Genel

SınıfsalBakış | Kabil ödevinin gölgesinde göçmenlik

“Türkiye’nin Afganistan ödevi/görevi ABD’nin/NATO’nun Afganistan’dan çekilmesi sonrasında gündeme geldi. Çekilme sonrasında oluşan boşluğu doldurmak üzere Türkiye’ye görev verildi. AKP eksenli iktidarın ekonomik ve siyasal olarak açmazda olması sebebiyle bu ve benzeri görevlere talip olduğu biliniyor. Taşeronluk görevine tampon görevi de dahil edildi”

20.08.2021 13:45 23  

Mehmet YELŞİLTEPE

Sınıfsal bakışın önemi

İçinde bulunduğumuz tarihsel kesitte artık hemen her konu ve her gündem ilgili-ilgisiz, bilgili-bilgisiz pek çok kişinin tartışma alanına düşüyor. Bu da bilgi kirliliğiyle beraber kafa karışıklığına da manipülasyonlara da zemin oluşturuyor. Öyle ki doğa tahribatından sorumlu olanların “doğasever” gibi davranması veya ABD/NATO/AB taşeronluğunu ülke/halk yararınaymış gibi gösterip işi Taliban’a güzelleme yapmaya kadar vardırabilmesi, bir yanıyla da muhalif kesimlerin değerlendirmelerindeki ve fiili duruşlarındaki yetersizlikle ilintilidir. Ankara Altındağ’da yaşananlar, gerek toplumsal öfkenin manipülasyonu gerekse muhalif potansiyellerin baskılanması açısından göçmen sorununun nasıl istismar edilebildiğini/edilebileceğini gösteriyor. Hatta bu tür gerilimlerin Avrupa ile pazarlıkta da bir araca çevrildiğini söylemek mümkündür. Tüm bu nedenlerle, sınıfsal bakışın, sadeleştirerek ele almanın, doğru bilgiye varma kanallarının günümüzdeki önemi giderek artıyor.

Bu bağlamda öncelikle yanlış soruların doğru cevabı olamayacağını ve kötü örneğin örnek olmadığını belirterek başlayalım. Aynı zamanda doğru sorulmuş sorular konunun açılmasına da anlaşılmasına da yardımcı olur. Örneğin, “Başkanlık, bir kişinin keyfi için mi yoksa sermayenin çıkarları için mi tasarlanmış bir devlet biçimidir?” veya “Sorumluluk göçmenlerde mi yoksa iktidarın göçmen politikasında mı?” biçimindeki sorular, merkezileşen gücü ve artan otoriterleşmeyi sınıfsal olarak doğru yere oturtmaya ve göçmen sorununda isabetli değerlendirme yapmaya yardımcı olacak sorulardır.

Sorunları birbirine karıştırmadan, toptancı davranmadan neden-sonuç ilişkisi içinde ele almak gerekiyor. Evet bugün sadece göçmen sorunu ve yansımaları bağlamında AKP’nin tartışılması gereken politikaları/uygulamaları var. Örneğin iktidar, göçmenleri kullanışlı bir enstrümana çeviriyorsa burada tartışılması ve karşı durulması gereken, canını kurtarmak için gelmiş olan masum insanlar değil, onları araçsallaştıran zihniyettir/politikalardır.

Neoliberalizmin ve yeni sömürgeciliğin dönemsel sonuçları

Orman yangınları, sel baskınları ve göçmenlik sorununun her biri, bize neoliberalizme ve başkanlık-sermaye ilişkisine dair somut veriler sunuyor. Son örneklerde görüldüğü gibi devletin afet vb. en temel yükümlülüklerde dahi sermaye lehine devre dışı kalmış olması, AKP’yi de yaratan neoliberal kapitalizmin gereklerindendir/sonuçlarındandır.

Yalnızca AKP döneminde Orman Kanunu’nda tam 28 kere değişikliğe gidildi. İhale Yasası ise 192 kez değişti. Resmi rakamlara göre 2020 yıl sonu itibariyle sadece madencilik sektöründe 47 bin hektar orman alanı sermayeye tahsis edildi.

İşte bu gerçekler ve emperyalizmin politikaları dikkate alınmadan, İktidarın, yanmış olan evlerinin üzerinde duman tüterken insanlara ev pazarlayabilmesini, çay fırlatıp IBAN göndermesini, buradaki cüreti ve yanılsama ortamını anlamak da anlatmak da kolay olmuyor.

Kısaca özetlediğimiz bu güncel tablo, liyakatin itaatle ikame edildiği, siyasal ve toplumsal alanın büyük oranda susturulduğu, sokaktaki muhalif her hareketin bastırıldığı, yabancılaşmanın “sessiz kalarak seyretme”yi koşulladığı mevcut süreçten yani neoliberalizmin ve yeni sömürgeciliğin etkilerinden bağımsız değil.

