GenelGündem

Gel-gitlerin coğrafyasında dönüştürücü bir sürecin inşası için

İleriye Doğru Her Gelişme Topluma Ödetilir.

Salih Zeki Tombak / 27.04.2024

@tombak_salih

I.
İleriye Doğru Her Gelişme Topluma Ödetilir.

Bu coğrafyada en merkezi mevzu, çok uzun zamandır, devletin/iktidarın güçlendirilmesi, tahkim edilmesi olmuştur.

Dolayısıyla her yenilikçi atılım da, eğer yukarıdan, devletten, mülk sahibi sınıflardan gelmişse; mutlaka özünde devleti, müesses nizamı tahkim etmeyi amaçlayan bir programa toplumun ikna edilmesi için, bir “tadlandırıcı” olarak gelmiştir.

İleriye doğru adımı halk güçleri atmışsa, devlet, hakim sınıflar ve uluslararası müttefikleri, halkın o adımla elde ettiği kazanımları geri almak için, halka her türlü bedeli ödetmek için kolları sıvar. Ödetir, ödetemez, geri alır alamaz, o toplumsal muhalefetin o dönemdeki örgütlülüğüne ve dövüşgenliğine bağlıdır.

Müesses nizamı güçlendirmeyi amaçlayan, yenilikçi bir adımın toplumsal desteğini büyütmek amacıyla topluma daha fazla din, daha fazla, “devletin bekası”, “milli manevi değerler” vb servis edilmesi de siyasi geleneklerimizdendir..

Mesela 2. Mahmut Yeniçeri ocağını kaldırdı, yerine “Asakir-i Mansure-i Muhammediye” adında yeni bir ordu kurdu. Orduda daha önce denenmiş yenilikçi girişimlerin, mesela Genç Osman’ın yenilikçi niyetlerinin padişahın katliyle, III. Selim’in Nizam-ı Cedid ordusu girişiminin Kabakçı Mustafa ayaklanması ile sona erdiğini bildiği için, Yeniçeri Ocağını kaldırırken yerine Peygamberin muzaffer ordusunu kurduğunu ilan ederek yola çıktı. Topluma daha çok din vaad ederek, mesela Yeniçeri ağalarının Süleymaniye Camiinin arka tarafında bulunan konağını, Şeyhül İslamlık makamı yaptı. Ondan önce Şeyhülislamlar evinden hizmet veriyordu. Şimdiki Genelkurmay binasının, mesela 15 Temmuz benzeri bir operasyonun ertesi günü Diyanet İşleri Başkanlığı yapıldığını düşünün. Nitekim Gülhane Askeri Tıp Akademisi’nin adı 16 Temmuz’da “Sultan Abdülhamit Han Hastanesi” yapıldı.

 

II.
“Devrim Korkusu” Her Korkudan Güçlüdür.

Cumhuriyet tarihinde de, özellikle kuruluş döneminde köklü ve tutarlı bir dizi reform adımı var; siyasal düzende, ekonomide, sosyal alanda, din ve inanç alanında. Bu atılımların arkasında aynı zamanda müthiş bir anti komünizm var. Son derece köklü bir bürokrasi geleneğinden isimlerin önderlik ettiği, işgalciye karşı Kurtuluş mücadelesinin, Büyük Ekim Devrimi’nin hemen arkasından gerçekleşmesi veya Türkiye’nin Ekim Devrimin gerçekleştiği coğrafyanın bitişiğinde bulunması Kurtuluş için bir büyük imkan iken, aynı zamanda çok güçlü bir devrim korkusunun, şiddetli bir anti komünist zihniyetin kurtuluş ve kuruluşa önderlik eden kadroya egemen olmasına yol açtı.

1921 başında, Çerkes Ethem kuvvetlerinin yer aldığı çatışmalar hariç, henüz Kurtuluş Savaşının çatışmalı dönemi başlamadan, Türkiye Komünist Fırkası’nın önder kadrosu olan Mustafa Suphi ve yoldaşlarının öldürülmesi; Ankara Hükümeti’nin etkin olduğu Anadolu coğrafyasında yaygın komünist tevkifatları, nasıl bir cumhuriyet kurulmakta olduğuna dair güçlü işaretler olmuştur.

