 14 Mayıs’taki 1. seçimin sordurduğu soru ve sorunsalları içermektedir.

1)BİR ”ULUS-DEVLET”de SEÇİMİN NİTELİĞİ ÜZERİNE:

Soru: Bu veya bu gibi seçimler demokratik bir niteliğe sahip midir?

Küreselleşmiş sermayenin bu iki unsurla (seçim ve demokrasi) birlikte bütün İNSANLIĞI da sıfırlama aşamasına geçtiği liberal faşist diktatörlükler döneminde aynı zamanda toplumsal yapı değişikliğini de beraber getirebilecek hiçbir seçim demokratik değildir. Ve hatta “burjuva diktatörlüğü” dediğimiz sınıf hakimiyetinin bir diğer versiyonu olan “burjuva demokrasisi” anlamında da değildir. Bunun bizce birden çok nedeni bulunmaktadır:

A)Maddi neden: Yerleşik toplum düzeni karşılığını toplumsal yapılaşmada maddi olarak bulan ve emek-sermaye temelinde bölünmüş iki toplumsal sınıfın hem geçmişe, hem bugüne ve hem de –ve özellikle de geleceğe- dair varoluşsal –yani sadece günübirlik olmayan- çıkarları, uzlaşmaz bir şekilde çelişki halindedir. Ancak, günümüzü dünden ayıran çok ama çok önemli bir olgu daha mevcuttur ve o, her şeyi değiştirmektedir: Bu çelişkiler artık “kendinden” (en soi) çelişkiler olmaktan çok, varlıklarını birlikte zaman içinde sürdüremeyecek hale gelmiş, biri yok olmadan diğeri var olamayacak bir çatışmanın içine düşmüş bulunmaktadırlar.1 Eğer demokrasi, “Ulus-Devlet” şeklinde biçimlendirilmiş sınıflı bir toplumda genelde bir “toplumsal katılım”, yani vatandaş-birey için bir “toplumsal ilişki” biçimiyse, bu “katılımı” toplumda nesnel olarak tanımlanan toplumsal konumu belirleyecektir.

B)Vatandaş bireylerin toplumsal konumlarının sınıf gerçeğine göre düzenlenmiş olması, bir “Ulus-Devlet” formasyonunda siyasal ve kültürel açıdan iki tip gerçekliğin var olduğuna delalettir: Sınıfsal hâkimiyeti –burjuvazi olsun, işçi sınıfı olsun fark etmez- temsil eden KURGUSAL GERÇEKLİK ve her durumda sınıf farklılıklarını hesaba katmayı öngören, bu yüzden doğrudan maddi verilere dayanan MADDİ GERÇEKLİK. İster işçi sınıfında olsun, isterse burjuvazinin tekelinde olsun “kurgusal gerçekliği” temsil eden siyasal iktidarların maddi gerçeklikle arasında varoluşsal bir kopuş mevcuttur. Burjuvazinin iktidarında bu kopuş her dönemde mutlaktır. Ama işçi sınıfının iktidarında sınıfsız toplumu hedeflediği ve doğrudan çalışanların kontrolünde olduğunda ise -bir “mutlaklaşma” ve hatta ve “gerileyiş tehlikesinin” sürekli var olmasına rağmen-, eğer siyasi iktidarı elinde bulundurmaya bağlı olan “kurgusallık” çalışanlar yararına “maddi gerçekliğe” dönüştürüldüğünde ortadan kaldırılabilecek hale gelir.2

C)Bütün bunların sonucunda en genel ve temelli biçimiyle kurgusal gerçeklik ve maddi gerçeklikten hareketle, sermaye ve emeğin tarihsel çelişkisine bağlı olarak iki tür demokrasi var olabilmektedir: 1)Burjuvazinin ezeli ve ebedi olma iddiasındaki sınıfsal tahakkümüne bağlı olarak var olan ve her durumda kurgusallıkla belirlenen BURJUVA DEMOKRASİSİ VEYA DİKTATÖRLÜĞÜ; 2)Maddi hayatı yaratan ve onun sürekli bir şekilde yenilenmesinden kaynaklanan ve bütün varyantlarıyla emekçiler için varoluşsal bir hareket noktası olan maddi gerçekliğin kurgusal gerçeklik üzerindeki hakimiyetini, emeğin sermaye üzerindeki mutlak hakimiyetini temsil eden DOĞRUDAN DEMOKRASİ.

