Genel

NEO-LİBERAL AŞK İLİŞKİSİ: “SEVİŞME, SAVAŞ!” (2. BÖLÜM)

Mahir Konuk / 23.08.2022

  1. Romancı” bakışlı A. Altan

Bu bölümde bir tek romanı konu edeceğiz; “katil” yani “neo-liberal” bakışlarına mesafe almaya başlamış -niyeti üzerinden belki olmasa da en azından yazdıkları üzerinden- A. Altan’ın, kariyerinde bir dönüm noktası teşkil edebilecek romanını konu edineceğiz: “Hayat Hanım” (HH). Roman, konusu öğrenimine yeni başlamış ve değişen şartlar yüzünden hızla fakirleşerek tersine bir şekilde “sınıf atlayan” değil ama “sınıf düşen” bir gencin, yetişkin bir kadın ile (Hayat Hanım) “aşk ilişkisini” hikaye etmekte. Ama, romanın yazarı açısından konusu başka: Burjuva bir aileden gelen bir gencin, ve onun hikayesini romanında konu alan iliklerine kadar “neo-liberalizm bataklığına batmış yüksek rütbeli bir liberal faşistin kalemini kullanarak en azından metaforik bir şekilde “Hayata” yani “insan toplumuna” dönüşü…

Hayat Hanım, A. Altan’ın, hatırı sayılır ve sözüne güvenilir bir Fransız dostumuzun ısrarı üzerine, yazar hakkındaki görüşlerimizi sonlandırmaya başladığımız bir zamanda okuduğumuz, Kasım 2021’de yayınlanmış en son romanı. Eğer1, daha önce okuduklarımız ve düşündüklerimizle kalsaydık, sırf bu son romanını okumadığımızdan dolayı, romancı ve eserleri hakkında söylediklerimizin birebir sağlamamasını yapamamış olacaktık. O kadar ki, “Hayat hanım” sadece yazarı hakkında söylediklerimizi doğrulamakla kalmamakta, ama aynı zamanda, kırk yıllık bir romancının bütün kariyerini, en genel hatlarını iyice belirgin kılacak bir şekilde gözlemcinin mikroskobunun aynasında görünür kılmakta.

Evet: Romana adını veren ve romancının şimdiye kadar olan “40 yıllık kariyerini” yaşında kişileştirerek ete kemiğe büründüren “Hayat Hanım” aslında bizim kurgulanmış değil ama yaşanmış “maddi hayat” diyegeldiğimiz, ancak “sıradan” bir bireyin sahip olabileceği GERÇEK HAYATI temsil etmekte. Bu tespitin, romanın bütününe yayılmış bir şekilde kolaylıkla yapabilmesi mümkün olabileceği gibi, metnin içindeki bazı pasajlarda son derece açık-seçik bir anlatımla tam olarak belirtildiğine de şahit olmaktayız:

Ben (Hayat Hanım) hayatın gerçeklerini senin tahmin ettiğinden daha fazla biliyorum. Yoksulluğu, ölümü, kederi, çaresizliği biliyorum. Narin bir çiçeğin yapraklarına konan böceği yediği bir gezegende yaşadığımı biliyorum. İnsanların binlerce yıldır birbirine acı çektirdiğini, birbirinin hakkını gasp ettiğini, birbirini öldürdüğünü biliyorum. Ben hayatın gerçeklerini biliyorum. Ben de herkes gibi zehirli baldan yiyorum. Zehiri sessizce yutuyor, balın tadını çıkarıyorum…” (S. 121)

Hayat Hanım’ın bildik bir eskizini yaptığı bu “hayat”, kapitalist sistemin hizmetindeki bir “liberal faşistin” konumunu koruduğu müddetçe asla göremeyeceği, dahası üstünü “kurgusal” gerçeklerle örterek görülmesini engellediği, bu yüzden sadece en alttan bakınca görünen bir hayat. Hayat Hanım’ın metaforik bir şekilde ifade ettiği ve “mağduru” olduğunu ima ettiği “zehir” ise, yakından bakınca kolaylıkla seçileceği gibi, alttakilerin görüşünü kısıtlayan, tam da toplumun bireyleri için bir “çiçek balı” kıvamındaki gerçekliğine ulaşmasında engel teşkil eden bu “kurgusal gerçeklik”.

Anlaşılmış olacaktır: Yazarımız A. Altan, “Hayat Hanım” romanıyla hayata, herkesin herkesle paylaştığı “gerçek hayata” bir dönüş -veya başlangıç- provası yapmaktadır. Bu dönüş, bir “tetikçi” konumundayken metanet getirip “Aziz” mertebesine erişmek kadar çarpıcı bir değişikliği ifade etmektedir. Yakın geçmişte birçokları için “şeylerin doğasına aykırı” imiş görünen bu “değişim”, toplumsal ve siyasi düzeye taşındığında kendisini, yarım asırdır süren kapitalizmin ölümcül krizinin topyekun çöküşe evirilmiş olduğunun göstergesi olarak ifade etmektedir. Sonuçta, insanlığın kaderini beş asırdan fazla bir süreden beri elinde tutan tarihsel ölçekteki bir sistem, kapitalizm, çökmekte; batan gemiyi terk etmeye başlayan fareler de bu batışı müjdelemektedir.

Romancının kendi yaşam çizgisi açısından, kendi kariyerinde de belli tarihsel ve toplumsal şartlarda -“hapis hayatı” yaşatacak kadar- önemli kopmaların yaşandığı bir tarihsel dönemin dayattığı şartların da romanıdır, “Hayat Hanım”… Bu tarihsel çöküş, bireylerin hayatında da varoluşsal değişikliklere yol açacak kadar önemli bir etki yaratmaktadır. Ancak, romanda kahramanların söz ve eylemlerinden yansıtıldığı kadar, bu değişiklik, nesnel olarak kapitalist sistemin insan toplumuna dayattığı sınıfsal hiyerarşide aşağı doğru bir hareketlilik yansıtmış olsa da, kelimenin gerçek anlamıyla “burjuvalıktan azat olma” düzeyinde değildir. Bundan öncekilere yaptığımız eleştiriyi Hayat Hanım adlı romanına da uygulayarak, A. Altan’ın bireye, insan toplumuna, aşk mevhumuna ve aşk ilişkisine bakışındaki “radikal” olarak adlandırabileceğimiz değişimleri konu edineceğiz.

Tarihsel “çöküş” ve A. Altan:

Aslına bakılırsa, neo-liberal nitelikli bir siyasi iktidarda, özellikle de “medya dünyası” denilen “kara delik” ve dezenformasyon mahfelinde çok önemli sayılabilecek bir konumda bulunan A. Altan’ın bir siyasi tutuklu olarak “çöküş” olayından etkilenmesi, bir “yan etki” şeklinde gelişti. Nasıl olduysa oldu, bir zamanlar “Taraf”2 olduğu liberal faşist klik, bir diğeriyle içine düştüğü çıkar ve iktidar savaşını “traji-komik” bir şekilde kaybetmiş oldu ve yazarımız, ne yazıktır ki bu sefer “kaybeden” tarafta görünüyordu. Bu “sınıfsal iç savaş” görünümündeki yenilgi, yazarımızı vaktiyle kendisinin diğer kaybeden muhaliflere yaptığı kadar olmasa da bir benzerini tatmasına neden oldu. Kendisi, bu dönemdeki baskılarının hedefinde birisi olarak yaşadıklarını, romanın erkek kahramanı ve onun “Hayat Hanım” dışında kurduğu bir ilişki sonucu “sevgilisi” olan “Sıla”nın ailesinin yaşadıkları üzerinden şöyle hikaye etmekte:

İnsanların hayatları bir gecede değişiyordu. Her şey öylesine çürümüştü ki hiç kimsenin hayatı kendi köklerine tutunamıyordu. Herkes lunaparktaki hedefler gibi bir vuruşla devrilip kaybolma ihtimaliyle yaşıyordu. … / …

Asla değişmeyeceğini sandığımız bir hayat dehşet verici bir kolaylıkla parçalanmıştı. Tanımadığımız bir boşluğun içine düşüyorduk, ama nereye düştüğümü bilmiyordum.” (S. 7)

Bizim senelerdir sebep ve sonuçlarıyla açıkladığımız insanlık tarihinde yeni bir zaman-mekan yapılanmasını da beraberinde getirmekte olan alt-üst olma olayı, “yaratılmış” ve baştan sona iktidarın kontrolü altında geçen bir “darbe komedisinin” bireyler üzerindeki etkileri doğrusu ancak bu kadar açıkça ifade edilebilirdi. Bu anlatım açıklığında, yazarımızın aynı zamanda geçmişte yaptıkları açısından fail, ama başına gelenler açısından da mağdur olarak yakın gözlem yapabilmesinin hiç şüphesiz belli bir etkisi bulunmaktadır. Bunun yanında, “darbe komedisi” mağdurları olarak A. Altan ve benzerlerinin başına gelenlerin, 40-50 yıldır uzayıp giden sürekli bir “kan kaybından” mustarip geçmişin sınıf işbirlikçisi “orta sınıfın” bireylerinin de başına gelmiş olduğunu akılda tutmamız lazım gelecektir. Onların “çöküşü”, toplumun ve toplumsal sınıfların kapitalist sistemde ve belli tarihi koşullarda gerçekleşen yeniden yapılanmasının, dünyanın birçok ülkesinde rastlanan somut bir diğer röprodüksiyonu olmaktadır. Toplumsal hafızanın bu gibi sınıfsal çöküş mağdurlarının hikayeleriyle dolu olduğunu da akıldan çıkarmamak gerekmektedir.