Bir diğer örnek 1961 Anayasası ve bu anayasanın çerçevesini çizdiği görece özgürlükçü ve demokratik iklimdir. Önemli bir akademik/entelektüel elitin hazırlanmasında rol oynadığı bu anayasanın getirdiği ilerici açılımların geri alınması yönündeki çabalar, devletin ve hakim sınıfların uzun süre asli uğraşı oldu. 27 Mayıs darbesi esasen devletin derlenip toparlanması içindi. DP iktidarı döneminde orduda, üniversitelerde, devlet kurumlarında ortaya çıkan deformasyonların giderilmesi, o zamanlar adı MAH olan istihbarat örgütünün yeni düzenlemelerle birlikte MİT adını alması, Milli Güvenlik Kurulu’nun kurulması, DP’de sembolleşen sağ popülizme karşı parlamentonun Senato’nun kurulmasıyla birlikte iki meclisli hale getirilmesi, devlete çeki düzen vermenin başlıkları arasında sayılabilir.

Bu arada bizzat darbenin kendisi müesses nizamı endişeye sevkedecek bir tarzda gelişti. Darbe süreci orduda rütbe farkının ortadan kalktığı, farklı rütbelerden herkesin hizalandığı siyasileşme zeminlerinin ortaya çıktığı, halkın çoğu yerde sokağa inerek, iktidara el konulması sürecine dahil olduğu gelişmeler gerçekleşti. Bu eğilimler sonradan bazı tasfiyelerle ortadan kaldırılmak istendiğindeyse, başlangıç olarak, Kurmay Albay Talat Aydemir’in adıyla anılan iki başarısız darbe teşebbüsü yaşandı. Darbe döneminde Yasama ve Yürütme organı “Kurucu Meclis”in üst kanadı “Silahlı Kuvvetler Birliği” adlı grup, resmiyette sona erdikten sonra da ordu içinde varlığını sürdürmekteydi. Ordu içinde NATO’cu ve katı hiyerarşik yapı ile 27 Mayıs’ın ortaya çıkardığı, “Baasçı” eğilim 1971’de “9 Martçılar” ve 12 Martçılar olarak karşı karşıya geldiler. NATO’cu, büyük sermayeci 12 Martçı kanat bu karşı karşıya gelişte kazanan taraf oldu, ülkeyi ve orduyu “Baasçı” yönelişlerden, soldan, halkçı, devrimci eğilimlerden arındırmaya girişti. Ancak programındaki her şeyi gerçekleştirmeye gücü ve toplumsal desteği yetmedi. İki yıl sonra seçime gitmek, ardından genel af çıkarmak zorunda kaldı. Darbecilerin hedefindeki işçi hareketi, ilerici devrimci siyasal hareket darbe döneminden meşruiyetini güçlendirerek çıktı.

                                                                      (15-16 Haziran Resim: İrfan Ertel)

III.
12 Mart’ın Devamı 12 Eylül;
12 Eylül’ün Devamcısı AKP-MHP!

12 Eylül, bir yandan 1950’lerden başlayarak yükselen işçi hareketini, 1960’ların ikinci yarısında adeta patlayan ilerici devrimci gençlik hareketlerini, köylü direnişlerini, sol kültür ve sanatın ve entelektüel düşüncenin tartışmasız hegemonyasını, solun ahlaki üstünlüğünü ezip yok etmek ve bütün bunları, başlangıç çerçevesi kabul ederek genişletmekte olduğu 1961 Anayasa’sının demokratik ve özgürlükçü yaklaşımlarını bütünüyle ortadan kaldırmak için gerçekleştirildi.

Türkiyenin tarihinde ilerici bir dönem olmuş mudur? Evet böyle geçici dönemler olmuştur. Bu dönemlerdeki ilerici, özgürlükçü gelişmelerin arkasında işçi sınıfının, emekçilerin hak mücadeleleri, gençliğin aydınların siyaset sahnesine çıkması 60-70’lerde, kendilerini etkileyici bir güç olarak ortaya koymaları belirleyici olmuştur. Kürt sorununun eşitlik, özgürlük ve demokratikleşme temelinde çözümünü hedefleyen “Açılım” dönemi de, Kürt halkının ve Kürt siyasi hareketinin yürüttüğü benzersiz mücadelelerin sonucunda gündeme gelmiştir.
Darbeler ise bu kazanımların geri alınması ve toplumsal mücadele dinamiklerinin bastırılması için yapılmıştır.