D)”Burjuva demokrasisi” veya varyantları ile işçi sınıfının hakimiyetini simgeleyen “doğrudan demokrasi” zaman ve mekan değişimine endeksli tarihsel kopma ve devamlılıklar veya devrim ve evrim hareketleriyle anlamlandırılıp biçimlendirilmektedir. Fransız devrimi ile tarihi olarak bir başlangıç yaparsak, yürütülen sınıf mücadeleleri sayesinde, (Bkz. Fransa’da sınıf mücadeleleri, !8. Brümaire – Marx) emekçiler sırtlarında taşıdıkları toplumun maddi gerçekliğinin biricik özneleri olduğunu dosta düşmana ilan etmişler ve aslında bir burjuva sınıf diktatörlüğü demek olan “parlamenter demokrasi” içinde ve onun imkan verdiği ölçüde karşı toplumsal sınıfın özneleri olarak hem toplumsal katılım payını geliştirmişler, hem de buna bağlı olarak hayat şartlarını geliştirmişlerdir. “Komünist Enternasyonal” ve ona bağlı Komünist Partiler bu dönemin mahsulleridir. 2. Dünya savaşı döneminde yani “emperyalizm ve proleter devrimleri” çağında, bu katılım “devrimci” bir katılım olmaktan çıkıp burjuvazi ile sınıf işbirliğine dönüştü.3 Aslında 3. Enternasyonalin ilanıyla bir takım Komünist Parti sınıf işbirlikçi katılıma bayrak açmış, devamla “sınıf işbirlikçiliğine” karşı devrimci itiraz süreci savaş sonrasında bir “Proletarya diktatörlüğünün” SSCB’de ilan edilmesine kadar sürdürülmüştür. Bunun yanında işçi sınıfı, güçlü olduğu Avrupa ülkelerinde “burjuva demokrasisine” devrimci türden bir katılımla özne olma konumunu güçlendirmeye devam etmiş, Ulus-Devlet formasyonunun belirlediği “milli sınırlar” içerisindeki emekçilerin yaşam şartlarını iyileştirmiştir. 2. Emperyalist paylaşım ve savaşı sonrasında demokratik ve ekonomik kazanımların tarihteki en üst seviyeye ulaşmasından dolayı biz bu döneme “Toplumsal İlerlemeci Dönem” adını vermekteyiz. (Bkz. Denge ve Devrim, Çıkış Hattı, El yayınları)

Fakat 68 hareketinden bugüne gelen tarih kesitinde, sermaye sınıfının “ekonomik çöküşü” ile birlikte, sınıf işbirliği de içeren “burjuva parlamentarizmi” dönemi emekçileri “doğrudan demokrasi” ve “komünist toplum” düşünce ve pratiğinden hızla uzaklaştırmıştır. 80’lerden itibaren ise neo-liberal ideoloji ve siyasal pratik işçi sınıfını ve solu adeta “teslim alma” sürecine girilmiştir. SSCB’nin 90’larda çöküşü ile birlikte neo-liberal saldırı liberal faşist diktatörlüğe dönüşerek sınıf mücadelesi döneminde elde edilen bütün hakların sıfırlanmasını doğuracaktır. Böylece, bireyin “toplumsal entegrasyonu” da (Durkheim) sıfırlanmıştır ve küreselleşmenin hızla gerçekleşmesine bağlı olarak da liberal faşist diktatörlükler hakim siyasi iktidar biçimini oluşturmuştur. Sonuçta, liberal faşist siyasi iktidar ve neo-liberal ideolojinin “tek düşünce” olarak kendisini empoze etmesi günümüzde karşı isyanları da başlatmış bulunmaktadır.

E)İşçi sınıfının, Engels’in “Almanya’da Köylü Savaşları” adlı eserinde belirttiği gibi, “Köylü komünizmden” ve Münzer isyanlarından itibaren bütün Avrupa’yı saran “doğrudan demokrasi” (veya toplumsal katılım) özlemleriyle Komünist Toplum özlemleri –Aynı tarihlerde Şeyh Bedrettin İsyanına şahit olmaktayız- işçi sınıfı tarafından yeniden sahiplenilmiş ve Paris Komünü deneyimiyle “doğrudan demokrasi” ve komünist siyasi katılım ile toplumsal entegrasyonda yeni bir dönem başlatılmıştır. SSCB Ekim Devrimiyle kurulan “Sovyet İktidarı” Krupskaya’nın şahitliğinde Lenin’i mutluluktan karlarda yuvarlanmasına neden olacak kadar uzun erimli olmuş4, ama “Proleterya Diktatörlüğünün kurgusal yanından faydalanan burjuva kalıntıları yavaş yavaş “doğrudan demokrasiyi” bürokrat burjuvaların diktatörlüğüne dönüştürerek “Soğuk Savaş” şartlarının sağladığı nimetlerden de faydalanarak “Sovyet tipi” komünist katılım ve entegrasyonun içini boşaltmayı başarmışlardır. 2. Emperyalist savaş sonrası Avrupa’da kurulan Sovyet tipi halk iktidarları, ve Çin’deki “Halk İktidarı”, SSCB ile birlikte neo-liberal, liberal faşist ideoloji ve siyasete biat etmişlerdir. Ancak, sermayenin küreselleşmesini arkasına alan liberal faşist siyasi iktidarlar, büyük bir sınıf içgüdüsüyle “nihai sona” gelindiğini sezinleyerek çeşitli isyan hareketlerine girişmişlerdir. Bu isyanlar içinde en öne çıkanları, Türkiye’de başta bir itirazla harekete geçilip “doğrudan demokrasiye” yönelen bir davranış biçimine evirilen 2013 Haziran ayaklanması ve Fransa’da 2016 da Paris’te “Nuit Debout” ile ilk adımının atıldığı bir isyan denemesi (Bkz. Denge ve Devrim, El yayınları), “Sarı Yelek” isyanı ile bir kartopu gibi güçlenerek 2018’de bütün Fransa’ya yayılmıştır. Sarı Yelek İsyanı” Fransa emekçilerinin geleneksel “doğrudan demokrasi” geleneğinin bir manifestosu niteliğinde bildirge yayınlanmasına kadar giden bir devrimci enerjiyi sınıf bilinci ile yoğunlaşarak taçlandırma hareketidir de. Yayınlanan bildirgenin bir “doğrudan demokrasi” ilanı olan RİC maddesi, “Assamblee Nationale”’in (Fransa Parlamentosu) burjuva-liberal faşist işleyişini hedefe koyan “Vatandaş inisiyatifi referandumu” adı ile anılır.

