Genel

SINIFSAL BAKIŞ | Emperyalizmin normali ve sınıf gerçeği…

Mehmet YEŞİLTEPE

Yöntemsel sorun

Krize salgının eklendiği bir dünya konjonktüründe, belirsizliklerin ve çaresizliklerin insanları teslim aldığı bir tarihsel anda, bunun izdüşümü de sayılabilecek bir ülke iklimi ile karşı karşıyayız. Bu konuda, tabloyu daha vahim/ağır göstermek üzere söyleyeceğimiz hemen her şey söylendi. Ancak tablodaki vahametin dolayısıyla da sonucun görülmesi, nedenin görüldüğü ve doğru okunabildiği anlamına gelmiyor.

Son günlerde iktidar tarafından peş peşe atılan adımlar, muhalif kesimler tarafından, çeşitli gibi görünse de büyük oranda benzer şekilde yorumlandı. Buna göre, HDP’yi kapatma davası, iktidar ortağı MHP’ye hediyeydi veya “andımız” sebebiyle oluşan gerilimi giderme amaçlıydı. İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmek, cemaatlerin-tarikatların, gericilerin sevindirilmesi içindi. 100 yıllık parantezi kapatmak için aceleleri vardı, yapılanlar hızlandırılmış 2023 programıydı. Gezi’nin rövanşı alınmak isteniyordu. Kamyonun freni patlamıştı, faşizm inşa ediliyordu vb. vb.

Mesele hoyratlıksa bu, yeni değildi. Yıllardır biçimlendirilip konsolide edilen, kutuplaştırılıp kindar (ve bir kısmı da dindar) hale getirilen, çıkar ağlarıyla bağlanıp, popüler kültürle yozlaştırılan yandaş kesim, trolleriyle beraber zaten bu alanda eğitimli sayılırdı; daha da önemlisi, hoyratlık da sınıfsaldı; sermaye sınıfının niteliklerindendi. Sözleşmeden çekilme sonrasında Twitter’da “Morardınız mı?” ‘Tag’ı açmak ise sınıfsal niteliklerinin son marifetlerinden biri oldu.

İktidarlaşmış bu “örgütlü kötülük” karşısında yaşanan dehşet duygusu, tepki vb. çok normal. Ancak tepki, anlamaya da karşı duruş bağlamında yol haritası oluşturmaya da yetmiyor. İstanbul Sözleşmesi’nin hala yürürlükte olduğunu veya kararın yok hükmünde olduğunu tartışabiliriz. Ancak bu, hukukun olmadığı bir yerde Anayasa, Danıştay, Yargıtay, Sayıştay, Anayasa Mahkemesi ve Meclis’in yok hükmünde olduğu gerçekliğini ıskalamak olur veya olup biteni anlamaya yardımcı olmaz.

HDP’ye yönelik, kapatma davasıyla tırmandırılan saldırılar, tasfiye etme ve siyaset dışı bırakma hamlesi, Erdoğan’ın Bahçeli’ye hediyesi olarak görülebilir. Ancak bu, iktidarın genelde tüm muhalif dinamiklere özelde Kürt sorununa bakışını görebilmeyi güçleştirir; sınıfsal olanı öznelleştirir, dolayısıyla da çözüme dair yanılgı olasılığını saklı tutar.
Bir başka yorumda, hemen tüm saldırı ve atraksiyonlar, Millet İttifakı’nın parçalanması ve olası erken seçim ile ilişkilendiriliyor. İktidar blokunun bir fırsat yakaladığında seçime gitme olasılığı yok değil, seçim ve parti yasaları da bu bağlamda değiştiriliyor. Ancak atılan adımları salt bununla açıklamak çok daraltıcı ve zorlama olur.
MB Başkanı Naci Ağbal’ın görevden alınması, siyasal magazine tekabül eden duyumlar üzerinden tartışılabilir. Ancak bu, iktidarın o koltukta da bir çeşit robot (veya kayyum) istediği, bunun üniversite ve belediyeler dahil pek çok alanda oturtulmak istenen işleyişle ilintisi olduğu gerçeğinin üzerini örter.