Süreç içinde bu durum Türkiyeyi yönetenler tarafından sürekli oynanan bir “oyun” haline getirilmiştir. Mesela Erdoğan döneminde bir takım paketler hazırlanır. Aslında Erdoğan kendi iktidarını sağlamlaştırmak, güçlendirmek için bir adım atacaktır. Ama bunun için kime ihtiyacı var? Sol muhalefetin, liberallerin ve liberterlerin meşrulaştırıcı etkilerini yanına almaya veya Kürt siyasi hareketinin desteğine ihtiyacı var. Tabii her zaman devletin “siyasi kurumlarının” ve Türkiye’nin bir parçası olduğu Batı ittifakının, ABD’nin, İngitere’nin, Almanya’nın desteğine. O zaman uluslararası muhatapların veya solun, liberal ve liberterlerin veya Kürt Özgürlük hareketinin veya Kadın özgürlükçü hareketlerin talep ve beklentilerini karşılayacak kimi maddeler de pakete, sözleşmeye vb sokulmuştur. İktidarını güçlendirecek adım atıldıktan sonra rejim, sözkonusu meşrulaştırıcı rol oynayan ilerici, özgürlükçü, uluslararası kriterleri gözeten yanları geri almak için uğraşmaya başlar. “Yetmez ama evet” sloganıyla hatırladığımız anayasa değişiklik paketi böyledir; “İstanbul sözleşmesi”nin bir zafer olarak ilan edilmesi ve sonra iptal edildiğinin gene bir zafermiş gibi ilan edilmesi de böyledir.

Kısacası ilerici, özgürlükçü, eşitlikçi, emekten yana, halk sınıflarının sorunlarının çözümünden yana adımlar geçicidir. Gericilik bakidir, kalıcıdır. Türkiyedeki sistem gericilik ve halk düşmanlığı üzerine kuruludur. Özgürlük düşmanlığı üzerine kuruludur. Kalıcı olan budur.

IV.
Emperyalist Müttefiklerden Demokrasi Beklemek

Son yıllarda Erdoğan iktidarının Türkiye’yi batıdan adım adım kopardığı, “Batı demokrasilerine Türkiye’yi bağlayan son bağın NATO üyeliği” olduğunu söyleyen siyasetçilere veya siyasi yorumculara sıklıkla rastlıyoruz. Bu liberal şahsiyetlerin AKP’ye muhalif görünmelerine bakarak, onların da toplumsal muhalefetin bir parçası olduklarını düşünenler olabilir. Halbuki Türkiye’de gerçekleşmiş bütün askeri darbelerin destekçisi NATO idi. Sol, sosyalist muhalefetin, sendikal hareketin, devrimci gençlik hareketlerinin ezilmesine, sistematik işkence ve siyasi cinayetlere yarım ağızla dillendirilen “kınama”lar dışında batılı hükümetlerden bir itiraz sözkonusu olmamıştır.

Keza siyasal islam, bütün renkleriyle Batı ittifakının icadıdır. NATO’nun Gladiosu, sivil faşist hareketlerin kaynağı ve beslendiği yer Batı ittifakının askeri ve istihbari örgütlenmeleridir.

Türkiye’yi Suriye savaşının taşeronu yapan Batı ittifakıdır. Şimdilerde de Ukrayna savaşında Türkiye’yi Rusya’ya karşı yedeklemeye, Karadeniz’i bir savaş alanına çevirmek için Montrö’yü çöpe atmaya, İran’a karşı bir savaş halinde Türkiye’yi bu savaşın kara gücü haline getirmeye hevesli, Türkiye’yi Avrupa’ya yönelen göç dalgasının önünde bir bariyer ve göçmen deposu olarak tutmaya, bütün bunlara üç beş kuruş gelecek diye razı olduğu için Erdoğan’ın tek adam rejimine desteğini eksik etmeyen Batılı devletlerdir.