                                                                                                                           (Fotoğraf Nazım Serhat Fırat -Gezi Parkı Direnişi-2013)

Demokrasi düşünce ve pratiğinden, orta ve yakın geçmişinden bugünün gerçekliğine ulaşan süreç içinde, başlangıçta hayatın maddi gerçekliğini temsil eden emek cephesinin uzun bir gelişim gösterdikten sonra neoliberal ideoloji ve liberal faşist siyaset tarafından sürekli geriletildiği bir döneme girmiş bulunuyoruz. Bu yeni süreç, aynı zamanda sermayenin ve onun iktidar aleti olarak çalıştırılan “temsili parlamenter” burjuva diktatörlüğünün genellikle “emek cephesi” tarafından işgal edilen “sol kanadının” kah savaş ve faşist uygulamalarla, kah satın alınarak sindirilmesi sürecidir de. Bu dönemde “sol”un sıfırlanmasına “Ulus-Devlet” formasyonuyla biçimlendirilen topluma ve bireyin toplumsallığına dair ne varsa yok edilmesi eşlik etmiştir. “Demokratik” bir rejim olma iddiasındaki “burjuva parlamentarizmi” de doğrudan bu yok ediş-oluş sürecine dahil olmuş salt bir kurgusal gerçekliğe yani liberal faşist diktatörlüğün adi bir enstrümanına veya emekçilerin düzen içinde elde ettiği bütün tarihi kazanımlarının silindiği bir “kayıt bürosu”na dönüşmüştür.

Bu tespit bizi yeni bir sorgulamaya taşımaktadır: Geçmişte sermayenin doğrudan kontrolü altında yukarıdan aşağıya sınıfsal bir hiyerarşik yapılanmaya uygun olarak gerçekleştirilen “Ulus-Devlet” formasyonu acaba sermayenin küreselleşmesi ile birlikte, bir “toplumsallaşma biçimi” olarak yeryüzünde ortadan kaldırılmış mıdır? Kesinlikle hayır! Üstelik de sermayenin küresel bir düzlemde yoğunlaşmasıyla çok daha yukarıdan aşağı ve kendi toplumsal hacmini de sadece “oligarşik” bir yapılanmaya sınırlandırmış durumdadır. İşte biz, sermayenin bu mutlak tahakkümüne dayalı “Ulus-Devlet” tipini kendisine model olarak alan yeni siyasal oluşuma “liberal-faşist” yapılanma adı veriyoruz. Bu yapılanma, küresel ölçekte son birkaç on yıldır çok güçlenen merkezi bir örgütlenme biçiminde sürdürülmektedir. Bu küresel yeniden örgütlenme, ilk adımda sermayenin ve “kurgusal gerçekliğin” gücü ile geleneksel “milli sınırlar” içindeki “burjuva diktatörlüklerini” doğrudan doğruya liberal faşist diktatörlüklere dönüştürmekle işe başlamışlardır. Birçoğu, kendisi de azılı bir “neo-liberal solcu” ve liberal faşizmin tetikçisi olan Ahmet Altan’ın romanlarının (Bkz. Neo-liberalizm, Roman ve Aşk” – El yayınları) hain, sahtekar, düzenbaz, katil, hırsız, namussuz kahramanlarında kurgusal portreleri çizilen yerel yöneticilerin kuruculuğunu yaptığı “milli liberal faşist” diktatörlükler, “milli sınırları” imha etmenin yanında –ki, bu sadece yüzeysel bir gerçekliği ifade eder- ülkelerin toplumsallığını emekçi halkla birlikte, ya ölesiye çalıştırarak ya da açlık ve sefalet içinde bırakarak imha etmeyi kendilerine misyon etmiş bulunmaktadırlar.

İşin en ilginç ve ders çıkarılması gereken yanı ise, Türkiye’de sadece bir örneğine şahit olduğumuz gibi bu işin faşizan milliyetçilerle el ele yürütülmüş olduğudur.5 Bu, sermaye düzeninin artık hiçbir şekilde “kapitalist sistem” altında “burjuva demokrasisini” de öngörerek toplumsallaştıramadığının ve yaratıcı insanlığı imhayı hedefleyen dişe diş şeklinde yürütülmeye başlanan bir sınıf mücadelesinin sökün etmeye başlamasının da tezahürüdür. Kendisini birey-vatandaşlar arasında yukarıdan aşağıya, aşırı bireyleşmeyci neo-liberal ideolojiyle yaratılan sınıfsal karakterli “toplumsal mesafe” artışı –veya “atomizasyon”, P. Bourdieu- yukarıda gerçekleşen toplumsal yok ediş-oluşun bireyler arası ilişkilerdeki tezahüründen başka bir şey değildir.

