Genel

YAZI DİZİSİ | Mehmet Yeşiltepe yazdı: Enternasyonal’den güncelliğe faşizmin tahlili – II

Dimitrov’da faşizm

Dimitrov’un çalışmaları faşizmin tahliline dair toplam içinde önemli bir yer tutmaktadır. Özellikle Reichstag yangını davasında Almanya’daki gelişmeleri ve faşizmi incelerken çok önemli sonuçlara vardı. Bunu, serbest kaldıktan sonra Komünist Enternasyonal’e sunduğu raporlarda açıkça belirtmiştir. Dimitrov, Komünist Enternasyonal’de Faşizmin Tahlili’nde, tekelci sermayenin en gerici emperyalist kesimlerinin, bunalımın bütün yükünü emekçilerin omuzlarına yüklemek ve dünyanın yeniden paylaşımıyla pazarlar sorununu savaş yoluyla çözmek amacına sahip olduklarını ve bu yüzden faşizme gereksinim duyduklarını belirtmiştir. Bu, emperyalizmin genel bunalımından ve sınıf savaşımından ayrı olarak faşizm olgusunun açıklanamayacağı anlamına geliyordu.

Faşizm aynı zamanda proleter devrimler çağında devrim ve sosyalizm mücadelesine karşı engelleyici bir karşı devrimdir. Ortaya çıkışı kesinlikle “tesadüfî” değildir. Faşizm “emperyalizmin özünden’’ fışkırmıştır. Buradaki gerçek nedenler tekelci kapitalizmin ekonomisinde içkindir. Emperyalizmin çeşitli biçimler alan ideolojik politik görüngüleri son tahlilde bu ekonomiyle ilintilidir. Tam da bu nedenle faşizmin sınıfsal niteliği ile kitle tabanı karıştırılmamalıdır. Bugün neoliberal politikalar karşısında çaresiz kalmış kitlelerin sorunlarının istismarında olduğu gibi çeşitli dönemlerde faşizmin halk kesimleri içinden kitle tabanı oluşturabildiği görülmüştür. Bu durum, sınıfsal temsilin özünü/niteliğini değiştirmemektedir.

Faşizm, “bir burjuva hükümetin ötekiyle yer değiştirmesi gibi basit, sıradan bir gelişme değil, devlet biçiminin değişmesidir” (Dimitrov, Enternasyonal’ın 7. Kongre’sindeki konuşmasından). Ve Poulantzas’ın dikkat çektiği gibi “Faşizm, sakin bir gökyüzünde birdenbire kopan bir sağanak gibi gelmez.”  (Faşizm ve Diktatörlük) Sosyoekonomik yapıya bağlı olarak yukarıdan devlet kurumlarını ele geçirerek veya aşağıdan yukarıya kitle tabanı yaratarak gelse de bu aniden olmaz.

Faşizme dair devlet biçimi tanımı, sınıfsal bakışın gereğidir ve örneğin, “Soylu’nun tıslayan ağzından kendini sık sık açığa veriyor olsa da 31 Mart’tan bu yana faşizmin inşası sekteye uğramış, soteye yatmış zamanını bekler durumda.” (Faşizme karşı mücadelede iki taktik – Tuncay Yılmaz) ifadesinde görüldüğü gibi  meseleyi hükümetlere, kişilere veya anlık gelişmelere dayandırma biçimindeki yanılgılara düşmeye karşı bir çeşit sigortadır. 

Faşizmin sınıfsal tahlilini “Finans kapitalin en gerici, en şoven ve en emperyalist unsurlarının açık terörcü diktatörlüğü” biçiminde yapan Dimitrov, “Faşizm, emperyalizm ve sosyal devrim döneminde, kapitalist burjuvazi ve diktatörlüğünün sınıf hakimiyeti sistemidir.” diyerek, faşizmin emperyalist döneme özgü bir devlet biçimi olduğunun altını çizer.