Meslek odaları ve İHD dahil demokratik kitle örgütlerine yönelik saldırı ve yeniden düzenleme, belediyeye de üniversiteye de kayyum, vekillere fezleke salt seçim hesaplarıyla açıklanabilecek bir tablo değildir.
2023 için çok şey söylenebilir. Ancak şeriat özlemi dahil, iktidarın başat kadrolarının gönlünden geçenlerle gerçeklik veya sınıflar mücadelesinin gerekleri bu denli kolay örtüşmüyor. Dünya ölçeğinde olduğu gibi Türkiye’de de gündem, süreçteki hıza ve güçlüklere bağlı olarak baş döndürücü biçimde değişiyor.
Gelinen aşama, kolaya kaçarak, görüngülerle yetinerek, ezberle veya günlük akılla değerlendirilecek gibi değil. Örneğin, madem böyle peş peşe saldırı olacaktı, o halde İnsan Hakları Eylem Planı, reform ve anayasa söylemleri ne anlama geliyordu? Birdenbire bunlardan vazgeçip dümen tersine mi kırıldı, yoksa bunlarla atılan adımlar doğru bir yorumda birbirini tamamlıyor muydu? Kısacası ne oluyor? Yaşananların küresel gündemle ilintisi var mıdır? Bunun karşısında kimlerle, neyi, nasıl yapacağız?

Demokrasi tartışmaları

“İnsan Hakları Eylem Planı,” muhalif olan veya hizaya gelmediğine inanılan milletvekilinden KHK’liye, Cumhurbaşkanı’na hakaret ettiği iddia edilen vatandaştan Boğaziçili öğrenciye kadar geniş bir yelpazede toplumun yargı kıskacına alındığı bir konjonktürde gündeme geldi. Dahası, anayasa ile güvence altına alınmış bir hak olarak bilinen ifade özgürlüğünün kullanılmasının dahi ağır suçlamalara ve cezalara sebep olduğu koşullarda, 19 yıllık süreçte adım adım örülen darbe iklimi veya açık faşizm kalıcı hale gelmişken böyle bir eylem planı nasıl değerlendirilmelidir? (Gerçi faşizmin inşasının hala tamamlanmadığına inanan bir kesim var ki bu da ayrı bir değerlendirme konusudur…)

Evet İnsan hakları, demokratikleşme vb. söylemlerin AB ve ABD bağlamlı bir boyutu var. Bunlar çeşitli biçimlerde yazıldı, değerlendirme konusu yapıldı. Biden, çeşitli kesimlerce insan hakları, barış ve demokrasi ile ilişkilendirildi. AB ile ilişkileri de bu bağlam içinde okuyanlar oldu. Hatta Türkiye’ye uygulanacak yaptırımları Trump’ın önlediği, Biden başkanlığında bunun olmayacağı, benzer şekilde AB’den de önemli yaptırımların geleceği söylendi.
Buna göre Biden, insan hakları karnesi zayıf olan Suudi Arabistan, Mısır ve Türkiye’ye bu çerçevede baskı yapıyordu. Hatta Biden’in Erdoğan’ı telefonla aramamış olması da bununla ilişkilendirilmişti. Bu tartışmanın doğru yorumlanabilmesi için öncelikle ABD’de ve AB’de demokrasiden kast edilen şeyin ne olduğu, bunun işlevi ve Türkiye ile ilişkilerde bunun gerçekten yansıtıldığı gibi rolünün olup olmadığı anlaşılmalıdır.