Sorduğumuz soruya verdiğimiz cevap bizi yeni bir sorgulamaya daha götürmektedir: Dünün Burjuva parlamenter demokrasi modelinin çeşitli varyasyonlarıyla biçimlendirilen “Ulus-Devlet” yapılanmasına sadık kaldığını ilan eden bugünkü sağcısı ve “solcusu” ile Ulusalcı muhalefet, acaba “demokratik” anlayışa sadık kalarak yerleşik liberal faşist iktidarlarla tarihi bir kopmayı temsil edebilir mi? Kesinlikle hayır! Bunun 14 Mayıs seçimlerinde gözlemlenen en somut örneği, geleneksel olarak bir “Ulusal Düzen” partisi içine yuvalanmış, onlardan daha da azılı ama dinci-liberal faşist yerleşik iktidar tarafından çeşitli biçimlerde satın alınan “Ulusalcı” bir tayfa tarafından önceden kurgulanmış seçim sonuçlarının maddi bir gerçeklik olarak yutturulması operasyonudur. Şu artık irili ufaklı binlerce örneklemelerle ispatlanmış bir gerçekliktir: Kapitalist sistem ve liberal faşizmin ele geçirdiği “burjuva parlamentarizmi” altında siyasi katılım ve toplumsal entegrasyon mümkün değildir! Demokratik işleyiş, “doğrudan demokrasi” uygulamalarıyla aşağıdan, yukarıyı gereksiz kılacak şekilde yeniden biçimlendirilmesiyle gerçekleştirilebilecektirBu ise ancak bütün yaşam alanlarında birden yürütülen sınıf mücadelesi aracılığı ile gerçekleştirilmiş muzaffer bir komünist devrim ile tarihsel temelli bir kopmanın sonucunda taçlandırılacak bireysel ve toplumsal bir oluş biçiminin hakim duruma geçmiş olduğunun göstergesidir.

2)DEMOKRATİK GERÇEKLİK VE “KAMUOYU ANKETLERİ”:

14 Mayıs seçimleri üzerine kurumsal muhalefetin sahte savunucuları tarafından, doğrudan maddi gerçekliği ve onun biricik temsilcisi olan emekçi halka karşı alçakça ve büyük bir burjuva ön yargısıyla gerçekleştirilen bir hunhar saldırıya şahit olduk. Bu saldırı bize, bir değil ama iki muhalefet kanadının mevcut olduğunu ve bunlardan ancak bir tanesinin neo-liberal ideoloji ve liberal faşist tahakkümü altında gerçekleşebilecek biricik ve somut bir gerçekliğe sahip yola işaret ettiğini göstermektedir: 1)Kurumsal ve yerleşik düzene endeksli sahte muhalefet; 2)Doğrudan doğruya hayatın maddi gerçekliği üzerine yeniden inşa edilmekte olan devrimci halk muhalefeti. (Bkz. “Yarın çok güzel olacak” neyin adıdır? adlı makalemiz-EK dergisi) En son yerel idareler üzerine yapılan seçimler üzerine kaleme alarak yaptığımız bir makalede sorduğumuz bu soru ve ona verdiğimiz cevap çok daha büyük ölçekte doğrulanmış bir gerçeklik olarak karşımıza çıkmaktadır. Yaşadığımız deneyden ve anket sonucu polemiğinden çıkarak yaptığımız tespiti yeniden sorguya açmamız ve gelecek ve geçmişle olan bağlarını yeniden kurmamız gerekmektedir.

Soru şu: Seçim anketleriyle seçimin gerçekliği arasında ne gibi bir ilişki bulunur?

Önce anketin ne olduğunu araştıralım: Bütün “kamuoyu sondajlarında” görüldüğü gibi “seçim anketi” de topluma yönelik olarak çok çeşitli amaçlarla yapılan bir “toplumsal” araştırma biçimidir. İstatistik ölçülere göre temsili bir ölçeğe dayanarak seçilen “deneklere” yönelik “önü kapalı” sorular üzerinden nitel karakterde olan maddi gerçekliği bir büyüklük ve çoğunluk şeklinde niceliğe dökmek amacıyla gerçekleştirilir. Seçim anketleri bir kurgusal çizelgeye uygun olarak yapılır ve bu yüzden kurgusal gerçekliğin ağır bastığı ve her türlü kurgusal siyasi yönlendirmenin mümkün hale getirildiği bir araştırma veya fikir sahibi olma ve/veya taraflı bir düşünceyi (kurgusallığı) maddi gerçek biçimine dönüştürerek herkese inandırmayı da amaçlayabilecektir.

Her hâlükârda, kurgusal bir gerçekliğe uygun olarak düzenlenen ve nihayetinde bir “soyutlama” işlemi olan bir anketin “maddi gerçekle” hiçbir ilişkisi de yoktur demek mümkün değildir. Böylesi bir iddia en azından, kurgusal gerçekliğin bir gerçeklik biçimi olarak var olduğunu ve maddi gerçekle bağını koparmadığı durumda ortak “üniversal” bir bilim dili oluşturmak için ille de gerekli olduğunu inkar etmek anlamına gelecektir. Ancak ancak bir seçim anketi yüzeysel bir gerçekliği ifade eder ki, bunu da az bir hiç olarak görmek doğru olmayacaktır. Zira belli iç dinamiklerine tabi maddi hayatın zaman ve mekana yayılan birebir yansıması olamasa da, onların öne çıkan dış görünüşleri hakkında bilgi verebilir. Bütün nicel anketler, nitel araştırmalarla sorgulanıp maddi karşılıklarının derinliğine ele alınarak teyit edilmeye muhtaçtır.

Anketlerin aksine, deneklerin fikir ve düşüncelerini yaratıp olgunlaştıran, onların maddi hayatla ilişkilerini birbirine bağlayan toplumsal dinamiklerini gözlemleyip ortaya çıkararak anlamlandıran, somut hayat şartlarıyla onları yaşamlarına entegre eden öznelerin davranışlarını tanımlayan “nitel anketler” (“mülakat” şeklinde ve yaşam alanlarına yayılmış temaları konu alan), bir taraftan doğrudan gözlemlerden faydalanırken, diğer yandan özel betimlemeleri bir bütün içinde anlamlandırılmaya çalışmaktadır. Bu tür anketler, aranan araştırma nesnesine ve araştırmanın amacına göre yerini ikinci aşamada sorgu cetvelleri aracıyla gerçekleştirilen “nicel anketlere” de verebilir. Normal şartlarda, her nicel anket, ön aşamasında bu soru cetvelini hazırlamak üzere gözlemlerde yoğunlaşan nitel anketleri gerçekleştirmekle işe başlayacaktır. Nitel anketler, toplumdaki sınıf çelişkilerinin durumu ve bu çelişkilerden itibaren oluşan davranış biçimleri konusunda fikir sahibi olmayı amaçlar.

