Genel

YOL AYRIMI (BİR “MANİFESTO” DENEMESİ)

Mahir Konuk

 

YOL AYRIMI (BİR “MANİFESTO” DENEMESİ)

(Elinizdeki bu yazı, Ağustos 2023’te “Politeknik” adlı uluslararası bir yayın organı için yazılan ve İspanyolca dilinde yayımlanan bir makale ve Fransızca verilen “İnsanlığın izleri üzerinde” başlıklı bir konferansta anlatılanlar, izleyicilerin sordukları sorulara verilen cevaplar esas alınarak ve onlara sonradan gerekli ilaveler yapılarak kaleme alınmıştır. Ana başlığı, bütün dinamikleri ile “insanlaşma süreci” ve bu sürecin günümüzde aldığı biçimlerin dökümü olmaktadır. Başlığının “YOL AYRIMI olması, günümüz şartlarında “insanlaşma süreci” olarak adlandırdığımız antropolojik oluşumun aldığı somut durum ile ilgilidir. Başlangıçta olmasa da yazı, sonuç itibariyle bir “Manifesto” biçimi aldığından “Manifesto denemesi” olarak da adlandırmayı uygun gördük: İnsanlaşmanın manifestosu…)

Yol ayrımı…

İnsan bireyini ve bir bütün olarak insanlığı tanımlayan ekonomik, toplumsal, bireysel ölçekte gözlemlenen olgular varoluşsal nitelikteki bütün göstergeler bir “yol ayrımına” gelindiğine işaret etmekte. Bahsini ettiğimiz “yol ayrımı”; evrenin bütün insan varlığına biçtiği mekanda “en ucunu” ve zamanda da “geleceğini” temsil eden konumu ile, insan toplumunu günümüzde yönlendiren ve onu kendi varlığına indirgeyerek tanımlamaya çalışan bir sınıf insanın, yani sermayedarlar sınıfının, insan varlığını bir “kara deliğe” dönüşmüş “kapitalist sistem” ve ölü zamanları temsil eden “geçmiş” zaman içinde yok etme süreci arasında gerçekleşmektedir. Bu demektir ki, günümüzde insanlığın gündemini acilen alınması gereken varoluşsal nitelikte karar belirlemektedir: Ya biricik maddi gerçekliği içinde kalarak evrenin bize bahşettiği dinamiklerin sayesinde kendi evrimsel yörüngemizde kalmaya devam edeceğiz; ya da, ancak “ölü zamanlara” yönelerek toplumsal olarak var olabilen, bu yüzden de ancak kurgusal bir nitelik taşıyan -dolayısıyla ete kemiğe bürünmüş insanlıkla bütün ilişkisini kaybetmiş- “kapitalist sistem” içinde kalarak tıpkı “asit çukuruna” düşmüş bir canlı varlık gibi hızla eritilip kaybolacağız… Mevcut durumun hangi yöne, ölümün geçmişliğine doğru mu yoksa hayatın geleceğine doğru mu evirileceği, bir kere daha insan varlığını kendi elleri ile yaratan emekçilerin tasarrufunda olduğu görünmekte… Sermayedarlar sınıfının kendi “ölü” tabiatına bağlı rasyonel işleyişi ile, insan varlığının “hayatın” harmanlandığı “insan toplumunun” ilişkisel kurallara göre işleyişi yeniden milyon yıllık insanlaşma sürecine yeni bir yön vermek üzere kavgaya tutuşmuş bulunmakta. Aynı zamanda “sınıflar savaşı” olarak ta tecelli eden bu kavga günümüzde “son kavga” olarak diğerlerinden ayrılmaktadır.

Bilindiği gibi, hayatın bir bölümünü temsil eden ve bütün değerleri soyutlayarak bir tek değere, “para” veya değişim değerine dönüştüren sermayedarlar sınıfının, insanlıkla veya insan toplumu ile uyuşmazlığı yeni bir olgu olmayıp, doğrudan onun tabiatıyla ilgili bir meseledir. Kapitalist sistemin insan toplumuyla içine düştüğü tarihsel ve örgütsel uyuşmazlığının en belirgin biçimi, sistemle özdeşleşen krizlerdir. Yarattıkları işsizlik ve sefaletlerle dışa vuran ekonomik krizler ve onları sözüm ona çözümlemek üzere çare olarak gündeme getirilen, açlık ve sefaletin yanında milyonlarca insanın hayatına mal olan “paylaşım savaşları” ve bu savaşları çıkarmak ve sürdürmek üzere ikame edilen faşist diktatörlükler…

Akılda tutulması gereken mesele odur ki; “kapitalist sistem” hayatın sürekli bir şekilde emek sarf edilerek yeniden üretimi faaliyeti ile birlikte kolektif bir biçimde oluşturulan “insan toplumuyla” karıştırılmaması gereken, “toplumsu” bir oluşumdur. Bunun başlıca nedeni kapitalist sistemin işleyişinin, insana dair bütün değerleri tek yanlı olarak sürekli olarak soyutlayıp biriktirmesi ile belirlenmesi, insan toplumunun işleyişinin ise bütün soyutlanmış değerleri yeniden somutlamak üzere bireyler arasındaki ilişkisel düzene tabi kılmasıyla belirlenmektedir. Sadece ve sadece soyutlayarak var olabilen kapitalist sistem, kendi varoluş biçiminin doğal bir sonucu olarak tek yanlı bir biçimde bireyleştirir. Bu demektir ki, bir sermayedar için bir insan bireyi kapitalist sistemde soyutlanmış bütün değerlerin ölçüsünü belirleyen “para”ya eşdeğer bir varoluş biçimine karşı gelir. Kapitalist sistemin aşırı bireyleştirip kendi toplumsallığından kopardığı birey, başlangıçta sahip olduğu toplumsal zaman ve mekan içinde var olageldiği biçimiyle “somut birey” olmaktan çıkarak, insan olma vasfından uzaklaştırılıp “kendi için” (pour soi) birey olmaktan da çıkarılmış olmaktadır. Kapitalist sistemin bireyi, sadece “kapitalist sistem için” bir birey olarak olma hakkına sahip olabilmektedir; onun için bu bireyin “insan” olması bir teferruattan ibarettir.

Bunun yanında, ancak ve ancak evrendeki insan varlığı dahil olmak üzere soyutlayarak var olan kapitalist sitemin beş asırdan beri bu şekilde insan tabiatına aykırı bir biçimde var ola gelmesi, yalnızca kendi kendisini sürekli bir biçimde arttırarak var etmenin biricik yolu olan “sermayenin toplumsallaşması” olgusuna borçludur. Açıktır ki bu durum bir çelişki ihtiva etmektedir; ancak bu çelişki bütün insanlığın bir iç çelişkisi olmayıp, “insansı” bir yapılanma vücuda getiren kapitalist sistemin kendi iç çelişkisidir.

Sermayenin toplumsallaşması, bütün değerlerle birlikte “para”nın da yaratıcısı olan emeğin ve emekçinin işin içine katılması demektir. Bu durumda, ancak yaratılan somut değerleri soyutlayarak ve sonsuza uzanacakmış gibi temerküze uğratarak var olabilen sermaye için, toplumsallaşmayı ve toplumsallaşma ile birlikte sömürüyü gerçekleştirdiği oranda insan toplumu ile bağlarını koparmayacaktır. Ancak bu olasılık ortadan kaldırıldıktan sora toplum varlığı üzerinden yaratılan değerleri değil ama doğrudan insan toplumunu soyutlayarak ortadan kaldırmaya çalışacaktır ki, kapitalizmin günümüzdeki gerçekliğini belirleyen de bu toptan yok oluş-yok ediş olgusu olmaktadır.

Kapitalizm, altını çizdiğimiz üzere, burjuva devrimlerinin bir ürünü olarak son derece “akılcı” bir işleyişe sahiptir. Ancak “kapitalist akıl”, bir bütün olarak yaşanmış ve geleceğe bağlanarak yaşanmakta olan “insanlaşma sürecinin” gerçekliğinden dökülen “insan aklı” ile örtüşmeden fersah fersah uzaktadır. Bunun nedeni, ilk nedeni belirttiğimiz gibi “kapitalist sistemin” insan toplumu” ile örtüşmesinde yine fersah fersah uzak olmasından ileri gelmektedir; bu olguya bağlı olarak ta, toplum ve toplumsallık söz konusu olduğunda, “ilişkisel akıl” hesaba katılmadan “akıllı insan” olmak mümkün değildir. “Kapitalist sistem” söz konusu olduğunda ise; sistemin, insanlaşma sürecinde oynadığı “tarihsel misyonunu” doldurduğundan kendisinin yerini alacak olan nihai toplumsal biçimini yani “komünizmi” de hesaba katması ve yerini sınıf savaşlarını daha da alevlendirmeden bu “insanlaşmanın en üst biçime” bırakması gerekmektedir ki, bu zorunluluk, onun yok oluşunu gündeme getireceğinden sürekli bir şekilde “akıl dışında” tutulmaktadır. Kapitalist sistem, insan toplumuyla birlikte insan varlığını da ortadan kaldırarak böylece kendi varoluş şartlarını da ortadan kaldırmaktadır. Bu durum bize kapitalist sistem ile insan toplumu arasındaki mevcut ilişkinin ölüm ile hayat arasındaki ilişki ne ise aynı nitelikte olduğunu göstermektedir.

Anlaşılmış olduğumuzu umarız: Günümüzde, geçmişte olduğu gibi, kapitalist sistemin fazla üretiminden veya dünya pazarının paylaşımından doğan devresel ve art arda gelen ve sonrasında geçici iyileşmeler dönemleriyle karakterize edilen dönem, son yarım asırdan beri değişime uğrayarak sistemin toptan çöküş ve yok oluşuna dönüştüğü olgusuyla karşı karşıya bulunmaktayız. Bu olgu, “sınıflar savaşının” ve her türlü siyasetin gündemine oturmuş olduğunun da resmi olmaktadır. Açıktır ki, kapitalizmin tarihsel yok oluşu, geçmişin aşırı üretimden ve buna bağlı olarak dünya pazarını paylaşma çabasından kaynaklanan devresel krizleri ortadan kaldırmamıştır. “Yeni” diyeceğimiz durum, bütün yerel krizleri sermaye ile birlikte küreselleştirerek yaygınlaştırma olgusunda ve “küreselleşme” ile birlikte bütün insanlığın kaderinin de yerel planda yürütülen “sınıf savaşlarında” angaje edecek şekilde derinleştirerek toptan çözülmesi gereken acil sorun haline getirmiş olması olgusunda yatmaktadır.