Dolayısıyla, A. Altan gibilerinin bir zamanlar “siyasi bir silah” olarak kullandıkları “mağduriyet” olayının etkilerini “kurgusal gerçeklik” ürünü darbe komedisi ile sınırlı tutmak kesinlikle hem anlamsız ve hem de ortalıkta “muzaffer savaşçı” olarak dolaşaraktan aslında kendi sırasını bekleyen kesimin gerçek gücünü fazlasıyla abartmak olurdu. Nitekim yazarımız da, sınıfsal düşüş sendromuna kapılmış olan erkek kahramanına söylettiklerine bakılırsa olayın, 2016 darbe komedisinin sınırlarını aşarak “sınıf gerçeği” ile kucaklaştığının bilincinde olduğunu ortaya koymaktadır:

Yoksulları küçümsüyorduk, ama küçümsenen yoksullardan olmayı içimize sindirmeye de hazır değildik” (S. 103)

Aşağıdan yukarıya doğru “düşey” düzlemde gerçekleşen toplumsal hareketlilikte, yoksul tabakadan gelenler, yoksulluklarının nedeni olan çeşitli ekonomik ve siyasi varyantlarıyla “burjuva sınıfı” dediğimiz sınıfa entegre olabilmek için yana-tutuşa bir mücadeleye giriştikleri için, hem “yukarıdakiler” ve hem de sınıf değiştirerek kendilerine “ihanet edildiği” kanısında olan “alttakiler” tarafından kınana gelmişlerdir. Bu burjuva namzetleri, en üsttekiler için sonradan görme “kibarlık budalaları”, en alttakiler içinse tıpkı “Hızır Paşa” gibi hain sürüsüdür. Alıntıda anlatılan, geçmişi ne olursa olsun, Pierre Bourdieu’nün bilinen tabiri ile burjuva “habitus”u (toplumsal ve kültürel varoluş biçimi) ile donatılmış bir bireyin sadece maddi gereksinimler nedeniyle de olsa entegre olmak zorunda kalması, bireysel içselliklerin gerçekliğiyle yeni toplumsal dışsallığın gerçekliğini, uzlaşmaz sınıf çelişkilerini gündeme getirecek kadar karşı karşıya getirmektedir. Gerçek tarihsel ve toplumsal kopuş da, bu kopuşa direniş gösterme de, işte tam da “toplumsal dışsallığın” dayattığı hayatın maddi gerçekliğinin, geçmişten gelen sınıf farkı sonucu “bireysel içsellikle” varoluşsal bir çelişki haline girmesiyle oluşturmaktadır. Hayat çizgileri boyunca, ister yukarıdan aşağıya doğru, isterse de aşağıdan yukarıya doğru gerçekleşen toplumsal hareketliliğin öznesi olan bireyler bu tür varoluşsal çelişkileri yaşamaktadırlar.

Gerçeği bir kere gördün mü bir daha ondan kurtulamıyorsun, onun için insanlar gerçekleri görmek istemiyorlar zaten.” (S. 145)

Anlaşılabileceği üzere bu alıntıda bahsi geçen “gerçek”, toplumsal alt üst oluşta ve yeniden yapılanmadan önce bireylerin algı ve ilgi alanları dışına attıkları “sınıfsal tabiatlı” gerçek olmaktadır.

O Halde, üniversiteye yeni başlamış bir genç olan “erkek” kahramanın, üstten alta doğru gerçekleşen hareketlilikle tarihsel şartların kendisine dayattığı yeni toplumsal gerçekliğini keşfedip, sevgilisi “Hayat Hanım”ın da elinden tutmasıyla yeni toplumsal dışsallığına adım adım nasıl yaklaştığını ve nasıl bu “maddi hayat” gerçekliğinin öznelerinden birisi olduğunu izlemeye başlayalım.

Toplumsal dışsallıktaki hesaplaşma:

Anlatacaklarımızın tam olarak anlaşılması için öncelikle şu tespiti yapmamız gerekmektedir: “Hayat Hanım” romanını kaleme alıncaya kadar geçen kırk yıllık kariyeri boyunca romancımızın bizzat kendisi de, toplumun en alttakilerinin sınıfsal tabiatlı toplumsal gerçekliğini konu alan, doğrudan bu sınıfsal gerçekliğin kahramanlarının hayatını yansıtan olumlu sayılabilecek tek satır bile kaleme almamıştır. Bu demektir ki yazarımız, kendi yarattığı burjuva kurgusallığının arkasına gizleyerek görünmez kıldığı en sınıfsal gerçekliği, altını daha önce çizdiğimiz siyasi nedenlerden dolayı hapishaneye girmesiyle birlikte kendisine dayatılan gerçek hayata dair bu gerçekliği keşfetmiş veya daha önce de kendisinin bilgi dahilinde olan bu gerçekliğe yeniden dönmek zorunda kalmıştır3. A. Altan’ın paranın istiflenmesi üzerine yükselen burjuvazi ile kurduğu karın bağı kesilerek, emeğin ve emekçinin üzerinde yükselen gerçek bir “insan toplumuna” savrulması; bireyin “askerlik görevi”, “eğitim-öğrenim” gibi nedenlerle kendi köyü ve mahallesinden koparılan gençlerin “genel toplum” alanında “ikinci toplumsallaşma”4 dediğimiz sürece katılmasında yaşanan değişimlere benzer yenileşmeyi de gündeme getirmektedir.

Mutlu ailelerde insan hayat hakkında çok fazla şey öğrenemiyor, bunu şimdi anlıyorum. Mutsuzluk öğretiyor insana hayatı.” (S. 27)

Romanın genç kahramanının “mutsuzluk” dediği şey, kıt kanaat yaşayan veya içinde var olmaya çabaladığı toplumun yükünü bütün ağırlığıyla üzerinde hisseden bireylerin günlük hayatlarında burjuvalara özenirken duyduğu “mutsuzluk” olmaktadır. “Hayat Hanım” gibi kıblesi burjuva olmayan emekçi halk kitlelerinden gelen insanlar için “mutluluk” denilen şey, para ile ölçülen veya alınıp satılan bir şey değil, ama bir insan bireyinin kendi içselliği ile toplumsal dışsallığı arasında kurulan ve “insanlaşma” dediğimiz antropolojik sürecin kesiştiği, hem geçmişi ve hem de geleceği kucaklayan bir an olaktadır:

Sanki Tanrı bütün evreni Hayat Hanımı eğlendirmek için yaratmıştı, o da bu eğlencenin hakkını veriyordu.” (S. 20)

Yoksullaştırılarak kendi sınıfının yani burjuvazinin dışına atılan ve böylece ikinci bir toplumsallaşmaya maruz kalan genç roman kahramanımız, roman boyunca her gün insana ve insan toplumuna dair olan ama kendi sınıfında şahit olmadığı şeyleri keşfetmeye devam etmektedir. Yoksullaşan ailesini terk edip yüksek öğrenim için geldiği İstanbul’da sığındığı “ucuz oda kiralayan” eski bir han, onun için başlı başına topluma dair birçok şeyi keşfettiği toplumsal bir laboratuvar işlevi görmektedir. Bu hanın sakinlerinin çoğunluğunu, kendisi gibi keskin toplumsal kopmalar yaşamakta olan veya yerleşik düzenle siyasi açmazları olan kimseler olmaktadır. Kahramanımız, dışarıdan bakınca çok heterojen bir yapıya sahipmiş gibi görünen bir “toplumsallaşma alanında”, toplumsal hiyerarşileri ayaklar altına alan “doğrudan demokrasi” tipinde bir işleyişin ürünü olarak “bireysel özgürlüklerin”, insan olmanın verdiği bir refleksle kendiliğinden “dayanışmaya” nasıl dönüştüğünü keşfetmiş bulunmaktadır:

Ortada bir yönetici gözükmüyordu ama binada herkes kendini güvende hissediyordu. Bu binada yaşayanların bir kısmının, dışarıda karanlık işlere bulaştıklarını herkes seziyordu ama o karanlık binanın içine sızmıyordu.” (S. 10)