Biz, bir önceki yerel seçimler yönelik eski araştırmalarımızla bütünleşen gözlemlerimizden çıkarak Türkiye’deki dinci-liberal faşist iktidara karşı cephe almış görünen siyasi muhalefet içindeki kırılmayı ileri sürerken nitel değerlendirmelerden hareket etmiş olduk. Böylece, seçimlerdeki davranış farklılıkları bize sınıfsal dinamiklerin olaya nasıl müdahale ettiği konusunda bir fikir vermiş oldu: Yerleşik düzen içinde yürütülen kurumsal veya sahte muhalefet, düzenin sınırlarını zorlayan veya bu sınıflardan taşan “devrimci” nitelikteki emekçi halk muhalefeti.

Soru şu: 1. Seçim öncesi yapılan anketler gerçeği yansıtabildi mi?

Her şeyden önce şu noktayı hiç ama hiç akıldan çıkarmamamız gerekmektedir: En başarılı nicel nitelikli seçim anketleri, özellikle yüzeysel gerçekliği yansıttığı ölçüde ve hele de nitel ön anketlerden beslenmemişse, anket şirketi sorumlularının sıkça dillendirdiği gibi “hata payı” yüksek araştırma sonuçları doğuracaktır. Ancak burada bizim bahsettiğimiz “hata payı” seçim anketlerindeki olağan “hata payı” değil, toplumsal dinamikleri doğrudan öngörmemenin sonucunda ortaya çıkan hata payıdır.

Biz, araştırmacı ve anketör olmanın verdiği refleksle son iki seneden beri gerçekleşen hemen hemen bütün anket şirketlerinin analizlerini –en başta “Avrasya anket” olmak üzere- düzenli bir biçimde ve seçime götüren süreçte gözlemleme imkanı edindik. Birkaç yandaş ve “ısmarlama” çalışan iktidar yanlısı şirketlerin dışında varılan genel sonuçlar 1. Seçimin somut maddi gerçekliğini üç aşağı beş yukarı yansıtmayı başarmış bulunmaktadırlar. ,

Seçimler sırasında ve sonrasında olaya nesnel bir bakış açısıyla bakan her araştırmacının pek zorlanmadan tespit ettiği hilelerin sonucunda varılan %4,5 gibi iktidar lehine görünen farklı sonucun, ezici çoğunluğu oluşturan anket şirketlerinin oluşturduğu verilerle örtüşmemiş olması, yapılan milyonlarca oyluk hileler söz konusu olduğunda anket şirketlerinin başarısız olduğunu göstermez. Aksine, “ıslak imzalı” olduklarından “maddi gerçekliğe” sahip oyların, ana muhalefetin içine sızmış olan iki hain köstebeğin marifeti sonucu oluştuğu dikkate alındığında daha çok başarılı olduğunu göstermektedir. İlan edilen seçim sonuçları gerçekte sadece ve sadece liberal faşist bir iktidarın kendi aleyhine yarattığı kurgusal gerçekliği yansıtmaktadır.6 Neticede, anket şirketlerinin yaklaşık olarak aradaki %10’a yakın, bütün varyantlarıyla muhalefet lehine olan farkı “hata payı” içinde doğru ölçümlemişlerdir.

Bunun yanında, başarılı sayılabilecek olan bu anket şirketlerinin “nicel” bakış ve yüzeysel gerçeklik ile ilgilendiklerinin dışında, vardıkları anket sonuçları, “nitelik” aramaya odaklanmış olan bize, olayın, toplumsal dinamiklerini doğrudan su yüzüne çıkaran bir başka gerçeklik daha sunmaktadır: Kurumsal veya “sahte muhalefetin” öznel tabanı ile devrimci halk muhalefetinin öznel değerlendirilmesinin arasındaki keskin ayrışma. Birinci tip muhalefet, seçimlerde baştan sona ve “iç savaşı” gündeme getirecek ağırlıkta hilelerin yapılacağını bile bile, yerleşik neo-liberal düzene olan bağlılığını hep saklı tutmaya devam etmiştir. “Kurgusal gerçekliği” yansıtan resmi sonuçları fazla üstelemeden ve ezici bir çoğunlukla “satın almış” olması bunun en bariz örneğidir. Aynı şey, bu kanadın çoğu burjuva niteliğe sahip seçmen tabakaları için de geçerlidir. Siyasal yansımasını ortaya dökmüş oldular.

Bütün varlıklarını yerleşik düzene endekslemiş olan bu “sahte muhalif” kesimin çeşitli unsurlarıın ilk tepkisi hemen “hile gerçeğini” akıl yürütmelerinden uzak tutarak ve bütün umutlarını bağladıkları anket sonuçlarını tahmin eden kuruluşlara saldırmak oldu. Arada geçen iki günden sonra ve artık yapılan hileleri sağır sultan bile duyunca, kendilerinin beklentilerine cevap vererek “yüzeysel gerçeklikleri” ortaya koyan ve kişisel çıkarlarının yine de bu yüzeyselliklere teslim etmekten başka çıkar yol bulamayan bu güruh, bugün biraz geri adım atmış görünmektedir.