Geçmişte, emeğin ve emekçinin kurtuluşu için mücadele eden devrimcilerin şiarı “Ya barbarlık, ya sosyalizm” olmuştu. Sermayenin ve kapitalist sistemin toplumsallaşmasının tarihte eşi benzeri görülmemiş ve genelleştirilmiş bir zenginlik imkanına karşın, her türden yoksulluk ve sefaletin aynı hızla yaygınlaştığı günümüzün şiarı ise, “Ya yok oluş, ya da temelli bir kurtuluş” ve/veya “Ya kapitalizm, ya da insanlık” olarak kendisini dikte ettirmektedir. Bu demektir ki, “kapitalizm her zamanki gibi bir yolunu bulur” anlayışıyla geçmişin kurtuluşa götüren ve bu yüzden de “denenmiş” olan teori ve pratiğini içinde yaşadığımız tarihsel dönemin özelliklerini görünmez ve anlaşılmaz kılacak şekilde kullanan ve herkese empoze etmeye çalışan “radikal” devrimci muhalifler, en azından büyük ve insanlın sonunun gelmesine mal olacak büyük bir yanılgı içine düşmüş bulunmaktadırlar.

“Ya kapitalizm, ya insanlık” sloganıyla kendisini ifade eden günümüzdeki toplumsal ve siyasal yapılanmanın en belirgin özelliği kendisini siyasi iktidar biçiminde ortaya dökmektedir. Nitekim sistemin kendi tarihsel sonuna geldiği ve bu yönde hızla yol aldığı günümüzde yönetim biçimi, geçmişteki dönemsel krizlerde ortaya çıkmış olan İtalyan Faşizmi veya Alman Nazizminin aksine, sürekliliği ancak muzaffer işçi sınıfı devrimleriyle sonlandırılacak bir seri devrimlerle ortadan kaldırılabilecek faşist diktatörlüklerin niteliklerine sahip iktidar yapılanmalarını ortaya çıkarmış bulunmaktadır. Biz, ancak kapitalist sistemin ölüm sürecine geçmesiyle açıklanabilecek “faşist” tipteki bu yapılanmaları, kendisine rehber olarak edindiği neo-liberal ideolojiye bağlı olarak “liberal faşizm” şeklinde adlandırmayı doğru bulmaktayız.

Liberal faşist iktidarlar, geçmişte İtalya ve Almanya’da görüldüğü türden olmasa bile “ırkçı” bir nitelik taşımaktadır: Yaşamaya laik görülen ve ölümcül sisteme yaptıkları hizmetlerinden dolayı “kazananlar” (winers) iktidarına karşı, “ölümü” hak etmiş olduğu iddia edilen “kaybedenler”in oluşturduğu (losers) ve birincilerin işsiz ve yoksul bıraktırdığı geniş emekçi halk kitleleri. “Kazananların” iktidarı “burjuva demokrasisi” kriterleri içine giren seçilmişlerin demokratik iktidarı değildir. O, Türkiye ve Fransa’nın bakanlar kuruluna bakınca somut olarak görüleceği gibi, icraatlarında halka hesap vermeyen düzen erbabı veya hizmetkarı unsurlardan oluşmaktadır.

Bu durum ise “parlamenter” tipteki “burjuva demokrasisi”nin var oluş şartlarının arttık yerleşik kapitalist düzenin kendisi için bile bütünüyle ortadan kaldırıldığını göstermektedir. Bir diğer gösterge ise, varlığı tehlikeye giren emekçi halk kitlelerinin “burjuva parlamanterizmi”nden el çekerek “doğrudan demokrasiye” yönelmiş olmasıdır. Tıpkı Fransa’daki “Sarı Yelek” hareketinde karşımıza çıktığı gibi…

Sonuç itibariyle günümüzdeki kapitalizmin kendi sistemiyle birlikte bütün insanlığı da yok oluşa doğru sürükleyen ve mutlak bir kopuşa işaret eden çelişkilerini şöyle özetleyebiliriz:

1) Varlığın biricik göstergesi olan olgular planındaki parçalanma, sadece rasyonel (akılcı) bir örgütlenme biçimi olan kapitalist sistem ile rölasyonel (ilişkisel) bir örgütlenme biçimi olan insan toplumu arasında toptan yok oluş-ediş sürecinde ortaya çıkan çelişkide ifadesini bulmaktadır. Kapitalist sistem, sermayenin toplumsallaşmasının büyük bir hızla ortadan kalkmasıyla birlikte aynı hızla azalan bireylerin toplumsal entegrasyonun ortadan kaldırılması olguları tarafından tanımlanır bir hal almış bulunmaktadır. Bu tanımlamaya uygun olarak ve insan varlığına müdahil bir olgu olarak, birey ve toplum da aynı hızla ve temelli bir şekilde birbirlerinden uzlaşmaz bir çelişki oluşturacak şekilde ayrışmış ve biri diğerinin düşmanı olan iki ayrı unsur haline getirilmiştir. Kapitalist sistemin “yeni düzeninin” ideolojik ifadesi olan “neo-liberalizm” ve siyasi ifadesi olan liberal faşizm, kendilerini sistemin yarattığı bu “birey-toplum” ikilemi üzerine inşa etmektedir. Olgular planında bu durumun en somut göstergesi ise aşırı bireyleşme veya “ötekileri” devre dışı bırakan bireycilik olmaktadır. Bizim “liberal faşist” olarak adlandırdığımız güruh, varlığını şeytana teslim eder gibi “kapitalist sisteme” bağışlamış, bütün başarısı “ötekileri” çeşitli biçimlerde ortadan kaldırmaktan ibaret olan birey profilinin içine dahil olan “bireyci” kişilerden oluşmaktadır. Biz, bu olgunun en elle tutulur biçimini edebiyat alanında “neo-liberalizmin” müdavimi olan yazarlarda gözlemlemekteyiz.1

2) Günümüz kapitalizmini belirleyen varoluşsal ikinci büyük çelişki, insan varlığını yönlendiren değerler sistemi ile kendisini ifade etmektedir. Bu düzeydeki ayırım, insan hayatına dair bir “değer” teşkil eden veya üreten her faaliyeti soyutlayıp sıfırlayarak bir tek değere yani “paraya” ve “sermaye temerküzüne” dönüştürmek faaliyeti ile, “para” ile birlikte “insan toplumu” ve “bireyselliği” de dahil olmak üzere değeri her türlü değeri yaratan emeğe dayalı üretim faaliyeti arasında oluşan uzlaşmaz çelişki üzerinden oluşmaktadır. Ekonomik faaliyet üzerinden aynı çelişki kendisini, ölü bir değere olan “para” veya “değişim değeri” ile insan varlığın sürekliliğinin sağlanması için kaçınılmaz olan ve doğrudan yaşanmakta olan hayatı temellendiren üretim faaliyetinin sonucunda “iş gücü” sarf edilerek yaratılmış olan “kullanım değeri” arasında oluşan temelli kopuş sonucunda var olan çelişki üzerinden ifade etmektedir.

3) Kapitalist sistem ile insan toplumu ve sermaye ile insan emeği arasındaki temelli ayrışma kendisini aynı zamanda düşünsel planda da ifade etmektedir. Bu tür ayırım kurgusal nitelikli gerçeklikle maddi nitelikli gerçeklik arasındaki temelli kopmayla oluşmakta; ikinciden koparıldığında sadece anlamsız bir yazboz tahtasından başka bir şey olmayan birincisinin yine de onu belirlemeye çalışmasıyla kendisini ortaya çıkarmaktadır. Bu çelişkinin somut eylem planındaki anlamı, kurgu ile temsil edilen “hiçliğin” (ölümün), madde ile temsil edilen “varlığa” (hayata) üstün getirilmesi çabasından başka bir şey değildir.

Görüleceği üzere, günümüz kapitalizmini belirleyen başlıca üç çelişkinin birbirlerini besleyerek sağlamlaştırdığını, bu yüzden de insan ve insanlaşma sürecinde kendilerini her defasında “ölüm” ile “hayat” veya varlık ile yokluk arasındaki çelişkiye indirgendiğini tespit etmemiz gerekmektedir. Bunla birlikte, kapitalizm ile insanlık arasındaki çelişki ile de belirginleşen bu varoluşsal çelişki halinin daha iyi anlaşılması için “İnsan nedir?” veya “insanlaşma nedir?” sorularına daha fazla açıklık getirmemiz gerekmektedir.

İnsan ve insanlaşma nedir?

İNSAN, tanımı çok güç bir kavram. Zorluk; somut bir varlık olarak insanın çok boyutlu bir varlık olmasından ileri gelmekte. İnsan varlığının “İnorganik evrenin” bir parçası olduğu gerçeği hiç ama hiçbir zaman ve şekilde akıldan çıkarılmaması gerektiği kadar önemli; “insan düşmanı” ideologların2, içinde yaşadığımız neo-liberal abluka şartlarında; artık ipliği pazara çıkmış olan inanç sistemleri ve skolastik ile aldatmayı bırakıp, “akıl” ile aldatmaya başladığı ortadadır.

İnsan tabii ki “organik evren” dediğimiz evren kesitini de içeriyor, hem de kariyerine öncelikle “hayan mı hayvan” bir varlık olarak. Kendisine kimliği sorulduğunda “ben hayvan değilim, işte ispatı” diyerek spontane bir şekilde ileri sürdüğü, o yere göğe sığdıramadığı “akıl yetisini” yalancı şahit göstererek işin içinden sıyrılmaya çalışması, aslında hala evrime direnen “hayvanlığını” gizlemeye çalışmasından .

Oysa ki daha başlangıçta yani 2 milyon yıl öncesinde onun İki kere “hayvan” olması, “akıl” dediğimiz yetiden mahrum, evrenin kendisini içgüdülerine terk ettiği bir varlık olmasından değil, “hayvan + 1” olmasından; yani evrenselleşerek kendi kendini sürekli aşan bir varlık haline gelmekte olmasından kökenleniyordu. Diğer bir deyişle, sürekli bir oluş ve yeniden oluş halinde olan bilinen evrenin en donanımlı nesnesi şeklinde diğer canlılara göre farklılıklar göstermesiyle ayrışıyordu. Bilim insanları genellikle “insansı” (“hominidé”) olarak nitelemekte, en uca doğru sürekli bir devinim gösteren “hayvan + 1” olan bu insanlaşma sürecinin namzedi insanı tanımlamaktaydı.

Bizim “insansı” insanımız, yaklaşık 2,2 milyon yıl öncesinden başlayarak, evriminin belirli bir aşamasında temelli bir adım daha atarak “insan kere insan”a veya “insan +1”e dönüşecektir. Aynı zamanda bir “nitelik” değişimini” de ifade eden, belli bir eşiği aştıktan sonra çeşitli alt türlerden geçerek, kendisi kendisini de bir “insan +1” olarak aşmış, günümüzde varlığını sürdüren bir alt tür olan “Homo Sapiens”e kadar kendi kendisini donatmaya devam ederek evrendeki konumunu sağlamlaştırmaya devam etmiştir.

Ancak, nesnel bir süreci tanımlayan bu durum tespiti, türlerin zaman-mekan içinde art arda dizilmiş olduğu olgusundan yola çıkılarak, “insanlığın başlangıcı hangi insan türünden itibaren gerçekleşmiştir?” tartışmasını gündeme getirmektedir. Soru tam olarak sorulduğunda şu biçimi alacaktır: İnsanı insan yapan belli başlı ve bugüne kadar taşınan özellikler nelerdir ve hangi insan türünden itibaren ortaya çıkmıştır? Öncelikle bu soruların cevabının, evrendeki insan varlığının kapitalizm tarafından sorun haline getirildiği günümüzde illaki siyasi ve ideolojik bir nitelik kazandığını belirtmemiz gerekmektedir.