Gerek ABD gerekse AB için demokrasi, egemenliğini, sömürü ve yağmayı sürdürebilmek, bunu yaparken meşru görünebilmek için bir kozmetik araçtır. ABD’nin ülkesinde halka karşı uyguladığı sömürü ve şiddet de diktatörlerle kurulan yakın ilişkiler de bunun kanıtıdır. Bu bağlamda sistemin üzerine bina edildiği sınıfsal gerçeklik dururken, TV haberlerinden veya manipüle edilmiş halde yansıtılan kesitlerden yola çıkmak; partilerin siyasal ikbal vb. atraksiyonları ile sistemin zorunluluklarını karşı karşıya getirmek; buna bağlı olarak da ABD-Türkiye ilişkilerini Biden’in Erdoğan’ı hala aramamış olması üzerinden okumak, tam da istenilen/kurulan tuzağa düşmektir.
Bu tartışmanın yapıldığı süreçte dünya ölçeğinde burjuva siyaset tarzının bir döneminin bitmekte, miadının dolmakta olduğunu gösteren gelişmeler yaşanmaktadır ki bu durum, hemen her gelişmenin salt seçim atraksiyonlarıyla veya partilerin ikbal hesaplarıyla ilişkilendirilmesini daha da anlamsız kılmaktadır.

Biden’in Başkanlığı, küresel gündem ve emperyalizmin normali

Biden’le beraber yapılan tartışmaların ve girilen beklentilerin bir kısmı, daha önce Obama sürecinde yapılanlara benziyor. Genel boyutuyla söylersek iki başkan arasındaki farkı abartıp dünyada demokratikleşme vb. konusunda ABD’den yapıcı/pozitif adımlar beklemek anlamına gelen söz konusu değerlendirmeler, ne yazık ki sınırlı değil ve sınıfsal bakıştan ne denli uzaklaşıldığını gösteriyor.

Hegemonya yarışı, ticaret savaşı, petrol fiyatlarının belirlenmesinde gerilim, salgının yarattığı yıkım ve fırsatlar, krizin devamlılığı ve derinleşmesi ve bunun haber verdiği yeni düzen koşullarında ABD’nin daha saldırgan, daha atak olmaması, sınıfsal gerçeklerin niteliğine aykırıydı. Kaldı ki bu konuda ipuçları Trump’ın son dönemlerinde belirmişti.

Kısaca anımsanacak olursa İsrail, doğrudan ABD insiyatifinde Arap ülkeleri ile normalleşme sürecine girmişti. Peşinden Arabistan ve BAE’nin Katar’a uyguladığı ambargo kaldırıldı. Benzer şekilde Türkiye; Mısır, İsrail, Arabistan, BAE vb. ülkeler ile (var olan sorunlar oranında) normalleşme sürecine sokuldu. Hatta Ermenistan’ın Karabağ savaşı sonrasında (Burjuvazisinin de beklentileri doğrultusunda) Türkiye ile normalleştirilmesi beklenmelidir.

ABD’nin bu denli insiyatifli ve atak davrandığı bu süreçte, Biden’in Erdoğan’ı aramadığı, ağır yaptırımların kapıda olduğu vb. değerlendirmeler, ilişkinin niteliğini bütünüyle yanlış okuma üzerine oturuyor. Gerçekte ABD-Türkiye ilişkileri 1946’ya dek uzanıyor. Bugün ABD-Türkiye ilişkilerine dair yapılacak değerlendirmeler, aradan geçen 70 küsür yıllık süreci dikkate almayı, bu süreçteki değişimi, derinleşen sömürgeciliği ve artan bağımlılığı hesaba katmayı gerektiriyor. Bugün hala bir türlü kurumsallaştırılamadığı, inşa edilemediği sanılan faşizm de bu ilişki kadar eskidir ve sürekli olarak güncellenmekte, ihtiyaca bağlı olarak derinleştirilmektedir.