Bu nedenle, göçmen meselesinde de yangın, sel vb. olaylarda da kaba taraftarlığı aşmayan kısır tartışmaların bir parçası haline gelmemek veya kendi yanılgısını kendisi üretir duruma düşmemek için resmi büyütmek, emperyalizmin de işbirlikçi taşeron politikaların da görünür kılındığı bir bakış açısı geliştirmek olmazsa olmaz önemdedir.

Türkiye’nin Afganistan ödevi/görevi

Türkiye’nin Afganistan ödevi/görevi ABD’nin/NATO’nun Afganistan’dan çekilmesi sonrasında gündeme geldi. Çekilme sonrasında oluşan boşluğu doldurmak üzere Türkiye’ye görev verildi. AKP eksenli iktidarın ekonomik ve siyasal olarak açmazda olması sebebiyle bu ve benzeri görevlere talip olduğu biliniyor. Taşeronluk görevine tampon görevi de dahil edildi. Dolayısıyla ABD-NATO ve AB tarafından verilen görev, havalimanının korunması/işletilmesi sınırlılığında değil. Nitekim ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Ned Price “Türk ortaklarımızın Kâbil Havalimanı’nı korumak konusunda istekli olmalarından son derece memnunuz” dedi ve söz konusu önemin altnı şu ifadelerle çizdi: “Bir havalimanı olmanın ötesinde öneme sahip. Kâbil’de güvenli bir havalimanı olması bizim açımızdan bölgede siyasi olarak da bulunmanın önemli bir noktası. Dolayısıyla bu havalimanının güvenli bir şekilde işlevini sürdürmesi bizim açımızdan son derece önemli.”

Meselenin Türkiye’nin kendi ihtiyacına denk düşen bir talepten ibaret olarak görülmesi ve sanki Taliban güçleriyle kıyasıya bir savaşa girecekmiş intibaının oluşması gerçekliği yansıtmıyor. Kaldı ki bir süredir Pakistan’da görüşmeler yapmakta olan Akar’ın, Türk askerinin riske sokulmayacağına dair açıklamaları da görevin niteliği de bu içeriktedir.

Türkiye’ye verilen görev, ABD’nin/NATO’nun ihtiyaçları çerçevesindedir. Buna havalimanı da süreç içinde varlığı/devamlılığı netleşecek olan Batılı elçiliklerin, dış misyonların ve uluslararası kuruluşların güvenceye alınması da hatta gerektiğinde askeri eğitim vb. de dahildir. Bu, bölgeye taşeron atamaktır ki işlevi ihtiyaca göre şekillenecektir. Taliban’ın kontrolü sağlamış olması havalimanı meselesini riske sokabilir ancak mesele bundan ibaret değildir. Söz konusu göreve, Türkiye sermayesinin madenden pazara, jeostratejik mevziden uyuşturucuya ve hatta inşaata  kadar çeşitli boyutlardaki hesap ve beklentilerini de eklemek gerekiyor. Taliban Sözcüsü Suheyl Şahin’in “Ben açıkça ilan ediyorum Afganistan İslam Emîrliği olarak tüm ülkelerden daha çok Türkiye’nin dostluğuna, desteğine ve işbirliğine ihtiyacımız var. Afganistan’ın zengin yeraltı zenginlikleri var. Ancak bunları işleyecek gücümüz yok. İşgal ve yağmacı yöneticiler yüzünden tüm altyapımız çöktü. Sağlık, eğitim, ekonomi, inşaat ve enerji alanında ve bakir yeraltı zenginliklerinin işlenmesi konusunda Türkiye ile işbirliği yapmak istiyoruz.” biçimindeki sözleri değerlendirmemizi doğrular niteliktedir.

Tabii bu süreçte Taliban, iktidar olmanın gerekleri dahilinde ve çıkar hesapları içinde doğru-yanlış çeşitli açıklamalar yapacaktır. Örneğin Taliban’ın kontrolü sağladıktan sonra yaptığı “Dışarıda ise tüm ülkelerle karşılıklı işbirliği yapmaya hazırız. Tüm dünya şunu bilsin ki tüm yabancı misyonlar, yatırımlar güvendedir. (…) Afganistan genelinde tüm kan davalarını sonlandırdık. Büyücülük, uyuşturucu üretimi, falcılık yasaklandı ve bu suçları işleyenlere karşı ağır müeyyideler getirildi.” biçimindeki açıklamaları veya Rusya, İran, Çin vb. ülkelerle yapılan görüşmeler yanıltıcı olmamalıdır. Değerlendirmeler, bu tür açıklamalara değil Taliban’ın sınıfsal niteliğine, bugüne kadarki pratiğine vb. bakılarak yapılmalıdır.