İnsan tanımının, alışılmış akademik düzleminden taşarak yoğun bir şekilde siyasallaşmış olduğunun en somut örneğini Y. Harari’nin yakın zamanda kaleme aldığı ve tek bir amacı, yani evrendeki insan varlığının yok olmakta olan kapitalist sisteme uygun hale getirilmesini hedefleyen “Homo Sapiens” adlı kitabı oluşturmaktadır. Neoliberal bir anlayışla ve insanlığa kendi varlığının ortadan kaldırıldığı “mahşeri” sayılacak bir gelecek hazırlamak amacıyla yazıldığı ortada olan bu yok oluşa çağrı niteliğindeki kitapta, “akıllı insan” olarak nitelenen “homosapiens” adlı türün seçilmesi tesadüfü bir şey olmayıp, doğrudan doğruya sistemi yaratan çelişkiler yumağında “rasyonel” olanın “rölasyonel” (ilişkisel) olanı, “kurgusal” olan gerçekliğin “maddi” gerçekliği kısaca ölümün insan hayatını belirlediği düzenle ilişkilidir.

“Harari olayında” dikkate alınması gereken yan, bizce vulger bir “anti-komünist” ve emek düşmanından başka bir şey olmayan birinin yazdığı kitabın içeriğinden ve hatta amacından da bağımsız olarak ele alınması gereken, “insanlaşma” konusunun en geniş okur-yazar kitlelerinde büyük yankı uyandırmış olmasıdır. Kitabın okuyucularının –veya satın alanlarının- dikkate değer sayıda olması olgusunu biz, bu konun insanlar için büyük bir beklentiye karşı geldiği olgusuyla açıklamaktayız. Dolayısıyla, Harari’nin ileri sürdüğü ölümcül tezlerin bir eleştirini yapmış birisi olarak, insanlaşma sürecinin yani “hayvan + 1”den (nicel birikim süreci) “insan + 1” e (nitel sıçrama ve sonrası) geçişin “Homo Erectus” (“ayağa kalkmış insan”) ile başlatılmasını uygun görmekteyiz. Böylesi bir tercih yapmış olmamız, “insanın atası” sayılabilecek bu türün gerçekleştirdiği üç özellikten dolayı olmaktadır.

Bu özelliklerden birincisi insansı “hayvan + 1”’in ayağa kalkmasıyla ellerinin özgürleşip ana gövdeyle göre yeni bir biçim alması ve yeni işlevleri yerine getirir hale geçmesidir. EL’in özgürleşmesinin doğal sonucu olarak, ağırlıkla bir hayvan olarak kabul edilebilecek olan “insansı”, evrimleşerek daha önce sahip olmadığı yepyeni ve bugüne gelinceye kadar evrendeki insan varlığını belirleyecek olan olağanüstü bir nitelik kazanmış olmaktadır. Böylece geçmişte kalan bir tür “hayvan”, kendi varlığı ile arasında bir kopma yaratacak faaliyete koyulmuş olacaktır: Yaratma faaliyeti. Veya tam olarak ifade edersek bireylerin ellerinden dökülen emeklerini sarf ederek kendi yaşam alanlarını genel adıyla “insan toplumunu” yine bizzat kendilerinin doğalarına uygun olarak yaratma faaliyeti…

Paleontologların buluşlarına göre Homo Erectus’un dünyada boy göstermeye başlamasından sadece 200 bin yıl kadar sonra “alet yapan” Homo Habilis’in, yani becerikli insanın gezegenimizde boy göstermeye başlamasının hiç de tesadüf eseri olmadığı böylece anlaşılmış olmaktadır. İnsanların “yaratma faaliyeti”, bir canlı türü olarak diğer canlılara göre “otonom” bir karakter taşımaya başlamasının artık geri dönülmez bir sürece dönüştüğünün en bariz delili olmaktadır: Doğrudan beslenme faaliyetinin dışında “alet icat etme” ve gerçekleştirme faaliyeti! Ayağa kalkma faaliyetinin ve böylece EL’in özgürleştirilmesinin doğal bir sonucu olan bu faaliyet ile birlikte, insan hayatının “sürü” (la horde) şeklinde gerçekleşmesinden, “toplum” (sosyete, cemiyet) şeklinde gerçekleştirilmesine geçişte geri dönülmez bir eşiğin daha aşıldığının, dolatışıyla “insan + 1 + 1…” sürecinin başladığının resmi olmaktadır.

(Konuyu daha derinlemesine kavramak isteyen okuyucular için Neil Faulkner’in başyapıtı Marksist Dünya Tarihi: Neanderthallerden Neliberallere önerilir-editör)

EL’in özgürleştirilmesi ve emek seferberliğinin başlatılmasının en önemli ve insanın varlığının oluşumunda devreye giren dinamiklerin belirlenmesinde tayin edici olan sonucu, “otonomlaşmaya” bağlı olarak yeni süreçlerin ortaya çıkmasına önayak olmuştur: Bireyleşme ve toplumsallaşma süreçleri… Bireyleşme süreci, yaratma faaliyetinin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır; çünkü her “yaratma faaliyetinin” gerçekleşmesi için “canlı emek” gerektirmekte, o da faaliyetin öznesini yani bireyi öngörmektedir; “ilk insanların” mağaralarda ürettikleri sanat eserlerini kendi ellerini kopyalayarak imzalamaları bireyleşme sürecinin geçmişine dair en somut göstergesi olarak kabul edilebilecektir. Toplumsallaşma süreci ise artık otonom bireylerden oluşmaya başlayan insanların emek sarf ederek kendi yaşam alanlarını bizzat kendilerinin yaratmaya başlaması faaliyeti ile birlikte ortaya çıkar. Verilmiş (kendinde) bir birliktelik olan “sürü” topluluğu halinden koparak uzaklaşan ve aynı zamanda “kendi için” var olmayla karşı karşıya kalan insan bireylerinin varlıkları, ancak kolektif olarak ve deney ve bilgi aktarımı ile gerçekleşen bu “toplum yaratma” eylemi sırasında, bizzat kendi yarattıkları toplumun aldığı biçimi tarafından belirleneceklerdir. Toplumsallaşma dediğimiz belirleme-belirlenme faaliyetinin sonucunda ortaya çıkan bu süreç, zamana ve mekana yayılmış bir süreç olmaktadır. “İnsanlaşma” olarak adlandırdığımız süreç, işte bu şekilde ortaya çıkan bireyleşme ve toplumsallaşma süreçlerinin, insan varlığı söz konusu olduğunda, yine zaman ve mekan içinde gerçekleşen bir sentezinden ibarettir.

İnsan türünün başlangıcının Homo Erectus ile başlayan ikinci temel özelliği, düşünme yetisinin somut sonuç doğuracak bir şekilde ortaya çıkmaya başlaması ve buna bağlı olarak beyin organın ortaya çıkan yeni durumda hızla gelişmesi olayı ile kendisini ifade etmektedir. “Erectus”un paleontolojik ölçekte neredeyse “torunu” sayılabilecek olan “Habilis”in çok daha gelişkin bir beyin yapısına sahip olması olgusu, bu alandaki somut bir veri olarak kabul edilebilecektir. Başlıca faaliyeti emek seferber ederek “alet yapma” olan Habilis’in aynı zamanda gelişkin bir düşünce yetisine sahip olduğu olgusu, düşünce faaliyetinin toplumsallaşma yani insan bireylerinin kolektif olarak kendi varoluş şartlarının yaratılmış olduğunun en bariz göstergesi olmaktadır. Bu demektir ki, Harari türünden birini, insan varlığını “kapitalist sisteme” kurban ederek yok etme gibi siyasi ve ideolojik bir nitelik taşıyan faaliyetinde taraf olanların iddia ve ima etmelerinin aksine, düşünsel faaliyet ve düşünce yetisinin zaman ve mekan içine yayılarak sürekli bir şekilde evrimin her dönemecinde harekete geçirilmesi, soyut bir biçimde El’den bağımsız bir beyinin yine kendi bağımsız evriminin bir sonucu olmadığını göstermektedir.

Dolayısıyla, sermaye-sever bir yazar olan Harari türünden “akıllı” değil ama “akılcı” olanların insanın başlangıcını en akıllımız “Sapiens” ile başlatmasının nedeninin şu olduğunu ileri sürebiliriz: Toplumlaşma faaliyetinin ve insan hayatının sürekli yenilenmesini gerçekleştiren üretim faaliyetinin arkasında “insan emeğinin” bulunduğu ve emek sarfiyatının öznesi emekçinin olduğu gerçeğini gözlerden gizlemek… Bu tür insan müsveddelerinin “Sapiens”e sahip çıkar görünmelerinin bir tek amacının olduğunu; insanlığı, “aklı” kullanarak bir cesetten farksız olan sisteme “taze kan” olarak taşımak olduğunu sürebiliriz. Günümüzde tek başına “emek cephesinin” temsil ettiği insanlığın özgürleşmesi veya kurtuluşunun sınıf mücadelesinin sonucunda gerçekleştirilmesiyle birlikte “insan aklı” da, sermayenin suya düşen yılana sarılır gibi sarıldığı “akılcı düşüncenin” (rasyonalizm) ahmaklaştırıcı etkisinden kurtularak özgürleşebilecektir.

Homo Erectus ile ortaya çıkan üçüncü temel özellik “algıların” ve/veya insanın görüş ufkunun gelişmesi olacaktır. Ayağa kalkan insanın bakışı insansıların aksine sadece “yeryüzü” olmaktan çıkarak, görüş açısının içine yıldızlarla süslü gökyüzünü (kozmos) de dahil edecektir. Bunun akla ilk gelen anlamı, bütün varlığıyla yeryüzü ile sınırlı olan bir “inşasının”, kendi yaşam alanının gerçekte bütün evren olduğu, kendisinin bütün varlığıyla evrene bağlanmış olduğunun bilincinin ortaya çıkmasının başlamasına tekabül etmektedir. Bu durumun bir diğer ifadesi, bir yandan düşünülebilecek her şeyin “maddi”, yani algılar üzerinden tanımlanacak tabiatta olmuş olmasının yanında, evrendeki nesne ve olaylarla ilginin bilincine varılması olgusudur. Bu duruma, olayların ve şeylerin aralarındaki ilişkinin aslına uygun olarak kurulabilmesinin, ancak soyutlama faaliyetinin -yani düşünce faaliyetinin- sayesinde kurulabileceği gerçeğini de ilave etmek gerekecektir.