12 Eylül’de faşizm

Faşizmin tahlilinde kuramsal olanla güncel olanı ilişkilendirip doğru sonuçlara varmak açısından darbeler, öğretici-somut veriler içerir. Genellikle emperyalizmle ilişki içinde sermayenin çıkarlarının net biçimde ve doğrudan dayatıldığı bu tür süreçlerin sınıfsal anlamda en yaygın ve gerçek işlevi, sermayenin önündeki dönemsel engellerin kaldırılmasıdır.

Darbe süreçlerinde tüm muhalif sesler susturulur, tüm itiraz potansiyelleri etkisiz hale getirilir, rant-talan ve yalan grafiği büyür, emek-sermaye çelişmesinde sermayenin lehine yeniden düzenlemeye gidilir. Bunun için yasal ve kadrosal güncelleme yapılır. Türkiye’de Erdoğan’ın OHAL’i, o süreçte hiçbir greve izin verilmemiş olması üzerinden olumlaması ile aynı tarihsel kesitte Sudan’da Cunta’nın greve giden halk hareketi ile (belirli bir süre için de olsa) tüm anlaşmaları fesh etmesi, darbelerin gerçekte hangi çıkar kesimlerine nasıl hizmet ettiğini, neyin devamlılığını güvenceye almak üzere gündeme geldiğini gösteren somut örneklerdir. Ve gerçekte başkanlık, bunun krumsallaştırılarak kalıcılaştırılmış halidir.

12 Eylül’den baktığımızda, 24 Ocak Kararları ile ifade edilen yeni bir ekonomik program, yeni bir anayasa ve 20 yıl sürecek yapısal uyum süreci görürüz. Darbe, bunun için zemin hazırlama, direnç noktalarını kırma ve sahayı yeniden düzenlemedir. 

Aynı dönemde hapishanelere baktığımızda, yeni sürecin karşısında durma potansiyeli taşıyan devrimci kesimlerin tutsak alındığını ve onların teslim alınabilmesi için Nazi kamplarını çağrıştıracak uygulamaların planlı biçimde devreye sokulduğunu görürüz. Bu bağlamda diyebiliriz ki 12 Eylül’de faşizm; Diyarbakır, Metris ve Mamak zulmünün bileşkesi veya o kamplarda işkencenin yönetmenliğini yapan Esat Oktay Yıldıran, Adnan Özbey ve  Raci Tetik’te somutlanan amaç ortaklaşmasıdır. Tabii ki bu gerçeklik karşıtını da yaratmış ve direniş yoldaşlığı tüm engellere rağmen ülke sathında gerçekleşmiştir.

Din istismarı faşizmin kapsama alanı içindedir

Bugün yaygınlıkla konuşulan, değerlendirme konusu yapılan dinselleştirme de bireycileştirme de piyasalaştırma veya metalaştırma da sermaye düzeninden bağımsız olgular değildir.

Dinin, sınıfsal bilincin oluşumunu önleyen, geciktiren veya üzerini örten niteliği, sermayenin en etkili araçlarından biri olma işlevini sürdürüyor. Bunun bir boyutunu oluşturan siyasal İslam da özellikle Avrupa’da yaygınlık kazanan neo-faşizm de gerçekte sermayenin dönemsel ihtiyaçlarıyla doğrudan ilintili olan ve yer yer çelişiyormuş gibi görünse de gerçekte aynı amaçla kullanılan olgulardır.

Siyasal İslamı, dinci kesimlerin dar bağlamlı ihtiyaçlarıyla sınırlı görmek gibi batıda yükselen neo-faşizmi, göçmenlik ve Müslümanlık karşıtlığı ile açıklamak gerçek sorumluyu ve olup bitenin sınıfsal arka planını görmeyi güçleştirir. Faşizm yerine sağ popülizm tanımının kullanılması da benzer şekilde, söz konusu rüzgarın, hangi sınıfın ihtiyaçlarına bağlı olarak estirildiğini görmeye engel olur.