Dolayısıyla Türkiye’nin içinde yer aldığı batı ittifakından çok sınırılı ve istisnai dönemler dışında demokratikleşme yönünde, özgürlükçü bir girdinin olduğunu söyleyemeyiz.

Bizim Batı’daki dostlarımız Avrupa ve ABD işçi hareketleridir; ilerici aydınlardır, demokratik muhalefet ve barış hareketleridir. Latin Amerika’nın emperyalizmin desteğindeki askeri darbelerden çok çekmiş ve darbecilere karşı mücadele eden halklarıdır.

Özet olarak demokrasi, eşitlik, özgürlük, barış, çözüm, sosyalizm.. İyi ve güzel olan ne varsa, toplumsal muhalefet; onun omurgasını oluşturacak emekçi sınıfların siyasi hareketi ve uluslar arası dayanışma yapacak. Nitekim bugün, geçmişte Yahudilere uygulanan soykırıma karşı mücadele etmiş kuşakların torunları, bugün Gazze’de etnik temizlik ve katliamlar gerçekleştiren İsrail devletini protesto etmek için Avrupa şehirlerinde medanları dolduruyor, ABD üniversitelerinin kampüsleri Filistin halkıyla dayanışmanın merkezleri oluyor.

 

V.

31 Mart’tan Sonra Neyin Zamanı?

31 Mart 2024 yerel seçimleri, emekçi sınıfların, hiç değilse anlamlı bir azınlığının örgütlü eylemli mücadelesiyle omurgasını ve sürükleyici gücünü oluşturmadığı; siyasetle ilişkisi seçmenlik düzeyindeki muhalif yığınların sandıktaki tercihleriyle, topluma bir nefes aldırdığı, iyimser bir hava yaratan biçimde sonuçlandı. Bu demektir ki, gerek AKP-MHP iktidarı, gerekse ittifak halinde oldukları devlet aklı, bu iyimser havayı bozacak, tersine çevirecek adımların hazırlığına başlamış bulunmaktadır.

Bugün içinden geçmekte olduğumuz dönemin 1960’lardan, 1970’lerden farkı, toplumsal muhalefetin bir yükseliş halinde olmadığı; emek hareketinin veya gençlik hareketinin, güçlü bir aydın hareketinin, bir barış hareketinin, sürükleyici bir güç halinde bulunmadığı; Kürt halkının da “yorgun” göründüğü, süreçlere damgasını vuramadığı bir dönemde Türkiye nüfusunun yüzde 50’sine yakınının, bazen daha çoğunun içinde bulunduğu bir toplumsal muhalefetin var olduğu gerçeğidir. Bu muhalefeti AKP MHP rejimi her ne yaptıysa bitiremedi. Bu muhalefet seçimlerde kendini ortaya koydu. Gezide ortaya koydu. Parça parça newrozlarda görüyoruz, 1 Mayıslarda görüyoruz. Değişik biçimlerde kendini ifade ediyor. Sonra geri çekiliyor. Ama yok olmuyor. Yenilmiyor, yaşıyor.

Ama örgütsüzlüğü nedeniyle Gezi süreci gibi müthiş bir atılımı bile sonuç alıcı ve sürekli hale getiremiyor.

Böyle zamanlarda “Bu durumun önümüze koyduğu öncelikli görev veya görevler nelerdir?” sorusunu soran ve daima aynı cevabı vererek “Devrimci/Komünist partinin inşası” diyen herkesle “uzun vadede” hemfikirim. Ama devrimci partilerin başarısız örgüt/partilerden ortalığa saçılmış, kadroluğu iddiadan ibaret isimlerin veya başarısız particiklerin yan yana getirilmesiyle inşa edileceği düşüncesinde değilim. Devrimci örgütlenmeler, kuruluş dinamizmini de, kadrolarını da, esin kaynağını da yığınların mücadelesi içinden alır.

Dolayısıyla bakacağımız, güç ve ilham alacağımız, birlikte dövüşecek, birlikte inşa süreçlerini gerçekleştirecek kadrolarla buluşacağımız yer toplumsal mücadele alanlarıdır.