Yaptığımız alıntıda iki toplum tipiyle karşı karşıya bulunmaktayız: 1) Durkheimci anlamda “dayanışmaya” dayanan, sınırlı maddi imkanlarla belirlenmiş olmasına karşın karşılıklı olarak yardımlaşmanın yönetme ve yönetilmeyi gereksiz kıldığı ve kendi hayatlarının sürekliliğini sağlarken insan hayatının devamını da sağlamak için çırpınıp duran “özgür” veya “özgürleştirilmiş” bireylerden oluşan yerel-komünal toplum; 2) “Her türlü kirli işlerin döndüğü”, adalet ve “yardımlaşma” duygusunu barındırmadığı gibi bu eksikliklerin insanda bıraktığı “anomik” (Durkheim) boşluğu baskı ve şiddet uygulayarak doldurduğunu iddia eden “muktedirlerin” baskı aracının bütün insan ilişkilerini belirlediği bir mekanizma ile yönlendirilen ve “ezen ve ezilen” veya “sömüren ve sömürülen” gibi çelişkiler içeren kategorilerde belli bir “sınıfsal düzene” uymaya zorlanan bireylerin oluşturduğu “global toplum”. Ezen ve sömürenlerin sınıfından çıkarılarak ezilen ve sömürülenlerin sınıfına katılmaya zorlanan genç kahramanımızın, çok kısa zamanda edindiği hayata dair deneylerden çıkarak, “bekar odaları” barındıran bu hanın ayırıcı özelliğini bir çırpıda ve hatta hanın sakinlerinin bile çoğunlukla farkına varmamasına karşın görebilmesine şaşırmamak gerekmektedir.

Romanda, genç kahramanımızın, sakinlerinden birisi olduğu hanın toplumsallaşma biçimi matris teşkil edecek bir şekilde, burjuvazinin değer ölçülerinin dışında yeniden toplumsallaşma süreci, çeşitli bağlamlarda etkileyici bir şekilde hikaye edilmektedir. Örneğin, aktarılan sahnelerin birinde, genç kahramanımızın ekonomik bir değer ölçüsü olan “para”nın doğal bir üyesi olduğu burjuvazi ile aynı “toplumsal değere” sahip olmadığını keşfetmesidir. Anlatılan bir hikayede kahramanımız, kendisi gibi yerleşik düzenin mağdurları arasına itilmiş olan bir “sahafın” kendisine karşı takındığı tavrında “paranın” verdiği mutluluğun gerçekte ona çok miktarda sahip olmaktan geçmediğini, onun sadece insanlar arasındaki ilişkileri kolaylaştırıcı olduğunda (veya toplumsallaşmaya aracı olduğunda) bir anlam kazandığını keşfetmesiyle sarsılmaktadır

Çok şaşırmıştım (bir sahafın kendisine bir resmi hediye olarak vermesi karşısında), çok utanmıştımçok sevinmiştim. Beni bu kadar sevindiren resim değildir, adamın altı hiç çizilmemiş, vurgulanmamış cömertliğiydi. Yüzündeki ifadeye yansımayan dostluğuydu.” (S. 29)

Genç adam, “yeniden toplumsallaşma” macerasında yoluna ilk çıkan kişi olan ve kendisinden gerçek bir “aşk ilişkisi” ile birlikte hayatın bütününe dair birçok şeyi öğrendiği “Hayat Hanım”dan, “para”nın insan varlığındaki yeri ile ilgili “burjuva çevrelerde” asla öğrenemeyeceği yeni şeyler de öğrenmektedir. Kendi toplumsal kökenini teşkil eden burjuvazi için “para”, bizzat kendisi toplumun ve toplumsallığın üstünde başlı başına bir değer olarak kabul gördüğünden sürekli temerküze uğratılmakta ve belli bir topluma katılır gibi o toplumun sadece belli (hakim) bir sınıfına katılmayı sağladığı için de “ilahi bir değer” gibi işlem görmektedir. Ancak, kendi sınıfı olan burjuvaziden kapı dışarı edilen genç kahramanımız, emekçi halk kitlelerinin arasına karışınca ve “Hayat Hanım” gibi onlardan birisine aşık olunca, kendi değerler sisteminin de alt-üst olduğuna şahit olacaktır. O, bu alanda ilk dersini yine “Hayat Hanım”’dan almaktadır:

Hayat yaşamaktan başka bir işe yaramaz. Cimri adamlar gibi her şeyi erteleyerek, hayatı biriktirmeye kalkmak budalalık olur. Birikmez çünkü… Sen harcamasan da o kendi kendini harcar, tükenir.” (S. 92)

Romanın bütünü okunup kavranılmaya çalışıldığında, burada savunulan hayatın güzelliklerinden zevk almaya çağrı, bireyin “tüketim toplumunun” çarkına kapılıp, emek karşılığında yaratılan zenginlikleri çarçur etmesine çağrıya karşı gelmemektedir. Söz konusu olan, mümkün ve gerekli olan zevklerin giderilmesi, ve hatta bunu gerçekleştirirken, zenginlik ölçüsü olarak kabul edilen “para”yı sürekli yığarak başkalarının da bu zevkleri tatmasına engel olmak değildir. Kahramanımızın en alttakilerin yaşam biçimlerine göre yeniden toplumsallaşması macerası, aradaki işleyiş ve davranış farklılığının da “sınıfsal” kökenlere bağlı olarak ele alınması gerektiğini ortaya koymaktadır:

Zenginler korkak oluyor, paraları arttıkça korkuları da artıyor. Ama insan bunu yoksullaştığında fark ediyor, zenginken bu korku insana doğal geliyor.” (S. 36)

Siyasi kimliğinden dolayı aynı zamanda “Ulus-Devlet” olarak da adlandıracağımız “global toplum” veya Weberci ifadelendirilmesiyle “cemiyet” alanında romanın kahramanlarınca belirgin bir şekilde gözlemlenen “sınıf mücadelesi” ve bu mücadeleye katılan sınıfların tecrübeleriyle oluşan “sınıf bilinci”, sadece kendi konumlarını korumak için kıyasıya bir var olma savaşına girişmiş olan burjuvalara özgü bir konu doğal olarak değildir. “En alttakileri” bir araya getiren bir mekan olan “han”ın sakinleri de yaşama biçimlerine, düşünme ve eyleme tarzlarına, bu “sınıflar savaşı” gerçeğini bulaştırmış bulunmaktadırlar. Yönetensiz-yönetilensiz bir toplum örneği teşkil eden insanlar, kendi toplumsallıklarını da işte bu sınıflar savaşı gerçeğine uygun olarak biçimlendirmektedirler. Böylesi bir toplumsal mekanın iç yapılanmasına biraz da zorunlu olarak entegre olmak durumunda kalan eski burjuva genç kahramanımız, bu sefer de bir ve aynı “sınıf savaşını” burjuva geçmişine göre “ düşman kampından” birisi olarak gözlemekte ve hatta eski düşmanlarının dostu olarak bu savaşa kıyısından köşesinden dahil olmaya başlamaktadır.

“(“Şair”, militan komünist) Tanıştıktan iki dakika sonra en hayati sorununuzu anlatıp yardım isteyebileceğiniz bir insan duygusu yaratıyordu, handakilerin ona gösterdiği o sevgi dolu saygıdan herkese bir şekilde yardım etmiş olduğunu da anlıyordum. Bende, sanki onun zihninin girinti çıkıntılarıyla, hayatın girinti çıkıntıları birbirine tam oturuyormuş gibi bir izlenim uyandırıyordu. Benim gibi değildi, hayatın gerçek bir parçasıydı, hayatla iç içeydi, her sorunun bir çözümü olduğunu biliyordu. Ona imreniyordum.” (S. 127)

Romanda kısaca “han” olarak adlandırılan toplumsallaşma mekanının yapılanmasında “kilit kişilik” konumundaki “Şair” lakaplı han sakini, siyasi içerikli bir derginin yazı işlerini üstlenmiş olan “sendikacı”, “siyasi militan” bir şahsiyettir. Dönemin zalimleri onun da peşine düşmüşlerdir. Kolluk güçleri tarafından handaki 4. Kattaki odasının balkonundan aşağı atlayarak intihara zorlanmadan önce, sorumlusu olduğu derginin redaksiyonu ile ilgili “düzeltme” işini, aynı zamanda “edebiyat bölümü” olan genç kahramanımıza bırakmış, o da hiç de alışık olmadığı bu riskli işi sonuna kadar sürdürmeye devam etmiş bulunmaktadır.