Harari’nin kitabında olduğu gibi, bütün neoliberal düşünce erbabında da görülen, soyutlama faaliyetinin bir ürünü olan “kurgusal gerçeklik” ile, somutlama yani üretim yani yaratma faaliyetinin sonucunda oluşan “maddi gerçeklik” arasındaki diyalektik ilişkiyi yok sayarak birincinin ikinciyi belirlediğini ilan etmeleri olgusu, doğrudan doğruya “ayağa kalkan” isyankar insan ile kendisini emeğin yani hayatın dışında bir kasaya hapseder gibi uyduruk bir kurgusallığın içine mezara gömer gibi hapsetmesi olgusu arasında doğrudan bir ilişki bulunmaktadır. Aynı şekilde, evrendeki insan varlığının gelişiminin yönünün ölüme doğru yönlendirilmesi ile karakterize edilen bütün bu ilişkiler yumağının varlığı ile, Harari’nin oluşa başlangıç olarak “Homo Sapiens”i almasıyla doğrudan bir ilişkinin bulunduğu gerçeğinde olduğu gibi…

İnsanın evrendeki yeri nedir?

İnsan kavramının çok boyutlu olan somut bir varlık biçimini içermiş olmasına bağlı olarak, bu sorunun birçok cevaba indirgenebilecek de olsa, “İnsan nedir?” sorusunun aslında bir tek cevabı bulunmaktadır: İnsan evrenin ta kendisidir. Diğer bir deyişle, evren gibi hemen şimdi ve burada olan bir nesnelliğe sahiptir. Ancak bu nesnellik, oluş halinde olmadan var olamayacak olan bir nesnelliktir.3 O halde insan “oluş halindeki evrenin ta kendisidir” diye ekleme yapmamız gerekmektedir. Bu tanımlama ise onun, tıpkı gerçek evren gibi sürekli bir biçimde kendi kendisini aşan bir evren olduğu, yani sürekli olarak bir çeşit “Evren + 1” olduğunu gösterir.

Evrenin oluş halinde olmasına bağlı olarak insan varlığının “evren + 1” şeklinde oluşması, onun göreceli bir otonomiye sahip bir bütünlük olarak, “her istikameti ayrı bir yön” olan dört boyutlu evrende “uçlarda” yer aldığının bir göstergesidir. Tam olarak ifade etmek gerekirse evrenin bütünü ile ilgili bilgilerimizin henüz çok sınırlı olmasına bağlı olarak, insan varlığı diye tanımladığımız şeyin “en uçta” yer aldığını söyleyemesek de, bu varlığın “insan + 1” olarak tanımlanmasından yola çıkarak kendi kendini aşan evren olarak da tanımlanması gerektiğini ileri sürebilme durumundayız.

“Kendi kendini aşan evren” (“evren + 1”) olgusuyla, “kendi kendini aşan insan” (“insan + 1”) olgusunun örtüşmesi, insan varlığının “kendi kendini aşan evren” şeklindeki tanımlanmasında doğruluk payı olduğunu göstermektedir. İnsanın varlığı evrenin varlığının en azından işlerlik açışından örtüşmesi olgusu bizi, bu olgunun tespitinden itibaren iki unsur arasında açıklamaya muhtaç başka yanların olduğu gerçeğine taşıyacaktır. Şöyle ki;

1) İnsanın olduğu gibi evrenin varlığının da öznelliği bulunmaktadır. Bu ise her iki unsurun da kendi varlıklarının ve onların varoluş şartlarının yaratıcıları olduğu anlamına gelmektedir; tıpkı “insansı”dan sıçrama –veya kopma- yaparak oluşan “homo erectus” ile deklanşe edilmiş olan insanlaşma sürecinin bütününde olageldiği üzere… Ancak, kendi öznel faaliyetlerinin sonucunda oluşan veya “yaratılan”, bu iki ürün birer nicelik ve nitelik bütünlüğü olarak örtüşmez. Yani evrenin varlığı ile insanın varlığı birer ayrı ayrı bütünlük olarak örtüşemez. Dolayısıyla, bu iki bütünlüğün öznelliği de işlevsel özelliklerinin (“oluş” halinde olmadan var olamama) aynı olmalarının dışında örtüşmeyecektir. Evrenin öznelliği evrenin kendisine benzemektedir; bizler bunu kendi kendisini yaratırken üretilen çeşitlilikten anlamaktayız. İnsan varlığı bu çeşitliğin içindeki öznelliklerden birisidir; ama “en uçta” yer alan bir öznellik. İnsanın öznelliği “ürün” olarak bir anlamda “kendi evreni” olarak kabul edilebilecek olan “insan toplumunu” yaratmıştır. Ancak, insanın öznelliğinin taşıyıcısı olan “özne-bireyler”, nesnel olarak gözlemlenerek ölçülebilen “insan toplumunun” hem yaratıcısı ve hem de ürünüdür. İnsanın toplumsallığı da bütün insan varlığı gibi oluş halinde olmadan var olamayan evrenin ta kendisidir.

2) Evrenin varoluşu olduğu gibi insanın varoluşu da, en genel anlatımıyla “eksi” ve “artı” kutuplar arasında görülebilecek çelişkilerin ürünüdür, kendi iç çelişkilerinin… “Evren +1” ve/veya “insan + 1” şeklindeki ifadelendirmeler, “oluş” olayının arkasındaki çelişkilerin gerçekte iç çelişkilerden başka bir şey olmadığının göstergesidir. Evrenin iç çelişkileri “eksi” nitelikte olduğu kabul edilen “uzay” ile “artı” nitelikte olduğu kabul edilen “zaman” mevhumları arasındaki birbirlerini karşılıklı olarak var eden çelişkilerdir. Aynı nitelikteki çelişkiler, insan varlığı söz konusu olduğunda, toplum ile tarih arasında birbirlerini karşılıklı olarak yaratan unsurlar arasındaki çelişkiler olacaktır. Bu çelişkilerin bir diğer ifadesi, yaratma faaliyeti için seferber edilen “emek” taşıyıcısı “özne-birey” ile “yapılandırılmış uzay demek de olan “toplum” arasındaki karşılıklı olarak yaratıcı (diyalektik) olan çelişkidir.

3) Bizce; bu tür çelişki içeren yaratıcı ilişki, aynı zamanda toplumsal varlığın nesnel koşullarını yaratan üretim faaliyeti ile, özellikle de ortaya çıkan ürünün tasarlanmasında ve “toplumsal ilişki” biçiminde yapılanmasında müdahil olan “akıl” yetisi arasındaki ilişkidir. Emek ile akıl faaliyetleri arasındaki çelişki, karşılıklı olarak birbirlerini yeniden yaratırken –ilerleme olayı- insan toplumunu dolayısıyla evrendeki insan varlığını da yaratan ilişkinin bir diğer ifadesidir. Emek ile akıl arasındaki bu çelişki, başta da belirttiğimiz gibi bir “kara deliğe” dönüşen kapitalist sistemin insanlık karşısındaki bugünkü durumunu karakterize eden “nesnel gerçeklik” ile “kurgusal gerçeklik” arasındaki çelişkili ilişkidir. Bu durumda “insanlık” nesnel gerçekliğe, “kapitalist sistem” ise kurgusal gerçekliğe tekabül edecektir…

4) Evren ile insan arasındaki ilişkinin tam olarak anlaşılabilmesi için, bu iki unsuru “oluş” halindeki öznellikler olarak da ifade eden “evren + 1” ile “insan + 1” arasındaki ilişki açısından ele almamız ve buna bağlı olarak da insanın evrenin en ucunda olması olgusun ne anlamı olabileceği olgusuna açıklık getirmemiz gerekecektir. Bu durumda, kendisi oluş halinde olmadan var olamayacak evrenin en ucunda olan insanın konumu, “evren + 1”in tam olarak “+ 1”ine karşı gelmesi gerekecektir. O halde, insan kendi kendini yaratan bilebildiğimiz evrenin “yaratıcılık” haline tekabül etmiş olacaktır. Bunun yanında, bu olgu tespitinin anlamı, “evrenin yaratıcısı insandır” gibi her türlü maddi gerçekliğin dışında bir anlamı kesinlikle barındırmaz! İnsan, ancak kendi kendisinin yaratıcısı olan evrenin doğrudan bir uzantısı olarak “evrenin ucunda” bulunmaktadır; yani o, evrenin ürünü olarak onun “kendi kendisini yaratma” işlevini kazanmıştır. Zaten onun yaratabildiği tek şey eninde sonunda kendi varlığının, “üretim faaliyeti” üzerinden sürekli bir şekilde yeniden yaratılması ile sınırlıdır. İnsanın “bireyselliği” yani öznelliği, kendi kendisini yaratırken ve ancak onunla sınırlı olarak, evrenin kendi kendisini yaratma (evren + 1) sürecinde üzerine düşen görevi yaratma faaliyeti ile sınırlı kalacaktır.

5) “Evren + 1”in tam olarak anlamlandırılması bize, “insan + 1”İn yani kendi varlığını yaratma faaliyeti içinde “oluş” halinde olan insanın “+ 1”inin ne anlama geleceğinin üzerinde yeniden durmamızı gerektirmektedir. Bu durumda, “insan + 1”in “+ 1”i bireye yani insanlaşmasının öznesine karşı gelmektedir. Ancak, insan varlığını her durumda yaratan bir tek “birey” değil, ama her biri kendi varlıklarını da yaratmak üzere bir araya gelmiş olan bireylerdir. Böylece, bu bireyler, üretim faaliyeti içinde kendi varlıklarını yaratırken, o varlığın var oluşunun ön şartını yani “insan toplumunu” da yaratırlar.

Sonuçta, insan bireylerinin canlı emek sarf edip kendi bireysel varlıklarını yaratarak aynı zamanda insan toplumunu da yarattıkları doğrudur, ama bu işlevi ancak kendilerinden önce var olan ve evren-insan ilişkisinde görüldüğü gibi kendi öznelliklerine göre bir aşkınlık ifade eden toplumsal yapılanmaların bir bireyi olarak gerçekleştirirler. Toplumsal yapılanmanın içinde bir “teklik” ifade eden “insansan bireyi”, sürekli bir şekilde toplumsallık yaratma faaliyeti içinde hem kendi öznelliklerini yaratırken hem de “toplumun üyesi” olma anlamına da gelen “toplumsal özne” veya kısaca “özne-birey” haline gelirler. Bu “özne-birey” aynı zamanda “insanlaşma” sürecinin de öznesi haline gelmiş olacaktır.

Toplumsallaşma ve bireyleşmenin ürünü olarak insanlaşma.