Gerçekte göçmenliğin yaygınlığının sebebi küreselleşen sömürü ve yağmadır. Emperyalist ülke tekelleri Ortadoğu vb. coğrafyaları yağmalarken ve daha derin yokluklara, yoksulluklara sebep olurken aynı zamanda göçün de müsebbibi oluyor. Diğer taraftan göç edilen ülkelerde yaşayan halklar, giderek kapsam büyüten yoksullaşmanın faturasını mültecilere, yabancılara vb. kesiyor. Sınıf bilinci yoksunluğu, gerçekte sınıf kardeşliği ekseninde yan yana durması gereken göçmen ile metropol yoksulunu karşı karşıya getiriyor. 

Faşizm veya tedip, tenkil ve tehcir

Öncelikle devletin kurumlarının yukarıdan aşağıya ele geçirildiği bizimki gibi ülkelerde faşizm, aynı anda hem resmi kadrodur hem milistir hem de tepeden tırnağa devlet organlarının planlı bir kurumlaşma ile tahkim edilmesidir. Böyle bir devlet biçiminin ekseninde baskı ve zor belirleyici önemdedir. Dönem dönem şeklî de olsa nispî demokratik kimi uygulamalara yer verilmesi, rejimin özünü/niteliğini değiştirmez; faşizm, sömürge tipi nitelikler taşır ve süreklidir.   

Faşizm, sermayenin sürekli çıta yükselten taleplerine uygun olarak toplumun zapturapt altına alınmasıdır; bunun için ibret örnekleri oluşturmak, direniş odaklarını şiddet oranını yükselterek ezmektir. Bu bağlamda direniş noktalarında başvurulan kimi direnme biçimleri, saldırgan için sadece bir bahanedir. Anımsanacak olursa 12 Eylül öncesi süreçte “Sağ-sol çatışması yok faşist katliamlar var; faşist katliamlara karşı halkın direnmesi var.” sloganı öne çıkarılmıştı. İçinden geçtiğimiz süreçte (veya yakın geçmişte) Cizre’de, Cerattepe’de, Boğaziçi’nde, engellenen bir grevde veya başka bir noktada öne çıkarılan şiddet, direnişçinin yöntemiyle değil saldırganın sınıfsal kimliği ile açıklanmalıdır.

Bugün ülke genelindeki toplam resme baktığımızda, geçmişte uygulanan tedip, tenkil ve tehcirin güncellenmiş biçimini görürüz. Örneğin bir köy yakıldığında veya çeşitli zor yöntemleri ile boşaltıldığında, oradaki insanların uysallaştırılarak terbiye edilmesi (tedip), başkasına ibret olacak şekilde cezalandırılması (tenkil) ve göç ettirilmesi (tehcir) amaçlanır. Bir köyün yakılmasında amaçlanan hafızasızlık, hiçlik ve yön-mekan yitimi, direnç noktalarının etkisizleştirilmesi ve teslim alınmasında kitlelerin hangi niteliklerinin hedef alındığını göstermesi açısından öğreticidir. 

Daha da önemlisi faşizm, bugün artık şiddetin çeşitli biçimlerinin yanında aynı zamanda kötülüğün içselleşmesi ve insanın içeriden fethedilerek teslim alınmasıdır. Bu bağlamda Guantanamo’da en çarpıcı biçimini gördüğümüz hiçlik duygusunun hakim kılınması, işkencenin güncellenmiş biçimi olarak değerlendirilebilir. Çünkü “yeryüzünde hiçbir şey insan ruhuna hiçlik kadar baskı yapmaz.” (Stefan Zweig) Bugün iktidarın her an görünür haldeki askeri varlığıyla, giderek kapsam büyüten denetim ve tahakküm araçlarıyla iç içe yaşanılan Türkiye Kürdistanı’ndaki veya batıda kent varoşlarındaki tablo, faşizmin resmidir.  

Yaygınlaşan faşizm ve kötülüğün sıradanlaşması

Yukarıda da belirttiğimiz gibi sermaye, dünyada ve ülke özgülünde gözünü karartmış durumda. Eğer faşizm bir anlamda sermayenin tüm kozlarını oynaması ise bugün dünyada ve ülkede sermayenin tüm kozlarını oynamadığı hemen hiçbir alanın kalmamış olması bu konuda değerlendirme yapanların ilgisi dahilinde olmalıdır.