Şair’in öldürülmesi ile başlayan sürecin başında, kahramanımız, handaki toplumsallaşma sürecine dair kendisiyle şu hesaplaşmayı yapmaktadır:

Öfkeyi, korkuyu, intikam isteğini, kıskançlığı, şehveti, aldatmayı, özlemeyi öğrenmiştim. Kendimden daha yaşlı bir kadınla onun geçmişini öldürmeye çalışarak sevişiyor, kendi yaşımdaki bir kadınla başka bir ülkede, başka bir yaşam kurmayı düşünüyor, korkudan ellerim terleyerek daha önce hiç okumadığım türden yazılar okuyup düzeltiyor, bir şafak vakti ince gömleğiyle kendini boşluğa bırakan bir dostu, donuk bir kederle küçük bir kapıya bakan sessiz kadınları hatırlıyor, hiç bilmediğim bir nedenden dolayı hiç tanımadığım insanlara yardım etmek istiyordum. Bütün duygularım ruhumda derin izler bırakıyordu ama o izlerin nereye gittiği, benim nerede olduğum hakkında hiçbir fikrim bulunmuyordu. Nereye gittiğimi oraya vardığımda anlayacaktım.” (S. 162)

Bu uzunca alıntıda söylenenlerden, genç kahramanımızın “en alttakileri” barındıran handaki çok da uzun sayılamayacak bir yeniden toplumsallaşması sürecine bağlı olarak “bireysel içselliğinin de yeniden şekillendiğini tespit edebilmekteyiz. Böylece, kahramanımızın içinde yaşadığı “toplumsal dışsallıkla” kendi “bireysel içselliğinin” karşılıklı gerçekleştirdikleri yeni kimliksel denge sayesinde içinde yaşadığı tarihsel döneme ve kendisini ait hissettiği yeni toplumsal şartlara uygun bir yetişkin “davranış biçimi” oluşturmaya başladığını da söyleyebiliriz. Yine tespit etmekteyiz ki; aynı zamanda başkalarıyla da paylaştığı bir davranış biçimiyle de, kendi düşünce ve eylemlerinin uzunca sürecek bir yaşam çizgisinde –şartlar yeniden değişene kadar- biricik öznesi olacaktır.

Yaptığımız bu tespite bağlı olarak -ve kahramanımızın da yukarıdaki uzun alıntıda değindiği üzere- “bahsi geçen davranış biçiminde belirleyici olan “zaman” tanımlanması nasıl yapılmaktadır?” sorusu gündeme gelmektedir. Bu davranış biçimi zaman mevhumunun bilinen “üç halinden” (geçmiş-şimdi-gelecek) hangisine göre endekslenebilecektir? Romanda bu sorulara cevap teşkil edebilecek ifadelere de rastlamaktayız:

Geçmiş tehlikelidir… Değiştiremezsin, değiştiremeyince o insanın geçmişine düşman olursun, o geçmişi öldürmek istersin. Ama bir insanın geçmişini öldürebilmek için o insanı öldürmen gerekir. O insanın geçmişini yok etmek için onu öldüreceksin.” (S. 151)

Geçmişle geleceğin kanatları arasında ezilen, bir türlü gerektiği gibi hissedilip yaşanamayan ve zamanın özü olan “an”, onunla birlikteyken geçmişsiz ve geleceksiz bir özgürlüğe kavuşarak bütün hayatı kaplıyordu. Geçmişin anıları ve geleceğin endişeleri kayboluyordu, bütün hayat sonsuz bir “an”a dönüşüyordu. … / … Ona dokunmadığımda ise zamanın kanatları kapanıyor, geçmiş ve gelecek anı yeniden eziyor, beni sıkıştırıyordu.” (S. 58)

Çok yüzeysel bir bakışla bakıldığında, yani olayların cereyan ettiği toplumsal tarih kesiti ve dönemin dayattığı kısıtlayıcı maddi şartlar hesaba katılmadığında, romanın kadın kahramanının bu sözleri -erkek kahramanımızın da onayını alarak- bizi, zaman mevhumunun “şimdiki zamana” indirgendiği gibi sonuca götürebilecektir. Gerçekte ise durum çok daha başka seyretmektedir. Şöyle ki, gerek yoğun ve travmatik tabiatlı bir geçmişi olan “Hayat Hanım” gibi bir kadının ve gerekse ömrünün en az ilk yirmi yılı burjuvazi içinde yoğrulduktan sonra yoksul halk kitlelerinin içine adeta “sürgüne yollanmış” olan genç kahramanımız için, gerçekte “geçmişi tanımamak” diye bir şeyin düşünülemeyeceği açıkça ortada durmaktadır. Yine aynı şekilde, “gelecek” dediğimiz akıp giden ve var olan her şeyi de heybesinde sürükleyen zaman bileşenlerinden vazgeçmek de mümkün görünmemektedir; o kadarki diğerleri için “şimdiki zaman” dediğimizin kendisi en azından nesnel olarak geleceğin kendisi olarak adlandırılabilecektir.

Bunun yanında, kadın ve erkek, her iki kahramanımız için de genel olarak zaman mevhumu söz konusu olduğunda, geçmişe ve geleceğe değil de “şimdi”de yani “an”da yoğunlaşmak, aslında hayatın maddi gerçekliği üzerinde yoğunlaşmaktan başka bir şey olmayacaktır.5 Dayatılan ve tarihsel değişimin ürünü olan “hayatın maddi gerçekliği üzerinde yoğunlaşmak”, benzer durumlarda düşünülebilecek olanın aksine, bir taraftan bireyi kendi hayat şartlarının bilincine varmasına vesile olarak özgürleştirirken, diğer taraftan onların kendi hayatlarının özneleri olarak kendi geleceklerini kendi elleriyle kolektif olarak yaratmanın da şartlarını hazırlamış olacaktır.

Sonuç olarak, yeniden toplumsallaşma sürecindeki genç roman kahramanımızın, yetişkinlerin dünyasına yani “global toplum” (veya “cemiyet”) alanına “özgür” ve “otonom” bir birey olarak giriş yaptığını tespit etmekteyiz. Bu alandaki davranış biçimini belirleyen kimliksel denge, “en alttakilerin” yani sermayenin iktidarı altında ezilen ve sömürülen emekçi halk kitlelerinin dünyası olmaktadır. A. Altan gibi bütün kariyerini sermayenin emrinde “halk düşmanı” liberal faşist olarak geçirmiş ve bir önceki bölümde gözlemlediğimiz gibi kendisini yarattığı kahramanlarıyla özdeşleştiren bir romancı için bu durum daha önce düşünülemeyecek bir konuydu. “Aşırı bireyleşmeci” A. Altan’ın, Hayat Hanım romanında “bireyleşme” ve “bireysel içsellik” konusunda kahramanlarına söylettikleri, bu tespitimizi daha da güçlendirmektedir.

Bireyci” bireysellikten, “özne” bireye

Peş peşe iki romanını (ve ) tanıttığımız A. Altan’da bir romanından (“Tehlikeli Masallar”) diğerine (“Hayat Hanım”) geçerken gözlemlediğimiz “metamorfozik” tipteki varoluşsal değişikliğin, öncelikle “toplumsal dışsallığa” bakış veya “toplumsallaşma” alanında belirgin bir şekilde kendisini ortaya koyduğunu tespit etmiş bulunuyoruz. Yazarın, yeniden oluşturmaya başladığı içselliği ile dışsallık arasındaki yeni tipteki kimliksel yapılanmasına bağlı olarak, benzer bir değişikliğin kendisini paralel bir biçimde bireysel içsellik alanında da ortaya koyduğuna da şahit olmaktayız.

“Bireysel içsellik” alanındaki değişiklikler kendisini toplumsal dışsallığa bakıştaki değişiklikler ile birbirlerini tamamlar bir biçimde iki ayrı alanda ifade etmektedir: 1) Kapitalist sistemin toptan çöküşe geçmesiyle birlikte toplumsal dışsallıkta son 40 yıldır giderek oluşan “kara delik” olayının, “Tehlikeli Masallar”’da açıklıkla ifade edildiği gibi paralel bir biçimde “bireysel içselliğe” hicret etmesi olayı; 2) A. Altan’ın romanlarında, ilk ve şimdilik son defa “Hayat Hanım”da, elle tutulur bir şekilde kendisini ortaya döktüğü gibi, neo-liberal ideoloji ve siyasetin en belirgin özelliği olan “aşırı bireyleşme” olayının (ki, gerçekte içsellikte ve dışsallıktaki kara delikleri yaratan da bu tür bir aşırılıktır) ancak aynı dozda bir “aşırı toplumsallaşmayla” giderilerek yeni bir kimliksel dengenin oluşturulması olayı.