Toplum: İnsan varlığının, o var olmadan kendisinin de var olamayacağı bir zaman mekan bütünlüğü olarak toplum; evrenin organik veya inorganik diğer bütün kesitlerini içerdiği gibi, zaman (tarih) ve mekan (toplumsal yaşam alanları) düzenlemesi –doğal şartların müdahalesine rağmen- bütünüyle insan bireyinin kendi eseri olan toplum; hem de insan hayatının sürekli olarak yeniden üretilmesi için kaçınılmaz olarak her zaman güncellenen, her zaman aktif olan toplum…

Ancak, insan varlığını tanımlarken; “toplum veya toplumsallık içeriyor” demek, veya “toplumsallaşması” gerçekleşmeden insan varlığı da gerçekleşmiyor demek yetmeyecektir. Çünkü insan kendi içerdiği toplumsallığın yaratıcısının da bizzat kendisi olan, kendi “nev-i şahsına münhasır” bir varlıktır aynı zamanda. Toplumsallık yaratma eyleminin, altını sürekli olarak çizdiğimiz üzere, biricik öznesi bireyler olacaktır: Ancak ”Ötekiler” için olabildiği oranda “kendi için” var olabilecek olan kendi bireyler…

Dolayısıyla bu önerme iki önemli varoluşsal meseleye işaret eder. Birinci olarak, bireylerin yaşam enerjilerinin (emek veya işgücü) yoğunlaşmasıyla oluşan yapısal bir tabiata sahip olan insan toplumu tek başına kendi kendisinin öznesi değildir ve olamaz da. İkinci olarak, kendi için (pour soi) var olabilmesi için insan bireyinin ille de toplumsallık yaratmak zorundadır. Bu olgu, “insan tabiatı” dediğimiz şeyin toplumsallık olduğuna işaret etmektedir. Diğer bir deyişle, insan bireyi kendi kendisini yaratmayı, kendi yaşam alanını, yani toplum dediğimiz yapısal varlığı yaratarak başarabilecektir. Bu eylemin bir diğer ifadesi toplumsallaşmaktır; tam olarak ifade etmek gerekirse bireyselleşerek toplumsallaşmak!

İnsan varlığının toplum veya toplumsallık içermesi ve bu “kurucu eleman” olmadan kendisinin de var olamayacağı olgusu, onun aynı zamanda ve özellikle bireysel nitelikte yani öznel bir varlık olmasıyla da doğrudan ilintilidir. “Özne” olarak yeni toplumsallık biçimlerinin yaratılabilmek ise ancak ve ancak var olan toplumsal yapılanmadan ve onun eleştirisinin yapılmasından itibaren mümkün olabilecektir. Bu demektir ki; insan varlığının toplumsal ve bireysel (özne olma, öznellik anlamında) olma özellikleri aynı anda ele alınmadan tanımlanması mümkün değildir. Bu demektir ki; zaman mevhumu söz konusu olduğunda, “benim hikayem”in, eğer büyüklerimi, çağdaşlarımı ve gelecek kuşakları temsil eden “ötekilerin hikayeleri” ile karışmamışsa, ne yaşanması ne de anlatılması mümkün olamayacaktır. Bu demektir ki; insan bireyi, kendi varlığının sürekliliğini ancak bireyler arası kolektif bir eser olan toplumsallık veya toplum yaratarak mümkün hale getirebilecektir…

Toplumsallaşmanın, insanlaşma sürecinde bireyleşme ile birlikte iki temel yapı taşından birisi olmasının en somut örneğini, 12 bin öncesine tarihlenen ve insanlık tarihinin bilinen en eski yerleşim ünitesi olan Göbeklitepe höyüğü vermekte. Ortaya çıkarılan bütün kalıntılarının ışığında, konunun uzmanı bilim insanları, Göbeklitepe’nin kuruluşunu, dolayısıyla avcı-toplayıcılığın gezici topluluk hayatından neolitik dönemin yerleşik tarım toplumuna geçişin nedeninin “din” veya höyükteki tahıl kalıntılarından çıkarak yeni bir üretim faaliyetine hazırlık olarak gerekçelendirmektedir. Bu haliyle yaratılan tartışma, günümüzün ideolojik ve siyasi çelişkilerinin doğrudan bir şekilde dışa vurmasından başka bir şey olmamaktadır. Oysa ki insan varlığının bütünü söz konusu olduğunda, avcı-toplayıcı dönemi günümüze kadar uzanan neolitik döneme bağlamakta geçiş aşamasını temsil eden Göbeklitepe’nin kuruluşu, insan tabiatının bir tezahürü olan “toplumsallaşma” söz konusu olduğunda, çelişik bir durum olmaktan çıkarak, yeni bir toplum ve toplumsallaşma biçiminde, daha önceki deneylerin yoğunlaşarak yeni bir biçim almaya dönmesinde “ön adım” olma özelliği taşımaktadır.

Göbeklitepe deneyinden itibaren 5-6 bin sonrasına kadar süren “hazırlık dönemi” olarak adlandırdığımız dönemin sonunda yükselen ilk yerleşim üniteleri ve “şehir devletleri” ile taçlanan “neolitik dönem”, başlangıcında henüz tam olarak zuhur etmiş olmasa da, “köleci dönem” olarak adlandırdığımız ve aynı zamanda “özel mülkiyet” ve insan toplumunun “değer yaratıcı” canlı emek taşıyıcısı bireyler üzerinden değil de neticede ölü bir yapılanma olan “devlet” üzerinden biçimlendirildiği “sınıflı toplum” biçimine geçişi temsil etmektedir. Neolitiğin günümüze kadar uzanan bu bölümünde, geçmişin uzantısı olarak sınıfların ortaya çıkmasıyla sadece “toplumsal dışsallık” alanında değil ama insanın bireysel varlığı alanı söz konusu olduğunda da iki insan tipi ortaya çıkmış olacaktır.

Hatırlayalım: İnsansı hayvan olan “hominide”yi biz “hayvan + 1” ve insanın başlangıcı olarak ise “insan + 1” olarak kabul etmekteydik. Neolitik ile yerleşik hayata geçiş ile birlikte ortaya çıkan “sınıflı toplum” döneminde ise, “insan + 1”in, tıpkı “insan toplumu” gibi ayrıştığını ve ortaya böylece iki insan tipine karşı gelen ve ideolojik ve siyasi anlayışa göre iki türde değerlendirilen insan bireyi çıkmış bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, “hakim sınıf” bireyi olan ve tek başına “homo erectus”un mirasını sahiplenmiş görünen ve evrimleşen türün bütün getirilerinden faydalanan, nihayetinde “insan + 1” olduğunu iddia eden birey profilidir. İkincisi ise, evrendeki insan varlığını kendi emeğini faaliyete geçirerek sağlamasına karşın toplumsal yapılanmada “ezilen” veya “sömürülen” sınıfın üyesi olan ve varlık nedeni sadece ve sadece “hakim sınıf” bireylerinin hayat koşullarının sürekli iyileştirilerek var olmayı veya hayatta kalmayı hak ettiği iddia edilen ve hakim sınıf bireylerinin değer ölçeğinde yalnızca “insan – (eksi) 1” olarak ölçülen, nihayetinde jenerik bir biçimde “emekçi” olarak adlandırılan birey türü. Ancak, kolaylıkla anlaşılacağı üzere, “ayağa kalkarak” hayvansıdan çıkageldiği biçimiyle ellerini, akıl yetisini ve algılarını özgürleştirerek kendi kendini var eden “Homo erektus”un temsil ettiği değer ölçüsüne göre gerçekte durum tam tersi olmaktadır. Yani, durum iki insan tipinin insan varlığı karşısındaki konumları ters çevrilerek uygun hale getirildiğinde, ezilip sömürülmesine rağmen elleriyle insan türünün varlık koşullarını yaratan “emekçi” birey “insan + 1”, sömürücü olan diğeri ise “insan – 1” olarak değerlendirilebilecektir.

Neolitik dönemin, insanlık tarihinde Homo Erectus ile başlayan “insanlaşma süreci”nin en üst aşaması konumunda olduğu kabul edilmektedir; bu ise toplumsallaşma ve bireyleşmenin en üst düzeyde seyrettiğini öngörecektir. Bu tespitten sonra akla şu sorular gelmektedir: 1) Nasıl oluyor da bu dönemde toplumsal sınıflar ile birlikte ikiye ayrılan ve her şeyin tersine dönüştüğü insanlaşma sürecinde bir önceki dönemde topyekun “+” (pozitif) değer taşıyan insanlığın ve değer yaratan biricik unsuru olan “emekçiler”, ilerlemenin “-“ (negatif) kutbuna itilerek sanki “insanlaşma karşıtı” imiş gibi işlem görmektedir?; 2) Nasıl oluyor da, en az 5 bin yıllık bir ömür biçilen sınıflı toplumda, pratik olarak olmasa da ideolojik-teorik olarak “hayvanlaşmaya” doğru yönlendirilen emekçi sınıfın üyeleri, bu sürede insanlaşma sürecinin başlıca özneleri olmalarına rağmen bugün de en azından nesnel olarak kendilerine hakim sınıf üyeleri tarafından biçilen bu konumda bulunmaya devam etmektedir?

Birinci sorunun cevabı ancak insanlaşma sürecinin iki bileşeni olan bireyleşme ve toplumsallaşmanın, sınıf çelişkilerini oluşturan ezen ve ezilen sınıfların örtüştürülmesi olayı ile açıklanabilecektir. Bu durumda “ezen sınıf”, bireyleşme süreci ile örtüşecek “özel mülkiyet” ve aileye dayalı “miras” hukuku ile birlikte belirginleşmeye başlayan “devlet” erkini de kullanarak “insan toplumuna” onun üzerinde bir varlık olduğunu dayatacaktır. Anlaşılacağı üzere bu durumda; devlet ile insan toplumunun, üretimin öznesi ile tüketimin öznesinin, akılcı olan düşünce biçimiyle ilişkisel düşünce biçimi, kısaca “insanlaşma” süreci ile sınıflaşma süreci bütün neolitik döneme yayılacak bir ayrışma sürecine angaje olmuş olduğu ortaya çıkacaktır. Sonuçta, dönemi karakterize eden, “ezen sınıf” için hayvani güdülerin özgürleşmesi ve bireyleşmenin bireycileşmeye dönüşmesi ile belirlenen bir tür “barbarlık” ile, “ezilen sınıfın” değer yaratmaya devam ederek insanlaşma sürecini tek başına sürdürmesine dayanan sınıf çelişkileri olmuştur. Marks ve Engels’in belirttiği gibi “insanlık tarihinin sınıf mücadelelerinin tarihinden ibaret olması” bundandır; “proletaryanın” yani emekçi sınıfının kendi kendisini ancak insanlık ile birlikte kurtaracak olması bundandır; onların öngördüğü üzere “komünist toplumun” yani ileri bir bireyleşme düzeyine karşı gelen yine ileri bir toplumsallaşma düzeyinin, başlangıçtaki parçalanmalara son vererek insanlaşma sürecini kendi özgün dinamiklerine yeniden kavuşturacak olması bundandır…

İkinci sorunun cevabı ise, neolitik dönemde çeşitli sınıf egemenlik biçimlerinden geçerek ve derin kriz dönemleri aşılarak da olsa, “toplumsal üretimin” gerçekleşmiş olması ve dolayısıyla biricik değer yaratan emekçilerin, hakim sınıf iktidarı ile biçimlendirilmiş olduklarından, “insan toplumu” olmaktan çok ancak “toplumsu” olan bir bütüne sömürülmek üzere de olsa entegre edilmiş olması, nihayetinde ise “emekçi sınıfın” üyelerinin “sömürülmek” için de olsa toplumsallaşmasının mümkün olmasıdır. Diğer yandan bu binlerce yıl süren süreç boyunca emekçilerin her şeye rağmen kendi sınıfı ile birlikte insanlaşma sürecine entegre olabilmesi, “sınıf mücadeleleri” yürüterek gerçekleşebilecektir. Böylesi şartlar altında emekçiler tarafından ve kendisini bütün insanlığın yerine koyan “hakim sınıf” engeline rağmen sıcağı sıcağına yürütülmeye devam ettirilen insanlaşma sürecinin en büyük kazancı “üretici güçlerin” günümüz kapitalizminde görüldüğü üzere, bir dönüm noktası oluşturacak kadar geliştirilmiş olmasıdır.