Bir başka tanımla faşizm, gücün merkezileşip yoğunlaşması sonucu ortaya çıkan zorbalığın kendini hiçbir yasa ve kuralla sınırlı görmemesidir. Türkiye’de olup biteni özetleyen bir tanımdır bu. Üstelik bu tanıma sığmayan, bu tanımı aşan özgünlükler de söz konusudur. AKP örgütlenmesi, kendisinden önceki tüm karşıdevrimci rejimlerden/iktidarlardan tecrübe aktarmakta ve deyim yerindeyse ülke koşullarında yeniden üretmektedir. AKP’nin bu duruşu/işlevi, sermayenin dizginsiz saldırganlığıyla doğrudan ilintilidir. Sürecin olağanüstülüğü gereği yer yer AKP’nin sermayeyle ilişkilerinde gerilim yaşansa da (sermaye ile siyasal iktidar veya yürütme arasındaki)  ilişkinin sınıfsal özü  değişmemektedir.  Faşizmin giderek çap büyüten kitle tabanı ve kötülüğün sıradanlaşması bu kapsam içinde değerlendirilmelidir. 

Kötülüğün sıradanlaşması, Totalitarizmin Kökenleri’ni yazan Hannah Arendt’ın önemli tespitlerindendir. Bunu sokakta, sıradan insanda da örgütlü kötülüğün vardığı boyutta da gözlemek mümkün. Arendt, Totalitarizmin Kökenleri’nde bu türden rejimlerin insanların tektipleştirilmesi, biat ve itaat eder hale gelmesi için ne gerekiyorsa yaptığını söyler. Bunun için özellikle özgür düşünce ve eylem olanaklarının yok edildiğine vurgu yapar. Totalitarizm tehlikesinin geçmişte kalmış, olmuş bitmiş bir şey olmadığını vurgulayan Arendt’a göre totaliter liderler, kitleleri yalan ve ideolojik propaganda ile peşlerinden sürüklemeye, yalan ile hakikat arasındaki ayrımı ortadan kaldırmaya çalışırlar; sürekli olarak tarihi, kendi hedeflerine uyduracak biçimde yeniden yazarlar.

Toplumun soluk alma kanalları olarak da görülebilecek, örgütlü topluma çağrışım yapan oda, baro, sendika gibi oluşumlara (en yetkisizleştirilmiş biçimlerine bile) egemen sınıfların tahammülünün kalmamış olması, üniversitelere de Merkez Bankası’na da belediyelere de kayyum atanması ve Meclis’in bütünüyle işlevsizleştirilmesi; burjuva siyaset tarzının bir döneminin sonuna gelinmiş olmasını gösterirken, aynı zamanda muhalif/alternatif güçler açısından bu gerçekliğin görünür kılınmasını ve dünden bugüne uzanan deneyim devrinde ve devamlılığında kopukluk oluşturmadan yaratcı tarz ve araçların geliştirilmesini gerektiriyor.

Özetle, faşizmin yaygınlaşan, kitle tabanı oluşturan boyutlarının yanında yaşama içerilmiş haldeki nitelikleri faşizme karşı mücadeleyi daha zorlu ve çok yönlü kılmaktadır. Bizimki gibi ülkelerde faşizme karşı mücadele elbette bir devrim sorunudur. Ancak mevcut yaygınlaşma ve kökleşme, bugünden yarına yapılacak çok şeyin olduğunu da gösteriyor. Bugün faşizme karşı potansiyel ittifaklar, darbe dönemlerinde olduğu gibi çeşitlenmiş ve kapsam büyütmüştür. Bu gerçekliği dikkate almak başarının öncelikli koşuludur. Faşizmin çeşitlenen araçlar, siyasallaşan yargı ve büyütülen kitle tabanı eşliğinde kesintisiz saldırılarıyla umut zayıf düşürülmüş görünse de Arendt’ın dikkat çektiği gibi eğer kitleler bir araya gelip ortak eylem örgütleyebiliyorsa umut var demektir. Bu, aynı zamanda bugünden yarına ne/nasıl yapmak gerektiğinin de anahtarıdır.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

Başa dön tuşu