Bu kesimden diğer bazı unsurlar, adeta ramazan davuluyla seçim öncesi ilan edilen hilelere rağmen, müthiş bir “sınıfsal refleks” sergileyen çoğu okumuş yazmış, aydın veya diplomalarının seviyesinin yüksekliğinden çıkılarak “aydın” kategorisine sokulabilecek olan kesimin ilan edilen salt kurgusal gerçeklik yansıtan sonuçları derhal kabullenerek, ilan edilen sonuçtan adet edindikleri gibi “cahil cühela” olarak niteledikleri emekçi halk kitlelerini sorumlu tutmuşlar, onlara aslı astarı olmayan düzmece suçlamaları hayasızca ve büyük bir “burjuva nefreti” ile savurmaya başlamışlardır. İki günden fazla bir süre ve foyaların meydana çıkmasından sonra bile emekçi halka karşı besledikleri nefreti bugün de yatıştırmaktan uzak görünmektedirler.

Netice itibariyle, gerçekleştirilen “seçim anketleri” bu seçimin sonuçlarını kendi “hata payları” aralığında doğru veya doğruya yakın bir şekilde yansıtmayı başarmış olmalarının yanında, seçmen davranışlarının, moda deyimle “sosyolojisi” ve toplumsal dinamikleri konusunda da değerli sayılabilecek veriler ortaya koymuş bulunmaktadır. Bu sonuçların bir yan ürünü olarak yapabildiğimiz tespitlerde ise şöyle bir durumla karşılaşmaktayız: Burjuvazinin sınıf diktatörlüğü aygıtından başka bir şey olmayan “burjuva parlamentarizmi” ile “doğrudan demokrasi” arasındaki radikal bir kopuş yapılan ve yapılmakta olan seçimlerin gerçekliğinin doğrudan bir parçası konumundadır.

3)SEÇİMLERE KATILMAK DOĞRU BİR SİYASİ TAVIR MIDIR?

Bu seçimde gözlenen olgular, geçmişte ve gölgede kalmış “radikal-devrimci sol” çevrelerde kronikleşmiş bir biçimde kuşaktan kuşağa taşınan birçok sorun üzerinde konuyu aydınlatabilecek niteliktedir. “Seçimlere katılmak doğru bir tavır mıdır?” sorusu merkezinde yoğunlaşan olgulardan birisidir.

Şahit olabildiğimiz olgu şu: Her seçim döneminde sorulan bu soruya ”ML (Marksist-Leninist) ilkeler” referans gösterilerek sistematik bir biçimde olumsuz bir cevap veren çoğunlıkla “radikal-devrimci” siyaset ve kuruluş, her nedense bu seçimlerde ya bütünüyle susmayı, ya da alçak sesle kullanmayı tercih etmiş oldu. Neden? Bu konuda bütünüyle yerli yersiz bir biçimde “boykot” çığırtkanlığı yapan bu kesim, “ilkeci” olmak ile gerekçelendirdiği bu tavır alışlarından vaz mı geçti? Yoksa şimdiye kadar başka birçok konuda yapmış oldukları şeyi bir tarafa bırakarak “kurgusal değil” ama “maddi” gerçeklikten hareketle, “günümüzde yaşanan somut şartlar bu konuda tavır değişikliği gerektiriyor” gibi bir tespitten mi hareket ettiler? Her ne kadar bu sorular, nispeten “örgütlü güç” olarak onları ilgilendirse de bütün “doğrudan demokrasi”den ve “devrimci emekçi halk muhalefetinden yana olan bütün bireysel ve örgütsel yapılanmaları da ilgilendirmektedir. Bu sebeple biz de tartışmaya bir katkı sunmak için mevcut durum ve “alınması gereken tavır” konusundaki görüşlerimizi belirteceğiz.

1. Soru: Seçimle ilgili olarak bir “ilke”den bahsedebilir miyiz?

Bizim her şeyden önce “ilke nedir?” sorusuna bir cevap bulmamız gerekiyor. “ilke”, kural, veya kanun, insan toplumu söz konusu olduğunda (fizik evrende nesne farklı olduğundan durum da nüansa tabidir) toplumsal pratiğin içinde gözlenebilen olayların tekrarlanarak belli bir nicel doyuma ulaştıktan sonra genelleştirilmesiyle formüle edilen şeydir. Mesela “Parlamento burjuvazinin ahırıdır” gibi mecazi genelleştirme içeren bir önerme ilke olarak kabul edilen bir önermedir. Ancak, toplumsal pratik içinde gerçekleştirilen deney ve gözlemlerin sonucunda formüle edilen şey, eğer tekrar ve tekrar toplumsal pratiğe katılıp “pratik işlev” görmüyorsa -veya mevcut genel durumda görmüyorsa-, gözlem ve deneylere dayandığından “bilimsel” bir nitelik taşıyan ilke dediğimiz şeyin, “iman etmeye” dayanan dini nitelikteki dogmalardan hiçbir farkı olmayacaktır. Ne yani, eğer parlamento bir ahır, “burjuvazinin ahırı” ise, biz bunu bir dini tabu olarak kabul edip her durumda ahıra giderek hayvanları sağmayacak, onların etinden sütünden faydalanmayacak mıyız? Böyle bir şey yaptığımızda hayatta kalamayacağımıza göre, koyunları, inekleri, atları kendi evimize mi alacağız? O zaman biz kendi elimizle “burjuvazinin ahırını” temizleyerek kendi evimizi bir ahıra çevirmiş olmayacak mıyız?