Bireysel içselliklerde neo-liberal toptan çöküş döneminde oluşan “kara delik” sendromu romanda, her konuda bir fikri olan “otodidakt” bir birey profili çizen “Hayat Hanım” tarafından, astrofizik alanından antropolojik alana aktarılarak açıklanmaya çalışılmaktadır:

“ (Hayat Hanım) İnsanlarda da böyle karadelik olabileceğini düşünüyorum bazan… hepimiz bir gün kendi karadeliklerimizde kayboluyoruz” (S. 184)

“ (Hayat Hanım) –Evrende- Hiçbir atom hiçbir atoma değmiyor…” (S. 173)

“Hayat Hanım”ın, “hayatın çemberinden geçmiş” yetişkin bir kadın olarak fizik biliminden ödünç aldığı bu iki kavram ile açıkladığı kendi bireyselliği, onun ilişkiler dünyasına konuşlanmış “Ötekiler” tarafından nasıl algılanabilecektir? Bu sorunun cevabını onun genç sevgilisi erkek kahramanımız yaptığı gözlemlere dayanarak şöyle ifade etmektedir:

Yalnızlık onun (Hayat Hanım) yuvası gibiydi. Güzel kanatlı bir kuş gibi rahatça yuvasına girip çıkabiliyor, bunu yaparken hiç zorlanmıyordu. Bu da daha önce benim kimsede görmediğim bir özellikti…” (S. 56)

Dışa vuran bir “yalnızlık” ifade eden var oluş biçimi veya genel davranış tarzı, Hayat Hanım’ın “Hiçbir atom hiçbir atoma değmiyor” derken ifade ettiği duruma karşı gelmektedir. Bu durumun ise, kendi düşünce ve davranışlarının doğrudan “öznesi” olan ve böylece kendi gibi olan bir diğerine hiçbir şekilde mutlak olarak indirgenemeyecek bir “özgül ağırlığa sahip” bir bireyi ve/veya bir bireysel içselliğe işaret ettiği açık görünmektedir. Zaten,” kendine özgü” olan bir birey, bu özelliğini, “bireysel içsellik” diye adlandırdığımız, tekil bir varlık olmak için “olmazsa olmaz” olan şeye sahip olmakla ortaya koyduğu gibi, bu içselliğe sahip olarak toplumsal dışsallıkta geliştirdiği davranış biçimi ile de ortaya koyacaktır.

Bunun yanında, genç aşığının yaptığı “yalnızlık” tanımlanması ile bizim ve kadın kahramanımızın yaptığı “kara delik” kavramı (veya olayı) örtüşmemektedir. Evet, “Yalnızlığın Özel Tarihi” adlı romandaki kadın kahraman “Nermin Hanım”ın ölümcül ve öldürücü bir kara deliğe dönüşmüş veya bir “kara delik” oluşturan yalnızlığı, “aşırı bireyleşmenin” sonucunda gerçekleşmiş olmakta birleşseler de, bir ve ayı tabiatlı yalnızlıklar değillerdir. Erkek kahramanımızın aktardığımız gözleminden dökülen “yalnızlık” kendi varoluş şartlarında aşırı bireyleşmiş olan “Hayat Hanım”ın kendi bireysel içselliği ile toplumsal dışsallığı arasında yine aşırı toplumsallaşarak” (romanda yapılan tasvirlerden çıkarsak!) kurduğu kimliksel bir DENGE olayının sonunda oluşan bir tür “davranış biçimi” farklılığı yalnızlığıdır. “Aşırı bireyleşmiş” bir burjuva olan erkek kahramanımızın da gayet açıklıkla ifade ettiği gibi bu tür bir “yalnızlık” bireyin iç barışıklığını sağlayan bir yalnızlık biçimi olduğu kadar, aynı zamanda “aşırı toplumsallık sahibi” olduğu oranda da çevresine mutluluk saçan bir yalnızlık olmaktadır.

Hayat Hanım’ınkinin tam tersine olarak, Nermin Hanım’ın yalnızlığı, hem kendisi ve hem de çevresi için tam ve sürekli artan bir ruhsal çöküntü (“Kara delik”) ve acı veren bir “mutsuzluk kaynağı olmaktadır. Romancının kurguladığı ve hikaye ettiği biçimiyle, Nermin Hanım da tıpkı Hayat Hanım gibi, dışsallığın dayattığı maddi hayat şartlarından dolayı, biri tam bir burjuva olarak ve diğeri ise tam bir “halk çocuğu” olarak yaşam çizgileri boyunca “aşırı biyeyleşmeye” zorlanmış bulunmaktadır. Ama Hayat Hanım gibi “kırklı yaşlarına” dayanmış olan Nermin Hanım, “aşırı bireyci” bir davranış biçimi sergileyerek kendi yalnızlığını kara deliğe dönüştürerek acı çekip acı vermeye devam ederken, Hayat Hanım ise, aynı zamanda “aşırı toplumsallaşarak” kurduğu kimliksel dengeyle “zevk alıp” çevresine de mutluluk dağıtmaktadır.

Burjuva bir içsel işlerliğe sahip “insan bireyi” olarak, “aşırı bireyleşme” olayını “üsttekilerin” davranış çizgisine de uygun olan biricik ve ideal olan bireyleşme olarak gören erkek kahramanımız, “alttakilerin” dünyasına giderek entegre olduğu oranda, bireyler arası ilişkide “öteki” konumunda olan kişilerle arasına sürekli mesafe koymakla belirlenen bu tür bir bireyleşmenin aynı zamanda sınıfsal tabiatlı olduğunu da keşfetmektedir.

Kibir, bize alınan ilk pahalı oyuncakla tenimizin altına kazınmıştı” (S. 103)

“Ötekilere” yani toplumsallığı mümkün kılan diğer bireyler arasındaki ilişkilere dayatılan bu “fazladan” (birey olmanın zorunlu kıldığının dışında) toplumsal ve dolayısıyla sınıfsal nitelikli mesafenin, bireysel içsellikteki yansıması olan “kibir” duygu ve davranışının, “aşırı bireyciliğin” sonucunda ortaya çıktığı ve “para” unsuru ile birlikte burjuva sınıfının insan toplumu üzerindeki hakimiyetinin ifadesi olduğu açıkça sergilenmektedir, bu kısa ifadede… Dışsal ve içselleştirilmiş bir olgu olarak “kara delik” olayının işleyişinin de bir parçası olan, bir bireyin diğer bir birey üzerindeki tahakküm hakkının bir göstergesi olan “kibir”, bu alıntıda aynı zamanda sınıfsal farklılaşmanın da hem nedeni ve hem de ürünü olarak tanımlanmaktadır.

Erkek kahramanımız, sınıf değiştirirken içselliğinde oluşan değişiklikleri romanda gerçekleştirdiği bir “iç hesaplaşmada” açıklıkla ortaya dökmektedir.

“… deri değiştiriyordum, eski kişiliğimden, duygularımdan sıyrılıp çıkıyordum. Ben gene bendim ama yeni bir derim, eskilerinden çok daha karmaşık yeni duygularım vardı. Eski duygularım içimde bir yerde ölü bir parça olarak duruyorlardı, oradaydılar ama ölüydüler. Benimle, bir zamanlar bana ait oldukları gerçeği dışında bir ilişkileri kalmamıştı.” (S. 161)

Alıntı, ilk aşamada sadece nesnel olarak da olsa “sınıf değiştirme” olayının, bireyin dışsal şartlara bağlı olarak algılanan ve genel olarak “gerçek” diye adlandırdığımız şeyle ilişkisini yeniden düzenlemesiyle kalmadığını, kendi içselliğinin de adım adım yeniden nasıl biçimlendiğini de ortaya koymaktadır. Bu varoluşsal değişiklikler, içsellikle dışsallık arasında kurulan “kimliksel dengeleri” de yeniden belirleyeceğinden “kişilik değişikliğini” de gündeme getirebilecektir.

Bütün ömrünü ve profesyonel yazarlık kariyerini “kapitalist sisteme” ve onun günümüzdeki siyasi varoluşunu belirleyen neo-liberalizme hizmette kendisi gibi olanlarla yarışarak geçirmiş olan romancımızın, bizim yaptığımız analizlerle örtüşen düşüncelere sahip olduğunu tabidir ki düşünmüyoruz. Bu konuda kendisinin bir karara varması ve “kamusal” bir şahsiyet olarak tartıştığımız konularda düşünce belirtme tasarrufu sadece kendisine ait olacaktır. Bizim bütün yaptığımız, kendi kurgusallığının ürünü olan roman kahramanlarının davranışlarının, topluma, bireye ve nihayetinde bütün insanlığa bakışta “kimliksel” ölçülerde derin değişikliğe uğramış olduğudur. Ancak, yukarıda da belirttiğimiz üzere A. Altan, bir romancı olarak kendisini kolaylıkla, saydığımız temel konularda yarattığı kahramanlarının davranışları üzerinden yansıtma eğilimindedir. Bu durum “Hayat Hanım” romanı için de geçerli midir? Yoksa bütün olan biten sadece düşünce aşamasına geçememiş ve gelecekte de geçmeyecek olan yüzeysel bir tepki midir? Bu konuda zaman karar verecektir…

Romanda çok genel anlamda da olsa, toplumsal dışsallıkta belirleyici olan, romancının ve kahramanının içinde bulunduğu durumu da açıklayan tarihsel şartların “sınıfsal yapılanmanın” sonucunda oluştuğunu belirten pasajlar bulunmaktadır:

Şair (Han’daki “toplumsallaştırıcı” devrimci, komünist militan) ciddileşmişti, “sınıfsal bilinçaltımız bugünkü dünya düzenini haklı çıkaramayınca, geçmişe, kaçışlara sığınıyor’ demişti. Emir ( Dönemin mağduru ve Han’a küçük bir kızıyla sığınmış olan sakinlerden) aynı sükunetle, “sen de sınıfsal bilinçaltınla bugünden geleceğe kaçmaya çalışıyorsun” diye cevap vermişti. “Neticede hepimiz bugünden kaçmaya uğraşıyoruz işte. Bazılarımız geriye bazılarımız ileriye, bugüne çare bulamıyoruz çünkü” (S. 87)

Alıntıda “bugünden kaçmak” ve bunun sonucunda da “geçmişe” veya “geleceğe” sığınmak olarak adlandırılan şeyin, kapitalist sistemin çöküşü ile birlikte oluşan “kara delikten” kaçma olayından ibaret olduğu anlaşılacaktır. Bu kaçma olayı bizim de onlarca (hatta yüzlerce) yaşanmış örneklerinden çıkardığımız biçimiyle zaman-mekanda iki yönde gerçekleşmektedir: Geçmiş ve gelecek. Yaşamakta olduğu hayatın karşısına çıkardığı güçlüklere adeta meydan okuyarak şimdiki zamanda ayakta durmaya çalışan Hayat Hanım’ın davranış biçimini kendisine örnek olarak alan genç kahramanımız, bu iki “kaçış” biçimini (ki, bunlara geçmişte kendisinin de “şimdiki zamana” kapaklandığından çıkarak, üçüncü bir kaçış biçimini de ekleyebiliriz) gerçek olandan kaçma olarak adlandırmaktadır. Gerçeği hesaba katmak, bütün ağırlığıyla “an”ı (şimdiki zamanı) hesaba katmakla gerçekleşebilecek bir şeydir. “Bireysel özgürlüğü” (otonominin ön koşulu) hesaba katanabilmenin, şimdiki zamandan giriş yapılan maddi gerçeği hesaba katmak ve onunla birlikte mücadeleye girişmek illa ki gerekecektir:

Boyun eğerek özgürleşmek ile meydan okuyarak özgürleşmek arasındaki farkı görüyoruz.” (S. 43) … / … “İnsanın kendine böyle sorular sorması için bir uçurumdan düşüp parçalanması mı gerekiyordu? İnsan özgürlüğün anlamını ancak parçalandığında mı anlıyordu? (S. 45)

Hayır, “İnsanın kendine böyle sorular sorması için” bireyin illaki “bir uçurumdan düşüp parçalanması”na gerekmemektedir. Ama bireyin, A. Altan’ın “Sudaki İz”de gerçekleştirdiği gibi modaya ve hakim düzene uymak yerine, kendi çağını ve içinde yaşadığı toplumdaki hakim düzeni karşısına alması, eleştiriye tabi tutması, en azından başlangıç için gerekli ve yeterli olabilecektir. Eğer “göze girmek” ve “köşeyi dönmek” için 12 Eylül faşist darbesiyle birlikte kan kaybetmeye başlayan devrimci ve komünistleri alaya alıp yerden yere vurmak yerine onları sadece anlamaya çalışması bile, bu gerçeği keşfetmek için 40 yıl beklemesi ve “kullanışlı ahmak solcu” olarak yerlerde sürünmesi veya hapislerde çürütülmesi gerekmeyebilirdi.

“Hayat Hanım” romanındaki “çöküş” dönemindeki bireysel içselliğin formasyonu ile ilgili olarak yaptığımız bu tespit, “aşk ilişkisi” ile ilgili yeni bir kavramı daha gündeme getirmektedir.

Nasıl bireyselleşirsen, öyle seversin:

“Hayat Hanım”!

İşte size, sadece “aşk”ın değil ama “hayatın” da kitabını yazmış bir kadın. Nasıl düşünüyorsa ve nasıl yaşıyorsa öyle sevişen ve aynı zamanda “sevişmenin hakkını veren” bir “aşk ilahı”. Sırtınızı dayayabileceğiniz bir “evinin kadını”. Arkanızı dayayıp beraber savaşacağınız güvenilir bir dost ve yoldaş. Anahtarınızı teslim edeceğiniz kadirşinas bir komşu. Her şeyden önemlisi kendinden yarım ömür genç olan sevdiği erkeğe, kendi yaşında bir genç kızla “rahat bir hayat” sürmesi olasılığını reddettirecek kadar çekici bir “dişi” ve karşılıksız sevebilecek kadar kendisine ve karşısındakine güvenen bir insan…

Toplumsal konumu başta olmak üzere, her şeyini kaybetmiş durumdaki bir üniversite talebesi genç olan erkek kahramanımıza, birçok şeyin yanında “aşk”ın, bir insan vücudunun “jenital” bölgesinde başlayıp partnerin jenital bölgesinde tükenen bir dürtü sendromu olmadığını; ama yine de her şeyden önce “cinsel nitelikli” olan bir ilişki olmuş olsa da, bu nitelikteki bir ilişkiyi “toplumsal ilişkiye” dönüştüren bir laboratuvar olduğunu öğretmiş bulunmaktadır:

Bir gecede onun etine tutkun olmuştum ama ona aşık değildim. Aslında tutkuyu da aşkı da daha önce yaşamamıştım, ikisini birbirinden ayıracak tecrübem yoktu. Buna rağmen ona aşık olmadığımı düşünüyor, “edebiyatı sevmeyen birine aşık olamam” diyordum. Iris Murdock’un, “aşk nedir” sorusuna “hiç tükenmeyecek birini bulmaktır” diye cevap verdiğini henüz bilmiyordum.” (S. 52)

Peki ne demektir, “hiç tükenmeyecek birini bulmak”? Tüketicisini çılgına çevirecek kadar “lezzeli” bir “ete” sahip olan bir metrese sahip olmak mıdır? Bölesi bir hipotez en azından kısa süreli bir “zevk almak” demek olan “orgazmın” tabiatına aykırıdır ve bizce zevk almaya aykırı olan “aşk’a da aykırıdır. Bu durumda “hiç tükenmeyecek biri” ancak ve ancak bir birey gibi “sınırlı” bir varlığın, yine “sınırlı” bir varlık olan başka bir bireyle sonsuza dek sürecekmiş duygusu uyandıran ilişkisi kurması olacaktır. Bu kendine özgü ilişki nihayetinde TOPLUMSAL tabiatlı bir ilişkidir. Sınırlı varlıklar olan bireylerin arasındaki başlangıçta “cinsiyetleri” üzerinden kurulan ilişki, aşk ilişkisine dönüşerek sınırları aştığında, bireye göre “aşkın” bir varlık olan toplumsal alanda sürecektir.

Hayat hanım, her ne kadar toplumsal alanda ve hatta evrene dair birçok deneyi ve bilgisi olmuş olsa da6, fazla okul görmediğinden kitabi bilgi ile beslenen birisi değildir. Genç sevgilisinin “edebiyatı sevmeyen birine aşık olamam” demesi bu olguyu ilişkinin geleceğinin, yani sadece “cinsi nitelikli” olan bir ilişkinim “aşk ilişkisine” dönüşerek “aşkın” yani toplumsal bir ilişki haline dönüşmesinin önünde engel olarak görmesinin göstergesidir. Ne “aşk” alanında ve ne de toplumsal hayatın diğer alanlarında ciddi hiçbir tecrübesi olmayan “genç aşığın” yetişkin sevgilisiyle olan ilişkisini sorgularken toplumsal alana dahil olan bir özelliğin (eğitim düzeyi) üzerinde durması, “aşk ilişkisi”nin aynı zamanda toplumsal bir ilişki türü olduğunun bilincine varmaya başladığını da göstermektedir.

Bunun yanında, “aşk ilişkisi” sadece toplumsal bir ilişki türü olarak –daha önce de birkaç kez altını çizdiğimiz gibi- kalmamakta, ama “toplumsal ilişki” olarak da hem devrimci ve hem de komünisttir de. Bu demektir ki, “aşk ilişkisinin toplumsal nitelikte olmuş olması, onun yerleşik ilişki normları ile örtüşen normatif ve kurumsal nitelikte olmuş olduğu değildir. Genellikle nikah salonunda başlayıp ve mahkemede biten bu ilişki biçimi yeni hiçbir toplumsallık yaratmaz, ama yerleşik toplumsal düzene itaati simgeler. Aşk ilişkisi ise, yerleşik düzeni sorgulamadığı taktirde devrimci ve kurumlar üstü yeni toplumsallık biçimleri öngördüğünden komünist olduğundan, tutkulu bir cinsel tabiatlı ilişkinin bütün aşkınlık kabiliyetini de toplumsal alana taşıyacaktır. Nitekim romanın sonunda, Hayat Hanım’ın kendisiyle sevişerek “aşk”ı ilişkiye çevirdiği ve elinden tutarak toplumsallaştırdığı genç kahramanımız, romanın sonunda yerleşik “toplumsal normlara” uygun olarak kendi yaşında ve kendi toplumsal sınıfından olan “Sıla”yı terk ederken, orta yaşlı sevgilisiyle olan ilişkisi ilgili şu itiraflarda bulunmaktadır:

Onun (Hayat Hanım) hayatım boyunca rastladığım en olağanüstü, en etkileyici insan olduğu gerçeğiyle barıştım. Ona hayran olurken, ona bağlanırken bir yandan da ondan, yarattığı duygulardan korkup kaçmaya, onu küçümsemeye çalışmanın anlamsızlığını gördüm” (S. 184)

İşte tam da böyle: “Bir gecede” bağımlılık yaratacak kadar yoğun ve doyumlu bir sevişmenin (“zevk alma”) uzun erimli bir “cinsel arzuya” dönüşmesi; bu engel tanımaz cinsel arzunun “Öteki’nin arzusuna (le desir de l’Autre) dönüşerek iki arzulayan vücudunun birleşmesinin önünde engel teşkil eden “sınıf farklılaşması” kadar aşılmaz görünen toplumsal engelleri teker teker yıkarak “aşk’ın kalesini” fethetmesi… Zevkin ve arzunun özgürleştirdiği iki öznenin, başlangıçta sadece “cinsel” nitelikteki ilişkiyi aynı zamanda toplumsal bir ilişki de olan dört başı mamur bir “AŞK İLİŞKİSİNE” dönüştürmesi… İşte size peş peşe aktardığımız iki alıntıda “aşk ilişkisi” tanımına götüren süreçlerin birbirlerine bağlanarak dizilimi!

.A. Altan’ın, “Hayat Hanım” romanı ile kariyerinin kilometre taşlarını teşkil edebilecek nitelikteki diğer romanlarına dayanarak geliştirdiğimiz bütün tezlerin, toplumsallık ve bireysellik konularından sonra “aşk ilişkisi” alanında da, bir sağlamasını yaptığı açık bir olgu olarak ortada durmaktadır. Şöyle ki, “Aldatmak” adlı romanının kahramanından “perversiyon” dersleri aldıktan sonra, “Yalnızlığın Özel Tarihi”nde “Nermin Hanım” ile, toplumsallığını kaybederken içi de boşaltılmış bedenlerin nasıl “sado-mazoşit” bir yöne savrulduğunu ve son olarak da “Tehlikeli masallar”da işi “Öteki”nin imhasının bir biçimine dönüştüğüne şahit olmuştuk. “Hayat Hanım” ile birlikte ise dört başı mamur bir aşk ilişkisinin, bizim yaptığımız tanıma uygun olarak, öznelerin kendilerini neo-liberal ideolojinin bütün insanlığa mal etmeye çalıştığı “aşırı bireycilik” saplantısından kurtararak toplumsallaşma sürecine yeniden angaje olmasıyla kurulabileceğini öğrenmekteyiz. Yazarımız, bu romanıyla Türkiye burjuvazisinde neo-liberal dönemdeki insan ilişkilerini de örnekleyen 40 yıllık yazarlık kariyerinden sonra, bu kapkaranlık geçmişi aydınlatacak nitelikte bir de dev aynası gibi heybetli bir yapıt da vücuda getirilmiş bulunmaktadır: “Le boucle est bouclé” (halka tamamlandı) mı? Yoksa bütün olan biten, hapse düşerek “köşeye sıkışmış” bir yazarın “denize düşen yılana sarılır” misali ortalığa, kendi içindeki “anti-komünizm” yılanını korumaya yönelik basit bir deri değiştirme sayılabilecek ve muhalefetin hoşuna gidecek türden “edebi safsatalar saçmak” mı? Yaşadığımız onca deneyden sonra her iki olasılığa da açık olduğumuzu belirtmemiz gerekmektedir…

Bunun yanında, romanın doğrudan “aşk ilişkisini” gündeme getiren bölümlerde, yazarımızın gerçekleştirdiği tanımlamaların geçmişteki anlayışını yüzeysel değil ama derinliğine bir biçimde aşmaya çalıştığını gözlemlediğimizi teslim etmemiz gerekmektedir. Örneğin “aşk ilişkisinin” özgün bir toplumsal ilişki biçimi olarak nasıl belirginleştiğine dair ileri sürülen şu önerme ne demek istediğimizi aydınlatır niteliktedir:

Dostluk, her şeyden önce kesin güven duymaktır, onu aşktan ayıran budur” (S. 145)

Anlaşıldığına göre, “dostluk” kavramından yazarımızın anladığı, bu kavramın öngördüğü ilişkinin daha çok “nesnel” karakterde olmuş olduğudur; bu yüzden de daha çok “öznel” karakterde olan aşk ilişkisinden farklılaşmaktadır. Her ne kadar iki ilişki biçiminin aynı düzlemde düşünülebilecek toplumsal ilişki biçimi olduğundan bahsetmiş olsa ve buna rağmen üzerinde kuruldukları süreçler anlamında birbirlerinden bir o kadar ayrıldıkları doğru bir biçimde vurgulanmış olsa da, bize gçre yapılan tanımlamalar bu haliyle eksik kalmaktadır. Tam olarak ifade edildiğinde söyle diyebileceğiz: Dostluk; içine insan vücudunun cinsel zevk ve arzulama nesnesi olarak dahil olmadığı bir aşk ilişkisidir. Doğaldır ki, bu iki ilişkinin karşılıklı olarak birbirlerine dönüşemeyeceği demek değildir. Aşk ilişkisinin, dostluk ilişkisine göre daha “karmaşık” bir hal alabilmesinin nedeni budur. Oysaki bir cinsi arzulama ve zevk alma öznesi olarak insan vücudu, çok yoğun toplumsal bir ilişki olarak nitelenebilecek olan iki ilişkiyi birden aydınlatıcı bir niteliğe sahiptir.

Aşk ilişkisine bu sefer de doğrudan “toplumsal ilişki” olduğu açısından bakmaya sevk eden bir başka alıntı daha:

Aşk tesadüfleri sever/Kader ayrılıkları/Yıllar geçmeyi sever/İnsan aramayı.” (S. 55)

Aşk’a ve toplumsallaşmaya dair olan bu inci taneleri kadar yoğun ve güzel mısralar, bir şarkının mısraları olarak “Hayat Hanım”ın ağzına kondurulmuş bulunmakta, romancımız tarafından. Doğrusu, kadın kahramanımızın ağzında pek de yaraşmış kırmızı bir karanfil gibi durmakta ve mükemmel bir toplumsallık ve aşk ilişkisi tanımı sunmakta…

Aşk tesadüfleri sever” demek, sevgide sınır tanımayan ve var olan sınırları ilga eden bir ilişki türünü gündeme getirmekte. Biz, “aşk devrimcidir” derken, işte tam da aşk ilişkisinin bir taraftan var olan yapısal düzeni havaya uçuracak kabiliyette bir ilişki türü olduğunu ifade etmekteyiz.

Bu durumda “Kader ayrılıkları sever” demek; var olan ve bireyin davranış ve seçimlerinin sınırlarını çizen yerleşik yapılanmanın, ancak konvansiyonel ve kurumsal birleşmelere izin verdiği ve “aşk ilişkisini” illegal bir ilişki olarak gördüğü demektir. Biz, “aşk komünisttir” derken, bireysel özgürlüklerden itibaren yeniden bir ilişki ve ilişki yapılanması kurma kabiliyetindeki bir toplumsallaşmayı anlamak ve anlatmaktayız. Aşk’ı topluma da, evrendeki insan varlığına da yakınlaştıran işte bu özelliği olmaktadır.

Yıllar geçmeyi sever” demek, “aşk”ın bir ilişki biçimi olarak vücutta başlayıp, yine vücutta biten “tek atımlık” bir ilişki olmadığı, ama sürekli bir arayış içinde olan bireyin ilişkisini böylece zamana yaymış olduğu demektir. Böylesi tabiatlı bir ilişki, evrenin ve insanın varlık koşullarına da en uygun bir ilişki biçimi olmaktadır: “Doğa sürekli bir çiftleşme halindeydi, bitmeyen muhteşem bir çiftleşme…” S. 141)

Bütün kariyeri boyunca, cinsiyet temelinde başlayan ve sıradan ve anlık zevkle başlayıp biten, “ötekini” tüketmekle yetinip toplumsal bir ilişkiye dönüşemeyen bir ilişkiyi “aşk ilişkisinin” olarak görüp gösteren A. Altan gibi bir yazarda tespit ettiğimiz hızlı kavrayış ve anlatım değişimini anlamak, onun temsil ettiği ideolojiyi ve o ideolojinin harmanlandığı tarihsel dönemi anlamak için gereklidir. İşte size bu değişikliğe amblem teşkil edebilecek nitelikte “aşk ilişkisi” üzerine söylenen sözlerden son bir örnek daha:

“ ‘Ben Hayat Hanım’a sahip olmak istemiyorum’ diye düşündüm, ‘Ben onun yanında olmak istiyorum’. … / … Onun nesine sahip olmak istiyordum? Bedenine mi? Sanki bu soruya bir başkası cevap verdi, “evet” diyordu, “bedenine sahip olmak istiyorum”. Ya ruhuna? Bu soruya cevap vermek istemiyordum, bu soruyu kendime sormak da istemiyordum, ama soruyu aklımdan da çıkaramıyordum.” (S. 68)