Öncelikle bilinmesinde yarar görüyoruz ki ABD, Taliban’ın hakimiyetinden rahatsız değildir. Bilindiği gibi Afganistan tarih boyunca otoritenin çok zor kurulabildiği bir coğrafyadır. Hatta Sovyetlerin çözülüşünde de rolü azımsanmayacak düzeydedir. Bu süreçte Taliban’ın hakimiyet kurmuş olması, aynı zamanda doğuda Çin’in kuzeyde Rusya’nın sorunudur. Özellikle Tek Kuşak Tek Yol Projesi açısından Çin’in önünde, farklı güzergah ihtiyacını doğuran bir engeldir. Bu süreçte ABD’nin hegemonya mücadelesi verdiği Rusya ve Çin için Taliban’ın bir tehdit, bir sorun kaynağı oluşturması ABD’nin tercihidir.

Afganlar ve göçmenlik tartışmaları

Bu konuda öncelikle manipülasyon ağının dışına çıkmak gerekiyor. Bu, fikri anlamda da değerler bütünü açısından da bir ihtiyaçtır. Adeta sektörleşen algı yönetimi, kendi tarzını ve kavramlarını üretirken bunun dışına çıkıp tartışabilmek gerekiyor.

Devrimciler her soruyu yanıtlamak, her yakıştırma ve iddiaya yanıt vermek zorunda değildir; kendi yöntemi, disiplini ve yöntemsel diyalektiği vardır. Konu bağlamında söylersek, göçmen konusu, burjuva siyaset tarzının araçsallaştırdığı bir olgu olarak hemen tüm partiler tarafından yanlış tartışılıyor; hemen hepsinde şu veya bu oranda ırkçı tonlamalar gözleniyor. Bizim bütün bu keşmekeşin dışında net ve anlaşılır bir duruşumuz, sınıfsal bir bakışımız olmalıdır.

Göçmenlik konusu, çoğu kez ya “tam kabul” ya da “tam red” gibi mutlaklaştırıldığı için yanlışa varan iki dar yaklaşım arasına sıkıştırılmakta ve kişinin kendi yanılgısını kendisinin ürettiği bir kısır döngü oluşmaktadır. Öncelikle belirtme ihtiyacı duyuyoruz ki Türkiye’de sorun, kimilerinin sandığı gibi “düzensizlik” değildir. İktidar yer yer sanki hiçbir kural olmadan kitlelerin kafileler halinde sınırdan geçtiği, bu konuda hiçbir düzen ve kuralın olmadığı intibaı yaratmaya çalışsa da işin özü böyle değildir. Bu konuda bilinçli ve tasarlanmış adımlar atılmaktadır. Bu nedenle ne “red”te ne de “kabul”de toptancı davranılmamalı, sınıfsal ölçülerle hareket edilmelidir.

Daha önce de yaptığımız değerlendirmelerde söylediğimiz gibi “Türkiye’deki Suriyeliler, sistemle hızla bütünleşmiş bir avuç varlıklıyı veya işbirlikçiyi dışta tutarak söylersek, toplumun saldırıya da sömürüye de ırkçılığa da maruz kalan en ezilen kesimlerinden biridir. Dolayısıyla da emekçi halkların doğal müttefikidir. Bugün artık uluslararası düzeyde dahi ezilenler arasında empati, ortak örgütlenme vb. olmadan sonuç alınamayacağı tartışmalarının giderek yoğunlaştığı koşullarda, yanıbaşımızdaki bu ezilen kesimi ortak değil hedef olarak görmek, temel önemde bir yanılgıya işarettir. Egemen sınıflar, insanları ulusal tanımlar üzerinden ayrıştırırken bizlerin halkların mücadele birliğini savunması, aynı zamanda bu ayrıştırmaya karşı da bir itirazdır.”

Elbette Türkiye’de olduğu gibi hemen her şeyi araçsallaştıran iktidarlar karşısında bu genel yaklaşımın yetersiz kaldığı özgün durumlar yaşanabiliyor. Devrimcilere düşen görev, bu özgünlük dikkate alınırken müsebbiple mağduru karıştırmamak; kimlerle, kimlere karşı, nerede ve nasıl durulacağını net olarak ortaya koymaktır.