(Meclisin, kürsünün halk adına etkin kullanımının politik örneklerinden biri de Türkiye İşçi Partisi Genel Başkanı Erkan Baş’ın konuşmasıydı-editör)

Dogmatizm, kendisini “ML” olarak tanımlayan kitlenin içindeki bir grubun tekelinde olan bir düşünce ve davranış biçimi değildir. Hiçbir şekilde bunun için hayıflanmayacağız ama aynı şey burjuva düşünür ve siyasetçisi için de geçerlidir. Örneğin, seçimler sırasında dogmatizmin en güzel ve elle tutulur örneğini, mükemmel bir “burjuva ideolojisi” olan Kemalizm’in savunucuları arasında gözlemledik. Nitekim “M. Kemal’in partisi” olarak tanımlanan ana muhalefet partisi içinde “hain” diye tespit edilip azledilen unsurlarla beraber en “radikal Atatürkçü” olarak bilinen yazar-çizer tayfasının hemen hepsinin -“ücretli” veya değil- dinci iktidara çalışmış oldukları ortalara serilmiş bulunmaktadır. “Kemalist” ve geçmişinde de “ML” olduğu iddia edilen, bugün tam anlamıyla “vatan haini” konumundaki ajan-provokatör parti, iki seçim arasında açık ve seçik olarak, ülke ve belki de dünya tarihinin görüp yetiştirdiği en büyük siyasi soyguncu olduğu olgularla ortaya çıkmış olan adayı kayıtsız şartsız desteklediğini ilan etmiş bulunmaktadır.

(Doğu Perinçek ve partilerinin biatı, kökenlerini 12 Eylül 1980 askeri faşist cuntasından önce cuntacıları darbeye teşvik etmekle başlayan, sonrasında devrimcilerin adreslerini gazetelerinde yayınlayacak kadar ihanete varan bir çizgide ilerledi ve son aşamada onu ve partisini siyasal islamcılarla buluşturdu-editör)

Biz, seçimlerle ilgili olarak “ilkeci-boykotçu” ML kesim içindeki yapılan düşünsel ve pratik hataların, seçimlere katılıp, burjuvazinin ineklerini sağıp atına binmek ve bunu kurtuluş yolunda kullanmak – ki, parlamentoyu bir enstrüman olarak kullanan bizzat burjuvazinin kendisidir de- ile, “postu ahıra serip” orayı sahiplenmeyi “kurtuluşun fetihi” 7olarak görmeyi birbirine karıştırmaktan kaynaklanmaktadır.

2.Soru: Bugün, birinci turu yapılan “parlamento” seçimlerine katılmak ne anlama gelmektedir?

En genel tanımıyla “toplumsal pratiğe girmek” ve sırf bu yüzden “ilkelere ihanet etme” gibi metafizik bir fobiye alet olmamak demektir. Yine bu, ML ustanın yaptığı gibi böylece ahıra girildiğinin bilincinde olmak ve oraya niçin gittiğini, “doğrudan demokrasi” ve “emekçi halk muhalefetini” yönlendirmek ve başarıya ulaştırılması için ne yapacağını bilmektir. Aynı soruya somut bir cevap verebilmek için iki olgunun göz önünde tutulması gerekecektir. Birinci olgu, “ahırın” yöneticileri, oradaki ineklere el koymuş durumdadırlar. Yani, aynı zamanda burjuva siyasal bir “kurum” olan parlamento (ve başkanlık makamı), kendinden olmayanı yanaştırmayan “aç kurtların”, diğer bir ifadelendirmeyle dinci-liberal faşistlerin elindedir. İşin en kötüsü şimdilik, ”ilke adına boykot” önerenler şimdiye kadar hep yan gelip yattıklarından, emekçi halk kitlelerinin ne buna benzer bir “ahırı”, ne de elinde henüz yerleşik hale gelmiş alternatif bir “doğrudan demokrasi” mecrası da bulunmaktadır. Bu yüzden emekçi kitleler, kendi emeklerinin sonucunun hapsedildiği “burjuva kurumundan” başka acil ihtiyaçlarını karşılamak üzere çalacak bir kapısı, alternatif bir siyaset yapma biçimi tanımadığından gözlerini mevcut kuruma dikmiş durumdadır.8

Buradan gözlemlediğimiz bir diğer olguya geçmekteyiz: Burjuva parlamentosuna girme işlemi, ancak 3-4 MV ile de olsa -ve alternatif olabilecek başka bir seçim yolunun belirtilmesi konusu büyük oranda es geçilmiş olsa da- “emekçi halk muhalefeti” dediğimiz kanada dahil olan bir siyasi parti kısmen de olsa gerçekleştirmiş bulunmaktadır. Bu girişin geri dönüşünün emekçi kitleler üzerinde etkili olduğu gözlemlerimizle tespit edilmiştir. Parlamentoda yetenekli “oratörler” (konuşmacılar) tarafından taşınan “emekçi halkın talebini” içeren sözler, onların üzerinde heyecan yaratmış, kendilerinin bu taleplerin özneleri olduğu düşüncesini belli ölçülerde de olsa gündeme getirmiştir. Alınan bu kısmi de olsa olumlu olarak nitelendirebileceğimiz sonuç, bizi ne maddi imkanlar ve gelecek için en verimli toplumsal katılım biçimi olan “doğrudan demokratik yönetime” gidileceğinin garantisi tabiidir ki değildir! Parlamento kurumunda başlangıçta da sonuçta da yapılacak en doğru şey, sadece mevcut “ahırı kurtlardan arındırmak” değil, ama oraya sağdan veya soldan hiçbir “kurtların” girmesine müsaade etmemek için altını üstüne getirerek “doğrudan demokrasinin” hizmetine sokmak, onun gerçekleşmesine gidecek yolu açmak olacaktır.