Bu süreçte normalleşme oranında, ABD’nin dönemsel politikaları gereği Türkiye, İsrail ve Azerbaycan’ın aktif taşeron rolü oynayacağı görülüyor. İsrail’in BAE ile Körfez çıkışına üs kurması, Türkiye’nin, ABD-Rusya geriliminde en sıcak bölge olarak öne çıkan Ukrayna ile girdiği askeri anlaşmalar dahil yakın ilişkiler, Defender Europe 21 tatbikatı kapsamında yapılan askeri yığınak, Baltık ve Karadeniz’de yapılacak bu tatbikata Ukrayna’nın da katılacak olması, ABD’nin Norveç’le 3 hava üssü ve bir deniz üssü kurma konusunda yaptığı anlaşma vb. gelişmeler bu bağlam içinde değerlendirilmelidir.

ABD için Çin’in önünün kesilmesi, İran’ın etkisizleştirilmesi ve Rusya’nın kuşatılması öncelikli olsa da ilgi ve dikkat daha güncel biçimde Rusya’ya yönelmiş durumda. Rusya’nın hemen tüm yönlerden kuşatılmaya çalışıldığı ABD’nin Akdeniz’de, Dedeağaç’ta, Batık bölgesinde vb. yeni üsler kurmakta veya var olanları tahkim etmekte olduğu bu süreçte; en azından Rusya’nın Akdeniz’e, Afrika vb. noktalara uzanma imkanlarının yok edilmesi, sınırları içine hapsedilmesi isteniyor. Kuzey Akım-2 konusunda ABD’nin Almanya’ya yaptığı baskı da bu çerçevededir. Hatta ABD, Avrupa’nın ihtiyaç duyduğu doğalgazı tankerlerle veya Dedeağaç ve Saros’ta olduğu gibi kurmakta olduğu sıvılaştırılmış doğalgaz terminalleri üzerinden karşılama önerisini/dayatmasını yapıyor.

Sürecin çağırdığı tehlike

Mevcut küresel tablo, ABD’nin eski gücünü/hakimiyetini kazanma mücadelesi vermekte olduğunu, bu amaçla birden çok sahada varlık göstermek üzere harekete geçtiğini, askeri bütçeyi rekor düzeye getirdiğini gösteriyor. Bunun için pek çok noktada aynı anda hamle yapıyor. Transatlantik ilişkilerini tamir ederken Pasifik’te Çin karşıtlarını bir araya getiriyor. NATO’yu güncelliyor ve Rusya’yı boğacak şekilde kuşatıp sıkıştırıyor. İran zaten hedefindeydi. Bunun için yukarıda da belirttiğimiz gibi kavgalı müttefiklerini normalleştirirken, aynı zamanda hepsini işlevlendiriyor. Arabistan İsrail’le normalleşmenin “muazzam yarar sağlayacağını” söyledi. Şifre burada; “muazzam yarar…” gerisi teferruat.

Süreç hızlandı ve herkes ciddiyetinin farkında; bu nedenle, aynı safta olma potansiyeli taşıyanlar hızla normalleşiyor. Normlar ise ABD’nin normları. Daha önce söylediğimiz “herkes tüm kozlarını kullanıyor, kullanacak” sözü tam da yerini buluyor.

İran’ın köşeye sıkıştırıldığı bir süreçte Çin’in yaptığı 400 milyar dolarlık anlaşma veya Rusya’nın, Montrö’nün fesh edilmesi, Donbass’ın ve Kırım’ın geri alınması iddialarına/hesaplarına dair verdiği yanıtlar, sürecin nasıl bir tehlikeyi çağırdığının bilincinde olduklarını gösteriyor. Bugüne dek kendi bölgesinde kalan, sadece ekonomik anlamda sınırlarının dışına çıkan Çin, İran’la 25 yıllığına yaptığı, uçak üretiminden üs kurmaya kadar pek çok adımı içeren bu anlaşma ile dünya ölçeğinde bir güç olarak arenaya çıkmış görünüyor.