VI.
Toplumsal Mücadelelerin İttifakı Deneyimleri

Toplumsal muhalefeti, içindeki farklı dinamiklerin ittifakını kurarak; Kürt Özgürlük hareketi ile Batı’daki devrimci ve sosyalist hareketlerin stratejik ortaklığını inşa ederek örgütlü hale getirmek için 2011’de Halkların Demokratik Kongresi, bir çatı olarak kuruldu. Kongre’nin kuruluşundan bir yıl sonra da Kongrenin partisi olarak HDP kuruldu. Kongre ve Parti, işler yolunda gitseydi, Kürt sorununu demokratikleşme süreci içinde çözecekti. HDK’nin programı ise sınıfsız topluma kadar perspektifi olan güçlü bir metindi.

İşler yolunda gitmedi. HDK doğumundan başlayarak hızla kavruk bir yapıya dönüştü. Kongre çatısı altında ne toplumsal mücadelelerin ittifakı inşa edilebildi, ne de Kürt Özgürlük hareketiyle Türkiye devrimci ve sosyalist hareketlerinin stratejik mücadele birliği kurulabildi. Bunun aktüel siyasi nedenleri üzerine çok uzun ve ayrıntılı konuşmalar yapılabilir. Ancak burada başarısızlığın farklı bir kaç yönü üzerinde durmak isterim.

Birincisi, HDK bileşeni devrimci ve sosyalist yapıların toplumsal mücadele dinamiklerinin de temsilcisi olduğu; farklı bir ifadeyle toplumsal mücadeleler içinde anlamlı bir karşılıklarının olduğu varsayımı yanlıştı ve yanıltıcıydı.
Toplumsal mücadeleler hak ve sorun temellidir, asıl gücünü yerelden alır ve dayanışmacıdır.

Sosyalist örgütler ise dikeydir, iktidar ve iktidar konumları üretir ve rekabetçidir. Rekabetçilik özellikle Türkiye’deki sosyalist örgütler pratiğini bilenler hak verecektir, en rekabetçi ilişkisini kendisine en yakın olanla kuran; özellikle “darlık” dönemlerinde örgütlerin iç dünyasındaki neredeyse her tartışmanın bölünmeyle ve düşmanlaşmayla sonuçlandığı bir gelenek üretmiştir. Bunda, herhangi bir görüş ayrılığını kapsayıcı bir bakış açısı ve kapsayıcı bir dille aşma kapasitesine sahip olmayan, örgüt daraldıkça sekterleşen, sekterleştikçe örgütü daraltan ve parçalayan, yetersiz öncü kadro profilinin de payı büyüktür.

HDK’nin kuruluşundaki iyi tanımlanmamış ve sınırları, iç ilişkileri iyi çizilmemiş hibrit yapı nedeniyle, toplumsal alan örgütleri, kimlik ve inanç yapılanmaları, bırakalım toplumsal mücadele alanlarında birlikte çalışmayı, birlikte mücadele etmeyi, birlikte örgütlenmeyi; birbiriyle rekabetini HDK içine de taşıyan siyasi örgütler tarafından hızla kenara itildi. Bu yapılar içindeki siyasi örgüt temsilcileri çeşitli konumlar için örgütleri adına köşe kapmaca oynarken; o alanın asli dinamikleri dinamizmini kaybetti ve ilişkiler kurudu.

İkinci unsur ise HDP’nin önce bağımsız adaylarla; sonra barajı aşarak kendi aday listeleriyle seçime girme başarısını göstermesi, yerel yönetimlerde “yerel ittifakların” gelişmesi, sadece Kürt coğrafyasında değil, Batı’da da belediye başkanlıkları ve meclis üyeliklerinin ulaşılabilir hedefler haline gelmesi, siyasi örgütlerin ilgisinin neredeyse tamamen toplumsal alandan kopmasına ve temsili siyasetin “her şey” haline gelmesine yol açtı. Örgütlerin yaşadığı deformasyon hızla her düzeydeki kadrolara da bulaştı.