Netice itibariyle, bugün “at izinin it izine karıştığı” siyasi muhalefetin somut tek kazancı, sağ omzunda artık emekçi kitleleri için tahammül edilemez ağırlık haline gelen yükü atarak mücadele kapasitesini arttırmak anlamına gelebilecektir. Devrimci halk kitlelerinin dünyanın birçok noktasında birden yükselmeye başlayan isyan hareketlerinin verdiği mücadelelerinden çıkan sonuç, bu gibi sadece diğer yandan gerekli olan “yük hafifletmek” ile sınırlı bir muhalefet, “kara deliğe” dönüşmüş olan “kapitalist sistem” şartları altında nihai bir hedef teşkil etmemektedir. “Seçim başarıları”, sol yandaki yükün taşınmaya devam edildiği bir siyasi çizgide devam edildiği şartlarda orta vadede emekçi halkın durumunu daha da zora sokabilecektir. Seçimlere katılmak veya “taraf” olmak, devrimci muhalefetin uzantıları için her şeyden önce var olan toplumsal pratiğin içinde yer alma fırsatı yarattığı için gireceklerdir. Nihayetinde onların esas amacı, her daim ve sürekliliği sağlanmış bir devrim yaratmaktır.

3.Soru: Büyük oranda “liberal faşist” düşünce ve siyasetin doğrudan savunucularının ağırlıkta olduğu dayatılan ikinci tur seçimlerinde tarafsız bir muhalefet yürütmek doğru mudur?

Bu kadar şey yaşandıktan sonra, yani büyük bir düzenbazlıkla dayatılan hileli seçim sonuçları veri olduğunda, en katısında eleştiri hakkı saklı tutulmak kaydıyla yapılacak bir seçim boykotunun gerçekte hiçbir anlamı olmadığı gibi, “ruhunu kaybetme” anlamına gelen bir geri çekilme, “toplumsal pratiğin içinde kalmak” adına yapılan onca şeyi boşa çıkarmak anlamına da gelecektir. Emekçinin “sağ omuzundaki yük” henüz atılmamıştır. Üstelik “sol omuzdaki yük” de kendi pratiği ile kendi kendisini zayıf düşürmüş, teşhir etmiş durumdadır. O halde bir boykot çağırısı, sağ ve soldaki yükleri kabullenmek amacına gelecektir ancak.

1 “Enternasyonal marşının” Fransızcasında “La lutte final” olarak nakaratlanan ünlü dizede, yer alan bu “nihai savaş”ın tarihsel bir kaderi de bulunmaktadır: Savaşı sermaye kazanırsa bu bütün ahir insanlığı da peşinden sürükleyen “son yenilgi” olacaktır. Eğer eğer emek cephesi kazanırsa bu insanlaşma sürecinin önündeki en büyük toplumsal engelin ortadan kaldırılmış olacağı anlamına gelecektir.

2 Bu durum bir denge ve/veya doyumluluk haline karşı gelir ve “ne zaman?”ına tarih ve mekana ise maddi şartlar karar verir.

3 İçte “işçi aristokrasisiğnin” dışa yönelik olarak “vatan savunması” adı altında emperyalist paylaşıma katılma olguları bu süreçte belirleyici olmuşlardır.

4 Lenin’in bunu “Paris Komünü” deneyinin süresinden “Sovyet İktidarının” bir gün daha fazla ayakta kalabildiği günde yaptığı söylenmektedir.

5 Bu olgu, tarihsel olarak bütünüyle iflas etmiş olan “sermaye düzeni” için liberal faşist bir iktidarın yerleştirilmesi siyasi bir seçim yapma meselesi değil ama bir zorunluluk sonucu ve geri dönüşsüz olarak gerçekleştirilmektedir.

6 İçişleri Bakanının seçim sonuçlarını önceden tamı tamına bilen tek kişi olması bunun göstergesidir.

7 Muzaffer bir komünist devrim, sadece burjuva iktidarını temsil eden bu kurumu, bütün devlet aygıtını ele geçirdiği gibi, sahiplenmekle asla yetinmeyecektir. O zaman bunun adı, zora dayanan yöntemlerle gerçekleştirilmiş olsa da adi bir “burjuva reformu” olur ki, günümüzde bunun artık hiçbir anlamı kalmamıştır. Komünistler, bu gibi kurumları ele geçirdikten sonra onları yerle bir edip kendi iktidar biçimini yani temsili demokrasiyi yerleştirmeyi amaçlayacaktır.

8 Ama bu, “sokağa dökülmenin” seçimlere alternatif bir mücadele biçimi olduğunu, emekçi kitlelerin bunu düşünmeyeceklerini hesaba katmamak değildir. “15-16 Haziran “ ayaklanması ve en son “Gezi İsyanı” bu ülke halkının inisiyatifinde gelişmiş geniş kitle hareketleridir.

Erdoğan Ateşin

Profilinizi oluşturmak için, biraz hayat hikayenizi anlatın. Bu alan, herkesçe görünebilir.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

Başa dön tuşu