Üretici güçlerin gelişimi günümüzde, bir yandan olağanüstü üretim kapasitesi doğururken, diğer yandan sömürücü sınıfın, ezilenlerin gazabını geçici de olsa sakinleştirecek sömürü şartlarında “entegrasyon” imkanını da çok büyük oranda ortadan kaldırmaktadır. Böylesi sınıf çelişkilerinin derinleştiği maddi hayat şartları, sömürülen emekçi sınıfın çok büyük bir kesimini hakim sınıfa kurban edilmesi gereken bir kategori haline getirirken, diğer yandan da emekçilerin “toplumsallaşma” ve toplumsallaşarak insanlaşma talebini radikal bir şekilde arttırarak “komünist devrimi” ideolojik ve siyasi mücadelenin gündemine yeniden taşımaktadır.

Mevcut durumun en belirgin özelliği şudur ki; bütün sınıflı toplum ve sınıf mücadelelerinden oluşan insanlaşmanın tarihi, çok bütün neolitik dönemi karakterize eden yanılgıyı düzeltecek, hayvanlaşmanın yönü ile insanlaşmanın yönünü arasındaki maddi gerçekliğin tersyüz edilmesinden doğan olgunlaşmayı gerçekleştirmiş olacaktır. Bundan sonra yapılması gereken, insanlaşma sürecinin biricik özneleri olan emekçilerin kendi ideolojik ve siyasi gücünü göstererek, tıpkı “hayvan + 1”den “insan + 1”e geçişte olduğu gibi yeni bir devrimi gerçekleştirmesi olacaktır. Böylece şunu rahatlıkla tespit etmemiz gerekiyor ki; “insan ve insanlaşma nedir?” gibi bir soruya getirdiğimiz açıklama ile, mevcut durumun tespiti için getirdiğimiz açıklamalar karşılıklı olarak birbirlerini doğrulamakta ve insanlığın var olabilmesi için cevaplanması gereken soruları çözümlemede birbirlerine yardımcı olmaktadır.

——- / ——-

Diğer yandan yukarıda tartıştığımız konuları daha da açmaya çalışırsak, insanlaşma sürecinin iki bileşeni olan bireyleşme ve toplumsallaşmanın diyalektiği, belirttiğimiz üzere “özgürleştirilmiş” bireylerin toplumsal yapılanmaya entegrasyonunu da düzenler ve bunu gerçekleştirirken toplumsal sınıfların varlığını sürekli olarak – ve insan varlığının sürekli yenilenmesi olayının yerini almaya çalışarak- güncelleştirir. Toplumsallaşma olayı, insan hayatının sürekliliğini sağlarken aynı zamanda siyasi, kültürel ve düşünsel faaliyeti de yaratır, bu alandaki üretimi yapılandırarak depolar, zaman içinde iletilmesini ve sürekli bir şekilde güncelleşmesini sağlar. Bu durum, insan hayatının yeniden üretiminin kaynağının doğanın kontrolünden tedrici bir şekilde de olsa toplumun kontrolüne geçmiş olduğunun göstergesidir.

Neolitik dönemin ikinci yarısından itibaren gerçekleşen zaman-mekan yapılanması, insan bireyi ve toplumunun doğa karşısında özgün bir otonomi biçiminden bir diğerine geçişine işaret ederken (artık ürünün bireylere sağladığı “fazla zaman” sayesinde), diğer yanan da daha fazla “özgürlüğe” ve dolayısıyla “otonomiye” sahip bireylerin toplumunun yaratılmakta olduğunu da ifade eder. Günümüzde siyasetin ve sınıflar savaşının gündemine oturan komünist toplumda genelleşerek bütün insanlığa mal olacak süreç göz önüne alındığında, insanlık tarihinde atılan bu yeni adım, yeni türde ve insanın kendi yaşam şartlarını doğrudan kendilerinin yaratmasında temelli bir ilerlemeye tekabül etmektedir. Yeni toplumsal biçimlere yol açan böylesi yeni bir “toplumsal yapılanma” şartlarında, toplumsal zaman da doğanın belirleyiciliğinden daha da uzaklaşmış hale gelmiştir. Bu dönemin ortalarından itibaren, “yazıyı” icat eden “özgürleşmiş” yaratıcı bireyler, kendi tarihlerini de kendileri yazmaya başlamışlardır. Tarih yazımı ile belirli hale gelen biçim değiştirmiş toplumsal yapılanma ise, neresinden bakılırsa bakılsın, yaratıcı bireyselliklerin de katılımıyla sağlanan ürünün sağlanması, dönüşümü ve paylaşımı temelinde gerçekleştirilecektir.

Yeni türdeki insani zaman-mekan yapılanması sürecinde belirginleşen toplumsal sınıflar; “artık ürüne”, üretim araçlarına sahip olma hakkı temelinde “devlet aygıtını” kullanarak “el konulması” üzerinden gerçekleştirilmektedir. Toplumsal sınıflar, üretici güçlerin ve üretim koşullarının zaman içinde gelişimi ile birlikte çeşitli toplumsal biçimleri de oluştururlar. Antik dönemdeki “tarım faaliyeti” üzerinden gerçekleştiren toplumsal biçim, “köleci toplum” olarak adlandırılacaktır. “Sanayi devrimi” diye adlandırılan ve üretici güçlerin iş gücünden başka enerji tüketerek, çalışan “makineler” aracılığıyla insanın işgücü de katılarak gerçekleştirilen üretim faaliyeti şartlarında ortaya çıkan toplumsal yapılanma biçimi “kapitalist toplum” olarak adlandırılmaktadır. Birinci tipteki toplumsal biçimin hakimi “köle sahipleri” iken, ikinci tipteki toplumsallık biçiminin hakimi ise, toplumda “özgürleştirilmiş köle” olmaktan başka yer verilmeyen emekçilerin ”başlıca değer yaratan güç” olan iş gücünü sömürerek sermaye temerküzü gerçekleştirilen “sermaye sahipler” (kapitalistler) dir.

Toplumsal yapılanmayı, “üretim açlarını” ve ürünü özel mülkü haline getirerek kendi yararlarına düzenleyen hakim sınıflar, bununla birlikte bireylerin arasındaki toplumsal ilişkileri de düzenler ve zaman içinde ve üretimin şartlarına bağlı olarak değişikliğe uğratır veya yeni toplumsal biçimlerin kendininkinin yerini almasına vesile olur. Bir diğer tanımlamaya göre, toplumsal biçimlerin toplumsal yapılanmaya uygun biçimde hayata geçirilmesine toplumsallaşma denmektedir. Toplumsallaşma olayında, toplumsal yapılaşmanın birer parçası olan toplumsal kurumlar –aile gibi, okul gibi…- önemli roller üstlenir. Aile kurumu baştan beri eğitim ve öğrenim faaliyetini üstlenmiş bulunmaktadır. Ancak aile, bu fonksiyonlarını sonradan “okul” kurumuna devretmiş bulunmakta ve büyük oranda ailenin ait olduğu toplumsal sınıf veya “etnik” grubun kültürel norm ve değerleri üzerinden toplumsallaştırmayla yetinmektedir.

Toplumsallaşma aynı zamanda kendi korelasyonu (ilişkisi) olan bireyselleşmenin biçimini ve zaman içinde ulaştığı seviyeyi de belirleyecektir. İnsanlığın oluşumu için varoluşsal değerdeki bireyleşme ve toplumsallaşma süreçleri, birbirleri ile çeliştiği oranda insanlaşma sürecini oluşturmak için denge arayışı içindedir. Denge halinin “zaman ve mekan içinde kalıcılık” anlamına geldiği bilindiğinde, bir “kalıcı biçim” olmaktan başka bir anlamı olmayan kimlik oluşumunda da belirleyici olmaktadır. Sonuçta her bireyin kendisine yakıştırdığı kimlik de bu iki antropolojik süreç arasında kurduğu denge ile belirlenecektir. Kimlik bildirimi yerel (din, dil, milliyet, etnik grup, vb.) şeklinde gerçekleştirilebildiği gibi, içeriği çok zengin olan “insan” şeklinde de gerçekleşebilecektir. Bu anlamda, tek yanlı olarak “aşırı bireyleşme” “ve toplumsallık karşıtlığının” prensip olarak kabulü ve bu şekilde sürekli bir biçimde dengesizlik üretme faaliyetinde (neo-liberalizm) bulunulması şartlarında, bireyin kendisine “insan” kimliği takınmış olması tartışmalı hale gelecektir.

Aşırı bireyselleşmeci ve sermayenin –yani sadece kurgusal bir değere, paraya, sahip olan ekonomik unsurun – temerküzünün izini süren davranış çizgisinin insan toplumu ve bireyin toplumsallaşması üzerinde nesnel nitelikte yıkıcı bir etkisi bulunmaktadır. Normal şartlar altında, yani tarihin toplumsallaşma sürecini izlediği durumda sermaye, temerküzünü sömürüye de yol açan bir şekilde toplumsallaştırarak veya “özgürleştirilmiş” bireyleri entegre ederek gerçekleştirmektedir. Bu durumda, “kapitalist sistem” ile “insan toplumu”, sermaye temerküzünün tabiatı icabı oluşan krizlere rağmen örtüşme eğilimindedir; ama sadece ve sadece “eğiliminde” ve “sömürüye” önayak olduğu ölçüde… Oysa “neoliberal” dönem olarak da adlandırdığımız kapitalist sistemin toptan çöküşe geçtiği dönemde, “özgürleştirilmiş bireylerin” entegrasyonu imkansız hale gelecek ve “kapitalist sistem” ile “insan toplumu” arasındaki tarihsel örtüşme eğilimi de son bularak yerini karşılıklı olarak “yok oluş-yok edişin” hakim olduğu bir döneme bırakacaktır. Bu durum her şeye rağmen sistemi bitkisel hayata sürüklerken, kaybettiği işi ile birlikte bütün yaratıcılığını da kaybeden emekçi bireyi yeni toplumsal biçimler aramaya veya yaratmaya yönlendirecektir.

Bu süreç sonunda “yok ediciliğin” öznesi olan ve ancak sömürerek var olabilen sermayedarlar, yaratıcı güce sahip emekçileri kendi tarihsel kaderi ile karşı karşıya bırakırken, kendi varoluş şartlarını da ortadan kaldırmış olmaktadır. Ama artık kendi tarihinde veya insanlık tarihinde kendisine ayrılan sürenin de sonuna gelmiş olduğundan, artık yapacak başka bir şeyi de kalmamıştır: Eğer emekçi kitleler müsaade ederlerse, bütün insanlığın kaderini kendi kaderine bağlayarak içine “bitkisel hayatı” biraz olsun uzatmak isteyecektir.