ABD’nin en çok çekindiği gelişmelerin başında Çin, Rusya ve İran arasındaki yakınlaşma ve işbirliği geliyor. Anımsanacak olursa bu üç ülkenin Umman Denizi’nde yaptıkları tatbikata ABD 3 Ocak 2020’de Süleymani’ye yaptığı suikastle yanıt vermişti. Çin bugün ekonomik yönden durdurulamıyor, Rusya’nın askeri teknolojisi de kimi sıkıntılara rağmen büyümeyi sürdürüyor. Eğer Rusya ve Çin arasında askeri teknolojik işbirliği gibi bir anlaşma imzalanırsa yani Rus askeri sanayisi Çin tarafından siparişlerle desteklenir ve ortak üretim gibi bir noktaya gelinirse bu gücü dünyada durduracak ülke yok. Eğer böyle bir gücün şekillenmesi engellenmek isteniyorsa ya şimdi ya da hiçbir zaman… İşte böyle bir süreçte Biden başkanlığındaki ABD’nin sanki son bir hamle ile gücünü hissettirme gayreti var. ABD’yi tahammülsüz ve süreci kritik kılan gelişmelerden biri de budur.

Tam da bu süreçte ekonomisi çöken, içeride yapacak bir şeyi kalmayan AKP/Saray hükümeti, bu konjonktürün farkında ve bunu kâra tahvil etmek üzere her türlü göreve hazır olduğu mesajını veriyor. Gerçekte Montrö çıkışı da bizzat ABD’ye verilen mesajdır; jesttir. Kanal İstanbul ise rant için neler yapılabileceğinin özetidir. Dışarıya bu mesajlar verilirken içeride her türlü sesin kısıldığı/susturulduğu bir Türkiye, ne AB’yi ne de ABD’yi rahatsız etmeyecektir.

Ne yapmalı; nasıl yapmalı?

Sınıflar mücadelesinin tarihsel izleği bize göstermektedir ki egemenin/sermayenin işleyiş yasaları, kural ve kuralsızlıkları bilinmeden veya yok sayılarak, karşı duruş geliştirilemez. İktidarla, iktidarın dolaylı ve dolaysız araçlarıyla ifadesini bulan tehdit ve saldırılar, potansiyel imkanlar dahil doğru değerlendirilebildiği oranda, karşı duruş geliştirmek, direniş noktalarını büyütüp başarılı olmak olanaklı hale gelir.

Ezilenler adına hareket eden örgütlü yapılar, dünü redderek değil kapsayarak ilerler. Diğer bir ifadeyle “Bugün yarına dünden beslenerek yol alır.”(Brecht) Örneğin bir dönemin etkili araçlarının çeşitli nedenlerle zayıf düştüğü/düşürüldüğü bugünün koşullarında yapılması gereken; bildiriden afişe, basın açıklamasından mitinge, oda ve barodan sendika ve derneğe kadar bilinen araçları reddedip (günahı onlara yükleyip) şapkadan tavşan çıkarmak değil, araç-amaç ilişkisini doğru kurmak ve yaratıcılığı bu bağlam içinde değerlendirmektir.

Bilinir ki araçlar kendi kendine iş görmez, doğru işlevlendiği oranda sonuç verir. Gelinen aşamada, parlamento işlevsiz hale getirilmişken, Anayasa Mahkemesi’nin kapatılmasından söz edilirken, barolara alternatif hükümet yandaşı baro oluşturulurken; odalar yetkisiz, sendikalar yandaşlık oranında işlevli hale gelmişken; elbette bu araçlar toptan reddedilmeyecek ancak sermayenin her alana doğrudan müdahale eden niteliği dikkate alınarak araçlarda güncelleme yapılmalı ve muhalif kesimlerin değişen bileşimi, çapı ve çeşitliliği hesaba katılarak insanların sorunları üzerinden politik yaşama katılımına imkan veren araç ve yöntemler geliştirilmelidir.