Bir kadına (veya erkeğe) “SAHİP OLMAMAK”, ama var olduğu biçimiyle onunla birlikte OLMAK: İşte her türlü toplumsal ve insanca ilişkinin ön şartı! Ötekine sahip olmak, zaman ve mekanda -tıpkı doğada var olageldiği biçimiyle- önü açık olarak yani OLUŞ halinde var olabilen ilişkiyi sonlandırmak demek olabilirdi ancak. Bir insana hangi nedenle olursa olsun SAHİP OLMAK, neo-liberal normlara uygun olarak sahip olanı aşırı bireyleştirecektir, ancak bu durum sahip olunan için “yok olmak” anlamına gelecektir. “Katil yüzlü A. Altan”dan bahsederken eleştiriye tabi tuttuğumuz “Tehlikeli Masallar”da bu tür bir ilişkinin cinayete dönüşmesine şaşmamak gerekir: Ötekine SAHİP OLMAK onunla kurulmuş ve kurulacak olan her türlü ilişkiyi sonlandırmak demektir. SAHİP OLMAK üzere sevişmek, eğer partnerini mecazi olarak da olsa “yok etmek” değilse, en azından tüketmektir. Hem de her sevişme seansında azar azar ve her tadımlık zevkten sonra giderek daha da derin acılara boğarak tüketmek…

“Olmak” ile başlayan ilişki sadece “almak” ile sınırlı olmadığından, dolayısıyla “vermeyi” de ön gördüğünden, var olan ilişkiler düzenini (yapılanmasını) ortadan kaldırdığı oranda, yeni türde yapılanmalara da yol verdiğinden, ancak ve ancak “oluş halinde”, yani bitip tükenmemiş ve tüketilemeyecek bir ilişkiyi öngörecektir. Oluş halindeki bir ilişki ise –tıpkı doğada olduğu gibi- sadece dışa dair değil ama içe yani “bireysel içselliğe” dair bir ilişki türüdür. Değişmeyi öngörmeden değiştirmeyi amaçlayan bir ilişki, ancak “burjuva” tipteki bir esaret ilişkisi olabilirdi. “Esaret” ise insanca bir ilişkiye yabancıdır. Aksi taktirde tarih, “toplumsal sınıfların ve sınıf mücadelelerinin tarihi” olur muydu hiç?

HAYAT HANIM”: Sonun başlangıcı mı? Yoksa yeni bir başlangıç mı?

“Son romanında daha öncekilerden arta kalan nedir?” sorusunu sorduğumuzda, cevabın A. Altan’ın, yazdığı şeylerin içeriği bir yana, zevkle okunabilen “iyi bir yazar” olduğu hemen gündeme gelivermektedir. Fakat yazarımızın yine de sadece romanlarındaki içerik farklılığının yanında, edebiyat anlayışının, edebiyata yüklediği hedeflerin de değiştiğini gözlemlemekteyiz:

“ ‘Edebiyat öğretilemez’ demişti (Edebiyat Hocası), ‘ben size edebiyatı öğretemem. Ben size edebiyat için gerekli olan bir şeyi, edebi cesareti öğreteceğim. Başkalarının laflarını tekrarlayarak var olmaya çalışmayın. Cesur olun: Edebiyat cesaret gerektirir. Büyük yazarlar ancak cesaretle yazanların arasından çıkar”. (S. 43)

Bu sözler, “Hayat Hanım” romanıyla gündeme getirilen içeriğe dair değişiklikle ele alındığında, öncelikle romanın kurgusallığının hayatın maddi gerçekliğine yaklaştırılması gerektiğini öngörmektedir. Ayrıca “edebi başarının”, diğer edebiyatçıların (mesela O. Pamuk ve E. Şafak gibi) çeşitli oyun ve yazım teknikleriyle hayatın gerçeklerini görünmez kılmasına karşın, aksine bir şekilde bu “sansürlenmiş” gerçekleri gündeme getirmekle mümkün hale geleceğini ilan etmektedir. Sonuçta, bir edebiyat eseri olarak roman, kendi kahramanları üzerinden hayatın toplumsal gerçekliğine ne kadar çok nüfuz edebilirse, bireylerin içselliklerinin derinliklerine de o oranda inebilecektir:

“ (Edebiyat Hocasına göre) ”Edebiyat insan ruhunun sonsuzluğa çevrilmiş teleskopuydu… İnsan ruhunun bütün parıltılı yıldızlarını ve kara deliklerini bu teleskopla görebilirsiniz” (S. 44)

Yaptığımız gözlem ve tespitleri çalışmamızın başından beri paylaşan dostlarımız bize “A. Altan’ın “Hayat Hanım” romanından sonra temelli bir şekilde değişip değişemeyeceği konusunda ne düşünüyorsun?” diye özetleyebileceğimiz sorular yönelttiler. Onların bu sorusuna cevaben, bir yazar olan A. Altan’ın kariyerinin, bir “mafya babası” olan S. Peker’in kariyerine benzediğini söyleyebilecek durumdayız. Zira yerleşik düzenin “hizmet sektöründe” fedailik yaparak göze girmiş, şan-şöhret ve para sahibi olarak sivrilmiş şahsiyetler olarak, ikisi de varlıklarını belli tarihi şartlara borçluydular. 7Neo-liberal ideoloji ve siyaset, kapitalist sistemle birlikte çöküşe geçince, bugün her ikisi de kızağa alınmış bulunmaktadırlar. Bu “kızağa alınma” onları mağdurlar olarak aklayıp tekrar ödüllendirilerek eski görevlerine döndürülmesinin önünde engel midir?

Tabii ki hayır! Hatta onlar gibi birçokları için durum tam da bundan ibarettir. Ancak, bu olasılık onların temelli değişmesinin önünde engel olacak mıdır? Bunu ilerde göreceğiz, ama şunu daha şimdiden söyleyebilecek durumdayız: Her ne kadar “bir tek Kitap ile peygamber” olmak başka durumda mümkün olsa da, aynı şey kırk yıllık bir “halk düşmanı” ve “karşı devrimci” rolünü üstün bir başarıyla yerine getirmiş olan A. Altan için geçerli değildir. Bu olasılığın mümkün olmadığını S. Peker büyük bir açık yüreklilikle daha başından beri ilan etmiş bulunmaktadır.

1 Eğer bu dostumuzun müdahalesi olmasaydı bizim, A. Altan’ın insana bakışı konusunda olumlu yönde bir görüşe sahip olabileceği konusunda umudumuzu çoktan kesmiş olduğumuzu itiraf etmeliyiz.

2 Burada, siyasi iktidarın diğer ayağının borazanı olan karşı devrimci ve yeminli halk düşmanı-anti komünist bir günlük gazeteden bahsettiğimiz açıktır; hani şu A. Altan’ın uzun süre sorumlu yazı işleri müdürlüğünü yaptığı polisiye “Taraf Gazetesi” vardı ya, hah işte o!

3 Bu tür bir geriye “dönüşe zorlanma” eylemini biz “Bireyselliğin infilakı” olarak adlandırdığımız olguya bağlamaktayız. (Bkz. Denge ve Devrim, El yayınları)

4 “Socialisation secondaire” veya “ikinci toplumsallaşma” kavramı, aile veya mahalle gibi toplumsal dışsallıklarda gerçekleştikten sonra, genel veya global toplum veya onun kurumları aracılığı ile gerçekleşen toplumsallaşma biçimine karşı gelmektedir.

5 Bu gibi “hayat çizgilerinde” kopma yaşayanların şimdiki zaman kesitinde “hayatta kalma” içgüdüsüyle yoğunlaşması olayını daha önce profesyonel ve akademik çalışmalarımız çerçevesinde yüzlerce kere gözlemleme ve analiz etme imkanını elde etmiş bulunuyoruz. “Bireyin hayat çizgisinin infilakı” olarak adlandırdığımız bir nedenden kaynaklanan bu tür olaylar, günümüzde kapitalist sistemin topyekun çöküşe geçmesiyle, zamanın üç bileşenlerinden birisi üzerine kapaklanma olayı bireylerin davranış biçimlerini ve onlar üzerinden kinliklerini belirler hale gelmiş bulunmaktadır. (Bkz. “Denge ve Devrim” ve “Çıkış Hattı”)

6 Hayat Hanım sadık bir “belgesel” film izleyicisidir. Bu yolla, hem canlılar dünyasına ve hem de “cansız” olarak adlandırılan fizik evrene dair çok şey öğrenmiş, ve hatta öğrendiği şeylerle kendi gündelik hayatı arasında belli ilişkiler kuracak kadar da öğrendiklerini özümleyebilmiş, “otodidakt” olarak adlandırılan insan profili çizmektedir.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

Başa dön tuşu