Türkiye’de ve dünyada göçmenlik tartışmaları yeni değildir. Bu noktada gönüllü yer değiştirmelerle zorunlu yer değiştirmeleri aynı kefeye koymak yanıltıcı olur. Örneğin 1989’da Türklerin Bulgaristan’dan gelişi, özgün bir durum, kendine has bir konu olarak tartışılmaya muhtaçtır. Bir başka örnek olarak, Suriye’ye müdahalenin ilk etabında “Eğit-donat” kapsamında sınırdan yapılan karşılıklı geçişler veya Türkiye’ye sığınan insan sayısını yüksek tutmak üzere yapılan teşvik ve yönlendirmeler kendi özgünlüğü içinde değerlendirilmeli, emperyalizmin ve işbirlikçi iktidarların hesapları/çıkarları dahilinde atılan adımlar eleştirilirken oklar mağdura/ezilene yönlendirilmemeli; örneğin cihadçı, işbirlikçi, kiralık asker vb. ile bir başka ülkeye sığınmak durumunda kalan halk kesimleri birbirine karıştırılmamalıdır.

Dikkat çektiğimiz örneklerde olduğu gibi aynı tarihsel süreçte birden çok nedenle ülkenin terk edilmesi, yer değiştirmeler vb. olabiliyor. Ancak bu, ne tartışmada ne de tavır alışta ikircikliğe veya kafa karışıklığına sebep olmamalıdır. Neden-sonuç ilişkisi kurularak pekala mağduru işbirlikçiden veya araçsallaştırmaya rıza göstermiş gönüllülerden ayırmak mümkündür.

Afganistan’da yaşanan göç konusunda da çeşitli kesimlerde değerlendirme farklılığına ve kafa karışıklığına rastlandı. Bunda iktidarın manipülasyonları kadar, sosyal medyada bilgi kirliliğine varan paylaşımların veya gelişmeleri sınıfsal perspektifle değerlendirme konusundaki eksikliklerin de rolü oldu.

Birincisi, Afganistan’dan gelenler homojen bir kitle değildir. Bir kesimini Taliban zulmünden kaçan insanlar oluştururken diğer kesimini, ABD’nin Afganistan’daki varlığı sürecinde onunla işbirliği içinde olan, onunla beraber çalışan, savaşan veya hizmet eden kişiler oluşturmaktadır. ABD, söz konusu Afganları, üçüncü ülkeler aracılığıyla göçmen olarak kabul edeceğini açıklamıştı. İşte bu iki kesimi birbirinden ayırmak, farklı tutumlar geliştirmek gerçekte zor değildir. Çünkü iddia edildiğinin aksine bu kesimler belirli bir kayıt ve düzen içinde gelmektedir. Dolayısıyla kiralık asker vb. konumundaki ABD işbirlikçilerine karşı çıkmak ne denli doğru ve gerekli ise yaşam tarzlarındaki farklılık sebebiyle hayatları tehdit altında olan bu nedenle de Taliban’ın muhtemel zulmünden kaçmayı tercih eden, kadın-erkek tüm Afganların haklarının savunulması/gözetilmesi o denli doğru ve gereklidir.

Türkiye’nin üstlendiği taşeronluk, nasıl kirli/sorunlu bir politika ise göçmen sorununun istismarını ve paraya tahvil edilmesini içeren tampon uygulaması da sorunludur ve karşı çıkılmalıdır. Burada önemli olan, tampon uygulamasına karşı çıkılırken, öfkenin/tepkinin doğru yere yöneltilmesidir.

Türkiye’nin bir tampon bölge olarak kullanılmasının olumsuz sonuçları mülteciye/göçmene değil politika sahibine fatura edilmelidir. Aynı şey, mültecilerin/göçmenlerin ucuz işgücü olarak kullanılması vb. durumlar için de geçerlidir. AKP’li Yasin Aktay’ın “Suriyeliler bir gitsin ülke ekonomisi çöker” biçimindeki ifadelerinin veya AKP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Özhaseki’nin “Bazı şehirlerde sanayiyi onlar ayakta tutuyorlar. İşçi bulamıyorlar, bu adamlar çalışıyor” değerlendirmesinin ortaya koyduğu tablo, Türkiye’de iktidarın/sermayenin göçmen emeğini istismarının itirafıdır. Bunun karşısında geliştirilmesi gereken tavır, yabancı düşmanlığı vb. değil, ortak örgütlenme, emek kardeşliği ve dayanışmadır. Sonuç olarak söylemek gerekirse öfke, kendileri de sömürülen/ezilen insanlara değil ezene, sömürene yöneltilmeli, mümkün olduğu ölçüde onlarla mücadele birliği içinde olunmalıdır.Etiketler:ABDAfganistanemperyalizmgörevsınıfsal bakışTalibanTürkiye

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

Başa dön tuşu