Üçüncü unsur ise toplumsal mücadeleler ittifakını, Kürt Özgürlük hareketi ile Türkiye devrimci ve sosyalist hareketinin stratejik mücadele ortaklığını; HDK ve HDP içindeki en güçlü damar olan Kürt siyasetinin zaman içinde “taktik” bir ilişki haline getirmesidir. Son günlerde, yoğun seçim döneminin “ara vermesi” ve en azından bir süreliğine seçim gündeminden uzak olacağımız belli olunca ve seçimlerden muhalefet başarılı, iktidar bloku başarısız çıkınca “Şimdi HDK zamanı” başlıklı yazılar kaleme alındı, “halkın 31 Mart seçimlerinde ortaya koyduğu tavrın Kongre fikriyatına bir çağrı olarak değerlendirilebileceği”ne dair tesbitler yapıldı. Önümüzde seçim varsa “Kongre zamanı” değil, seçim zamanı mı oluyor? Veya 31 Mart seçimlerinden farklı bir sonuç çıksaydı, “halkın bizi Kongre fikriyatına çağırdığı” değerlendirmesini yapamayacak mıydık? Veya 14 Mayıs seçimlerinden sonra yaşanan eleştiri-özeleştiri sürecinden “ittifaksız çıktık”, halbuki “sosyal mücadeleler ittifakı” olmaksızın yürüyemeyiz. “Özeleştiri süreci, özeleştirinin özeleştirisi süreci olarak tamamlanmalı”, “oturup konuşuruz”, cümleleri kuruldu. Halbuki çok uzun zamandır ne HDK ne HDP sosyal mücadeleler ittifakı problemini umursamaktan vazgeçmişti. Özeleştiri sürecinde ortaya çıkan, ittifakları dağıtalım tutumu değil; paradigmayı terkedelim yaklaşımı idi.

Zaten bir toplumsal mücadeleler ittifakı fiiliyatta yoktu, siyasi bileşenlerden kimse bu durumu sorun etmedi. HDK sıfırlandıktan yıllar sonra, ancak o zaman “HDK’yi bir dernek haline getirdiniz. HDP ile rekabet eder gibi, HDP’nin gündeminden farklı bir faaliyet ve gündem yaratamayıp, aynı gündem üzerine açıklamalar yapan bir yapıya dönüştürdünüz” eleştirileri yapıldı. HDP bileşeni olduğu halde HDK’de çalışmayan bileşene, gene siyasal bileşenlerden kimse “neden?” demedi. Bileşenlerin toplumsal mücaadele alanlarında birlikte mücadele etmek yerine, birbiriyle kıyasıya rekabet etmiş olmalarını, mesela Demokratik Bölgeler Partisi’nden yoldaşların üzerinde düşünmeye değer bulduğunu duymadım, okumadım.. HDK’nin HDP’nin toplumsal temeli olmak yerine, “yedek kulübesi”, “dinlenme odası” haline getirilmesinden de rahatsız olunmadı.

Kürt siyaseti, HDK ve HDP içindeki bileşenlerinin toplumsal bir karşılığı olmadığını, olduğu kadarının da hızla eriyip bittiğini gördüğü halde bu durumu üzerinde konuşulacak bir mesele haline getirmedi. Devrimci tutum, dostları eleştirme tutumudur. Bunun yerine denge politikaları, idare etme, “aman sorun çıkmasın” tutumları geçerli oldu.

Diğer taraftan bileşen sosyalist yapılar da bir yandan toplumsal karşılıkları hızla sıfırlandığı ve kendi başlarına bir siyasi varlık olmaktan çıktıkları için ve temsili siyasetin yarattığı konumlarla ilgili “beklentili” oldukları için Kürt siyasetine içinde bulundukları konfor alanında huzursuzluk yaratacak sorular sormaktan, eleştiri yapmaktan, görüş belirtmekten kaçındılar. Kısacası herkes “durumu idare” etmeyi tercih etti. Ve 14 Mayıs Cumhurbaşkanlığı ve Genel Seçimlerinde başarısız bir sonuçla karşılaşınca, Kürt siyaseti bir tartışma, “eleştiri-özeleştiri” sürecine ve halk toplantılarına ihtiyaç duydu. Bu sürecin sonunda, HDK ve HDP’yi vareden paradigmayı terketme eğilimi ortama hakim oldu.