Genel kabul göreceğine inandığımız bu girişten sonra, “Ne yapmalı”nın bir diğer ayağını, solun, örgütlü yapıların içe dönük görevleri oluşturuyor. Çeşitli vesilelerle sıkça belirttiğimiz gibi dünden bugüne devralınan burjuva siyaset tarzında, bütün kurum ve araçlar ya işlemez hale getiriliyor ya da tasfiye ediliyor. Aynı sürecin dinamiklerine, kurum ve niteliklerine bağlı (böyle bir ortamda biçimlenmiş) muhalefet anlayışı, alternatif düşünme ve üretme anlayışı vardı. Mesela parlamento muhalefetine veya dışarıdaki muhalefete o koşullar içinde bir anlam yükleniyordu; demokratik kitle örgütlerininin sürece denk anlam ve işlevleri vardı. İşte bugün burjuvazi deyim yerindeyse oyunu da taşları da değiştiriyor.

İşte solun gündem oluşturmakta, ezilenlere güven vermekte yetersiz kaldığı hatta patinaj yapar duruma düştüğü bu süreçte, çözümü nerede aramak ve nereye kafa yormak gerektiği meselesi çok ciddi ve öncelikli bir meseledir. Ancak bunu görmek, tahlillerde bulunmak tek başına yetmiyor; “ne/nasıl yapmalı?” sorusuna yanıt oluşturmuyor. Önümüzdeki süreçte, mülk yitimine uğrayanlardan işsiz kalanlara, hakları gasp edilenlerden eşitsizliğe ve haksızlığa uğrayıp geleceksizliğe mahkum edilenlere kadar geniş çaplı bir radikalleşme yaşanacağını öngörmek mümkün. Bu kesimlere nasıl ulaşmak ve onları nasıl örgütlemek gerektiği konusunda elbette yeni Amerikalar keşfetmek gerekmiyor. Ancak sürece bağlı olarak dinamikler ve o dinamiklerle bir araya geliş zeminleri değişebilir. Mesela daha önce yan yana gelinmemiş kesimlerle alışılmamış biçimde bir araya gelişler yaşanabilir. İşte bu özgün koşullar içinde halka seslenme, onları kazanma, onlarla beraber hareket etme, onları aktive etme araç ve yöntemleri geliştirilmelidir.

Öyle görünüyor ki önümüzdeki süreçte kafa karışıklığı bir süre daha devam edecek. Muhalif kesimlerin büyüklüğüne ve çeşitliliğine uygun bir bütünleşme bugünden yarına gerçekleşmeyecek, parçalı tablo bugüne kadar olduğu gibi iktidarın avantajlarından biri olacak. Bugün işsiz sayısı bile doğru yansıtılmıyor. Bugüne dek işsizliği emen zeminlerden biri olan tarım kesiminin üçte biri işsiz. Tarımın hızla çökmesiyle işsizler ordusu daha da büyüyecek.

İktidarın peş peşe attığı sözleşme iptali, parti kapatma girişimi, kayyumlar vb. adımlar her mağdur kesimin ayrı ayrı reaksiyonuna sebep oluyor. Bu alanda ortaklaşmış birleşik bir hareket için iktidarın söz konusu adımlara neden ihtiyaç duyduğu uygun bir şekilde anlatılmalı, büyük resmin içinde tüm parçaların biribirni nasıl tammaladığının ve ilgilendirdiğinin görülebilmesi sağlanmalıdır. Bunun için tartışmalar dizisi, eğitim, çalıştay vb. yöntemler üzerinde kafa yorulmalıdır. Çünkü süreç ancak çelişmeleri ve dinamikleriyle kavranabildikten sonra ne yapılması gerektiği konusunda etkili/bütünlüklü adımlar atılabilir.

Karşımızdaki hedef zaten giderek karmaşıklaşıyor. Bu nedenle, önce ne olup bittiği görünür kılınmalı daha sonra o görünen resim üzerinden hangi araç ve yöntemlerle ne yapmak gerektiği belirlenmelidir. Bu yapılamadığı takdirde, her biri anlamlı olsa da direniş eğilimi içindeki kesimler atomize olacak veya kendi alanında hapsedilmiş şekilde kalacaklardır.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

Başa dön tuşu