İnsanlaşmanın ve toplumsallaşmanın halleri…

Bu başlık altında, insanlaşma süreciyle ilgili olan iki somut tartışma konusuna açıklık getirmeye çalışacağız: Eğitim ve İnsan Hakları…

  1. Bir toplumsallaşma türü olarak eğitim ve öğrenim

Eğitim ve öğrenimden bahsedebilmemiz için insanın adına her şeyin başladığı “Homo Erectus”a yine geri dönmemizi gerektirmektedir: İnsanın “özgürleşen” elleri ile bütün ekolojik dünyasını değiştirecek olan şaheserler yaratmaya koyulmasının başlangıcı olan “Ayağa kalkmış evren”e; şaheserlerini yaratmak üzere beynini özgürleştirerek aklını seferber eden “İnsan + 1” şeklinde tecelli eden evrene; ufkunu yerden göğe yükseltmek ve böylece göğü yukarıda asılı kalmış bir şey olmaktan çıkararak yeryüzündeki ilişkilere katmak için bütün algı ve duygularını özgürleştiren ve artık “kendisi için” ve kendi evinde (toplum) yaşamaya başlayan insana… Ve bütün bunların sonucunda ve hepsinden önemlisi, “sürüden” ayrılan insan bireyinin “yaratıcı” bir varlığa dönüşmek üzere kendi davranışlarını düzenleyebilme yetisi kazanan “birey-özne” olarak bugünkü anlamda toplumu da yaratmaya koyulmasının başlangıcına…

Eğitmek ve öğretmek “toplumsallaşma” diye adlandırdığımız faaliyetin özgün bir biçimidir ve insana dair olan her durumda olduğu gibi, “özgür” ve yaratıcı bir bireyselliği öngörür. Bu yüzden, her ne kadar henüz içinden çıkıp geldiği evrene ve hayatının sürekliliğini borçlu olduğu topluma karşı henüz mesafeli ve aynı zamanda muhtaç olan çocukluk ve gençlik çağına dair faaliyetler olarak görülse de, eğitim ve öğretim bireyin bütün yaşam çizgisi boyunca kesintisiz sürüp giden faaliyetlerdir veya öyle görülmelidir. Amacına ulaşabilmesi için, eğitim ve öğrenim faaliyetlerinin öznelerinin “özgür” ve bu faaliyetlerinin içeriğinin önü açık olması gerekmektedir.

Eğitim ve öğretim faaliyetleri aynı zamanda birer üretim faaliyetidir, dolayısıyla “insan + 1” kuralına tabidir. O halde, evrenin ve toplumun bütün yaşam alanlarına dair normların, usul ve yöntemlerin, edinilmiş ve yapılandırılarak (sınıflandırılarak) stoklanmış bilgilerin eğitmen ve öğretmenlerce basit bir transmisyonu ve eğitilen ve öğrenenlerin “zihnine kazınması” (Durkheim) olayı değildir. “Özne” olma hakkı sadece öğretmenlere özgü bir hak değildir; onlar zaten öğrencileri de “özne” olarak görmüyor ve faaliyetlerini ona göre düzenlemiyorlarsa, eğitmen ve öğretmenler olarak bir üretim faaliyeti içine girmiş sayılmayacaklardır. Bununla; eğer “özne” gibi kabul edilirlerse, öğrencilerin de yaratıcı bir faaliyet olan biçim, yöntem bilgi içeriği üretimine katılacağını düşünmekteyiz.

 (Özgürleştirici pedagoji kuramcısı Paul Freire-editör)

Öğrencinin üretime aktif olarak katılması, öncelikle soru sormak ve sorgulamak üzerinden gerçekleşmektedir. Bu sorular öğretmenin izlediği yöntem (pedagoji) ile ilgili olduğu kadar, içeriği oluşturan bilgilerle de ilgilidir. Öğrencinin sorgulamaları, dikkate alınıp doğru anlamlandırılarak değerlendirildiğinde, öğretmeni de aynı zamanda bir “yaratıcı” olarak üretim faaliyetine katmakta vesile olacaktır.

“İnsan + 1” insanı için, hayatına dahil olup da toplumsallaşmamış olan hiçbir şey bulunmamaktadır. Bunların arasında, “İnsan + 1” insanının “ayağa kalkarak” algılarını özgürleştirdiğinden beri bütün yıldızları ve galaksileriyle gökyüzünün toplumsallaşması da bulunmaktadır. Eğitim ve öğrenim; yeryüzü ile gökyüzünün birleştirilerek, bu faaliyete her yaş ve durumda katılan özgür bireylerin faaliyetleri ile bireyler arası ilişkilere katılması eylemidir. Bu faaliyetler, toplumsallaşan her tür bilgiye dayalı olan faaliyetlerdir. Bu demektir ki toplumsallık ve toplumsallaşma biçimleri, her türlü bilginin depolandığı, bireyden bireye, kuşaktan kuşağa iletildiği alanlardır. Dolayısıyla, toplumsallaşmayı yapılandırarak bireyler arasındaki ilişki akışını biçimlendiren toplumsal sistemler, eğitim ve öğrenim faaliyetlerini de düzenleyecek ve yönlendirecektir. Bunun en somut örneğini insanlık, kapitalist sermayenin yapılandırdığı “kapitalist sistemin” bireyler arasındaki bütün ilişkileri olduğu gibi eğitim ve öğrenim faaliyetini düzenleme sürecinde yaşadı. Temerküzünün başlangıcından itibaren sermaye, onu devasa rant oranlarına taşıyan bilim ve tekniğin hızla geliştiği “sanayi devrimini” ve buna bağlı olarak “Aydınlanmacı” düşünceyi destekleyerek, tamamıyla kendi özel mülkü olan “üretici güçlerin” gelişimine ekonomik, siyasal ve ideolojik planda önayak olmuştu.

Sermayenin “üretici güçlerin gelişimi” üzerinden bilimin ve teknolojinin gelişimine yaptığı yatırımlar ve verdiği siyasal desteğin aslında bir “ayı dostluğu” ilişkisinden başka bir şey olmadığı günümüzde hiçbir yanlış anlamaya mahal vermeden ortaya çıkmış bulunmaktadır. Sermayenin üretici güçlerin gelişimi üzerinden başlangıçta öğretim ve eğime yaptığı destek, sermayenin bizzat kendisi üzerinde de büyük etkiler yaratmıştır. Şöyle ki; başlangıçtan itibaren bu alandaki yatırıma ayrılmış ve “değişmeyen sermaye” olarak adlandırılan sermayenin toplam sermayede “canlı iş gücü” alımına ayrılan ve “değişen sermaye”ye karşı sürekli artmıştır. Diğer bir deyişle “sermaye temerküzünü” sağlayan “değişen sermaye”nin azalması onulmaz toplumsal sorunlar doğurarak azalırken, temerküze sadece “üretim verimliliğin arttırılması” şeklinde katkıda bulunan ve her seferinde daha fazla sermaye talep eden kesim –değişmeyen sermaye- azalmıştır. Bu durum, ise “kapitalist sistem” ile hiçbir işe yaramaz olarak gördüğü istihdam edilemez “artık nüfus” ile dolmaya başlayan insan toplumu arasında kesinlikle geri dönülemez bir kopma yaratmış, eğitim ve öğrenime ayrılan pay da, sistem için artık “katli vacip” duruma gelen kesim için gereksiz olarak değerlendirilmeye başlanmıştır. Üniversiteler başta olmak üzere bütün eğitim ve öğrenim kurumları büyük oranda kendi kaderine terk edilmiş, yönetim ve yönlendirilmesinde bilimsel olabilmesi için kapitalist sistem altında “özerk” de olması gerektiği ilkesini ortadan kaldırmak üzere eğitim ve araştırma kurumları doğrudan doğruya kapitalist sermayenin kontrolündeki işletmelerin inisiyatifine terk edilmiştir.

Toplumsallaşmaya saldıran kapitalist sermaye aynı zamanda insanın aklına, algılarına ve ufkuna, yaratıcılığına sınır getirmekte, aynı şekilde insan bireyinin özgürlüğünü -kendi yok etme-yok olma eylemine katılmasının dışında- ortadan kaldırmaktadır. Aynı şekilde, içinde yaşadığımız dönemde bilim ve teknoloji alanında şaşalı buluşları vitrinin önüne yerleştirmek, sermayenin zincirlerinden kurtarılmış ve toplumsal devrimlerle yeniden at başı giden bilimsel ilerlemenin, kapitalizmin empoze ettiği sınırlar içinde kaydedilen ilerlemeden kat kat fazla olacağı gerçeğini gözlerden gizlemekten başka bir işe yaramamaktadır. Kapitalizmin koyduğu sınırlar içindeki bilim ve teknolojiden faydalanma biçimi, ellerine fahiş fiyatlar karşılığında tutuşturulan “manyetik kart” veya “el telefonu” gibi aletler, aslında bireylerin davranışlarını kontrol etmek, özgürlüklerini sınırlamak ve hatta fiziki varlığına zarar vermekte kullanılmaktadır4. Kapitalist sistemin insan toplumu ve bireyine karşı başlattığı saldırılar, günümüzde liberal faşist diktatörlükler aracıyla gerçekleştirilmektedir.

  1. İnsan ve Hakları

”Hak” kavramı hukuksal bir kavramdır; bu sebeple açıklıkla tanımlanmış olup uygulaması belli kurumlar aracılığıyla gerçekleştirilir. Dolayısıyla, zaman ve mekan içinde devamlı surette insanlaşma ve/veya toplumsallaşma sürecinin evrilmesine bağlı olarak gelişme gösterecektir. Diğer bir değişle insanın bireyselliği ve kurumsal yapılanmalar, toplumsallaştıkları ve toplumsallaşmanın önünde engel olmak yerine onu daha da güçlendirdiği oranda “haktan” ve “hukuktan” yanadır; o oranda onu güçlendirir veya zayıflatırlar. “Hak” kavramının toplumsallaşarak yaygınlaşması “adalet” kavramını doğuracaktır. Adalet, bu durumda toplumun bütün bireylerine eşit olarak dağıtılmış ve onların aynı zamanda bireysel durumlarını da hesaba katan “hak” anlamına gelecektir.

Bunun yanında, insanlaşma sürecinin izini süren “insan ve hakları” kavramı “bireysel özgürlük” dolayısıyla da bireyleşme ile de doğrudan ilgilidir. Toplumsallaşma süreci insana dair bütün her şeyi taşıdığı gibi “yazılı hukukla” kaydedilmiş ve kurumlar aracılığıyla gerçekleştirilen “insanın hakkını” belirleyen yasaları da zaman içinde (tarih) taşır ve mekan içinde (toplum) yayarak yaygınlaştırır. Bu işlem, aynı zamanda bir sınır koyma eylemidir, insanın sürekli evrimleşme halinde olan iç ve dış etkenlerini hesaba katamaz. Bu iş için diğer bütün üretim faaliyetinde olduğu üzere bireysel yaratıcılığın müdahalesi gerekecektir. Böylece, insanlaşma sürecinin iki bileşeni olan bireyselleşme ve toplumsallaşmanın arasında mevcut olan yaratıcı çelişkinin diyalektiği, yine aynı türde çelişkili bir ilişki içinde olan ”hak” ve “ödev”i sürekli olarak birbirlerine dönüştürerek zaman ve mekan içinde evrimleştirir.