Bu da apaçık gösterdi ki, paradigmanın stratejik dediği ittifaklar, bir seçimin sonucuna bakarak terkedilecek ölçüde taktik bir mesele olarak ele alınmaktadır. Buna karşı hamle ise, gene taktik bir bakışla kendini ortaya koymuş oldu: Seçimler ara verdi, “şimdi HDK zamanı” veya “seçim sonuçlarıyla halk HDK fikriyatına çağırıyor”.
Kesinlikle, ihtiyacımız olan şey bu çeşit çürüten ilişkiler içinde yanyana durmak; Kongre paradigması gibi kıymetli fikirleri “-mış gibi yaparak” çürütmek değildir.

VII.
Neye İhtiyacımız var?

Dördüncü ve çok önemli bir nokta üzerinde durmak istiyorum. O da istenirse, toplumsal mücadeleler ittifakının üzerine inşa edileceği sağlam bir toplumsal zeminin ve köprübaşlarının varlığıdır.

Açıkçası rejimin Demokratik Toplum Kongresi’ne “sertçe yönelmesinden” sonra, bölgedeki toplumsal örgütlülük zayıfladı ve HDP ile halkın ilişkisi, halkın siyasetin öznesi olduğu bir ilişkiden, seçmen olduğu bir ilişkiye geriledi. Ancak halk siyasetin sahibi olmaktan vazgeçmediğini, 14 Mayıs sonrası parti politikalarına ve politika yapıcılarına karşı tepkisiyle ortaya koydu. Son olarak Van’da kayyım kumpasına karşı sokaklara, meydanlara inerek iradesinin sahibi olduğunu bir kere daha gösterdi.

Bu zemindeki canlılık önemlidir.

Diğer taraftan bütün emek örgütlerinde HDP’nin seçmenleri ya yönetimdedir, ya yönetime ortaktır; ya da yönetime adaydır. Bu konumlar, emek örgütlerini demokratik, çoğulcu, katılımcı, canlı yapılara dönüştürmenin ve toplumsal mücadelelerin ittifakını kurmanın imkanları haline getirilebilirdi. Hala da getirilebilir.

Ancak paradigmanın terkedildiği, Kürt özgürlük hareketi ile Türkiye devrimci ve sosyalist hareketinin stratejik mücadele ortaklığının da, toplumsal mücadelelerin ittifakı konusunun da, gündelik, dönemsel taktik ihtiyaçlar çerçevesinde ele alındığı bir siyasal zeminde ilerleyebilir miyiz? Bugüne kadar ilerleyemediğimiz ortadadır.

Açıkçası “batı yakasında” bir çatı ihtiyacı yakıcıdır.

Bir çağrı merkezine; bir siyasal görüş açıklama, değerli metinler yayınlama, bu metinlerin altına imza toplama, zaman zaman konferanslar, sempozyumlar gerçekleştirme gibi kıymetli işleri de ihmal etmeden, toplumsal mücadelelere, alanlardaki çalışmalara, yerel meclisleşmelere, yerel demokrasi deneyimlerine vb vb çatı olacak bir yapılanmaya ihtiyacımız var.

Bu çatı merkezi düzeyde, geçmiş ve mevcut deneyimlerden toplumsal alana, yerele dair perspektifler üretmelidir. Toplumsal alanlardaki çalışmaları koordine etmeli; birbirlerine değmelerini, birbirlerinden deneyiminden beslenmelerini, birbirlerinin ilham ve cesaret almalarını sağlamayı hedeflemelidir. Bütün ilişkilerinin temeline rekabeti değil, dayanışmayı koymalıdır. Hak temelli mücadelelerin, eşitlik ve özgürleşme çabalarının, adalet için, barış için savaşmanın ortaklaştırılması için, sahada geliştirilen inisiyatiflerin toplumsal çatısı: İhtiyacımız budur.

Bu yazı Ne Yapmalı dergisinin 5. sayısında yayınlanmak üzere yazıldı Yazarın izniyle sitemizde yayınlıyoruz)

Erdoğan Ateşin

Profilinizi oluşturmak için, biraz hayat hikayenizi anlatın. Bu alan, herkesçe görünebilir.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

Başa dön tuşu