“Hak” kavramının aynı zamanda “birey”e ve bireyselleşmeye dair olması, çoğu zaman onu öznel nitelikte olan veya öznellikle (duygu ve algılamayla) sınırlı “vicdan” kavramıyla karıştırmamıza yol açmaktadır. Oysa ki, “Hak” zaman içinde taşınabilmesi ve toplumsal mekanda bütün bireylere “adaletli” bir biçimde dağıtılabilmesi için “nesnel olmak”, yani tanımlanarak yazıyla kayda geçmek durumundadır. “Vicdan” davası bir tek olay ve olaylar süreci ile ilgilidir; mesela doğal –kuraklık gibi- veya siyasi -savaş durumu gibi- nedenlerle yaratılan olağan üstü hallerde müdahaleyi gerektirir ve onlarla sınırlıdır. Belediyelerce ve çeşitli hayır kuruluşları tarafından yapılan “insani yardım” olarak adlandırılan müdahaleler de bu kategoriye dahil edilecektir ve sonuç itibariyle bir tür “toplumsal katılım” biçimi olarak kabul edilmiş olsalar bile, “hak” kavramı içine dahil edilemezler. Çünkü yardım eden ile yardım edilen arasındaki genellikle toplumsal konumları itibariyle “eşitsizliğe” dayanan ve çoğunlukla yardım edilmeyi gerektiren mesafenin ortadan kaldırılmadığı, aksine “geçici” olması hasebiyle bu mesafeyi koruyan bir müdahale biçimine karşı gelmektedir. Aslında, savaş esirlerinin geçmiş dönemlerdeki gibi artık öldürülmediği ama “köle” olarak çalıştırılmak üzere yaşamalarına müsaade edildiği dönemdeki hak, hukuk ve adalet anlayışıyla aynı tabiatlıdır

Hak ve adalet kavramları üzerinden gerçekleşen “zor duruma” müdahale toplumsallaşma ile taşındığından sürekli ve “eşitlik hukuku” temelinde yaygınlaştığı oranda yapısal niteliktedir; geçici değil ama süreklidir. Aynı zamanda nesnel olması ve açıklıkla tanımlanmış olmasından dolayı “evrensel” bir nitelik taşımakta ve toplumun bütün üyelerine yönelik olarak müdahale zorunluluğunu öngörür. Bir cümleyle özetlersek, “insani yardım” başlığı altında geçici olarak gerçekleşen müdahale sadece “sadaka” gibi vermeyi öngörür; hak, hukuk ve adalete dayalı müdahale ise her ne kadar biçimi ve içeriği tartışma götürse de paylaşmaya dayalı müdahaleyi öngörecektir.

Aynı şekilde, “sadaka verme” anlamına gelen “insani yardımın”, sosyoloji biliminin kurucularından olan Dürkheim’in “toplumsal ilişki” diye adlandırılan nesnelliğin tecellisi olarak gördüğü “dayanışma” (solidarité) ile de birbirine karıştırılmaması gerektiğini düşünmekteyiz. Zira sosyoloğa göre “dayanışma” toplumsallaşmanın kurucu prensibi olup yapılaşmaya dair olan “kurumsal” bir nitelik taşımaktadır. Bunun yanında, her çeşit yardımlaşma, doğrudan insanlaşmanın bir parçası olarak görüldüğünde, toplumsal yapılanmanın kurumlarının “aciz” veya “yetersiz” kaldığı durumlarda da doğrudan bireysel inisiyatiflerin harekete geçirilmesiyle “dayanışma” olayının bir biçimi olacaktır. Biz, “dayanışma” ile “sadaka verme” arasındaki farkın en göze çarpıcı örneklerini 50 binden fazla insanın hayatına mal olan son deprem felaketi sırasında da gözlemleme imkanı edindik; elindeki bir tomar kağıt parayı insanları azarlayarak dağıtan bir devlet başkanı, felaket yerine üç gün geç gelen ve bugün bile ihtiyaca cevap veremeyen hükümetin kurumsal yapıları ile, kolluk güçlerinin bütün engelleme çabalarına ve çok sınırlı imkanlara rağmen sahada mucizeler yaratan siyasi ve toplumsal yapılanmaların oluşturduğu ve daha çok “rant-severler” ile “insan-sever” gerçek muhalif kesim arasındaki göz kamaştırıcı çelişkiye bakarak görebiliriz.

Son olarak, “küreselleşme” olayını takiben belli bir ülkenin sorunu olmaktan çıkarak dünyanın bütün ülkelerinin sorunu haline gelen “kapitalist sistem” ile “insan toplumu” arasındaki, bütün insanlığı yok etme-yok olma sürecine sürükleyen çelişkinin, kurumsal temelli “toplumsal dayanışma” üzerine gerçekleştirdiği etkiyi ele almamız gerekmektedir. Kapitalist sistemi yönlendiren ama eskisi gibi toplumsallaşma kabiliyetini çok büyük oranda kaybetmiş olan sermaye, kendisini “bireysel hayat” şeklinde de olsa biraz olsun canlı tutacak temerküzü kendi ülkesindeki emekçi sınıfının daha önce uzun ve bazı durumda kanlı mücadeleleri sonucunda elde ettikleri kazanılmış ve kurumlarca (yasalarca) garanti altına alınmış haklarını gasp ederek ve/veya “hak” olarak var olan kazanımları “sadaka” statüsüne indirgeyerek ortadan kaldırmaktadır.

Dayanışma söz konusu olduğunda, kapitalist sistem ile insan toplumu arasındaki insan varlığını tehdit eden ölümcül çelişki, “insani yardımı” sanki toplumsal yapılanmanın kendisinin bir devamı niteliğinde olan “hak”, “hukuk”, “adalet” kavramlarının sahip olduğu statüye yükselterek kendi tabiatına yabancılaştırmaktadır. Uzunca bir süreden beri sayıları sürekli artış gösteren işsizler ordusunun bir parçası haline gelerek, “işsizlik parası” alma hakkını da kaybederek “emekçi” olma statünü de kaybedip adeta “kimlik kaybına” da uğrayan çalışan kitleyi her şeye rağmen hayatta tutmak için bir “sosyal yardım” parası kurumsallaştırılarak verilmektedir. Bu konuda, sermayeden yana siyasetin yeni planı 30-40 yıldan beri çeşitli adlar altında ve “koşula bağlı” verilen bu yardımı “evrensel bir hak” haline getirmek ve genelleştirmek olmuştu. Bu plan; insanlık ve insanlaşma adına orta ve uzun vadede son derece yıkıcı ve yok edici sonuçlar doğuracaktır. Böylece, bir yanda kapitalist sistemin sınırları içinde var olan ve “normal” olarak kabul edilen “insan” kategorisi, diğer yanda ise ekonomik faaliyetin dışına atıldığından üreticiliğini (yaratıcılığını) da kaybeden “2. Sınıf” insan kategorisinin, birbirinden iki ayrı varlık türü imiş gibi ayrılmasını öngörmektedir.5

Daha şimdiden çok geniş emekçi kitlesi oluşturan bu “2. Sınıf” insan kitlesi, kapitalist sistem dışına itilmiş olmasından dolayı, durumun sorumlusu olan sermaye sahipleri değil ama bizzat kendileri sorumlu tutularak cezalandırılmak üzere “insanlık dışına” da itilmiş olmaktadır. “Öjenizmin” bir türü olarak kabul edilebilecek olan bu siyaset, emekçilerin üretim faaliyetine katılmasıyla birlikte insan olmadan doğan en temel hakkı olarak kabul edilmesi gereken “bireysel yaratıcılığının” da elinden alındığına işaret etmektedir. Bu türden aynı zamanda bireyin “özne” olma hakkına yönelik olan bir hak gaspı, yeni toplumsallık biçimleri yaratmak, yeni toplumsallık biçimleri yaratırken de evrendeki insan varlığını da sürekli yeniden yaratma eylemine katılma hakkın gaspını da beraberinde getiren bir yok ediş eylemidir.

Bunun yanında, başını bir Fransız ekonomist ve sosyoloğu olan Bernard Friot’nun6 çektiği, insan bireyine “yaratıcı özne” olma hakkıyla birlikte insan varlığının yaratılmasına katılma hakkını da geri veren alternatif bir siyaset daha mevcuttur. Bu siyaset, emekçiye yaratıcı olma gibi temel insan olmasından gelen hakkını geri vermek üzere “ömür boyu ücret” (salaire a vie) hakkı tanınmasını önermekte, böylece “yaratıcılığa” kattığı formasyon (eğitim ve öğrenim) ve kazanılan beceriyi üretici olma üzerinden hesaplayan “kalifikasyonu” da “ücretli emekçi faaliyeti” içine katmaktadır.

Bu tartışma da göstermektedir ki insanlığın geleceği insan toplunun ve insan yaratıcılığının kaynağı olan özgür bireyin geleceğine bağlanmış bulunmaktadır. Bizim tespit ettiğimiz başlangıca göre “2 milyon yıl” kadar bir süreyi kapsayan insan varlığı, kendisinin evrendeki devamlılığını sağlayabilmek için “kabuk değiştirmeye”, bir toplumsal varoluş biçiminden diğerine geçmeye hazırlanmaktadır. Görünen o ki, isteyelim veya istemeyelim, yok oluşun veya hayatın devamı mümkün kılacak olan bu değişimin özneleri bizler olacağız…

YA İNSANLIK, YA KAPİTALİZM!

İNSANLIĞIN GELECEĞİ KOMÜNİST TOPLUMDA YAZILIDIR.

Mahir Konuk

Kısa Kaynakça:

-Charlot Bernard, Du Rapport au Savoir, Eléments pour une téorie (İlişkiden Bilgiye), Ed. Anthropos, Paris, 1997.

-Dubard Claude, La Socialisation, constructıon des idenetités sociales et professionnelles, (Toplumsallaşma) Ed. Armand Collin, Paris 1991.

-Durkheim Emile, Education et sociologie, (Eğitim ve sosyoloji), Ed. PUF, Paris 1993.

-Elias Norbert, La Société des individus, (Bireylerin toplumu), Ed Fayard, Paris 1987.

-Engels Frederich, Ailenin, Özel mülkiyetin ve Devletin kökeni, İstanbul, Sol Yayınları.

-Engels Frederich, “Tarihte emeğin rolü” Marx-Engels seçme eserler III. Cilt, Sol yayınları.

-Konuk Mahir, Jeunes originaires de Turquie, entre l’école et la communauté (Okul ve cemaat arasındaki Türkiyeli gençler, Ed. L2Harmattan, Paris 2009.

-Konuk Mahir, DENGE ve DEVRİM, Bireyselliğin infilakı, İstanbul, 2018.

-Konuk Mahir, ÇIKIŞ HATTI, Nasıl Yapmalı? İstanbul, 2020.

-Konuk Mahir, OLUŞ SORUNU, Ne yapmalı? İstanbul, 2021.

1 Bkz. “Neo-liberalizm, roman ve aşk”, El yayınları…

2 Özellikle de Y. Harari türünden…

3 Bu konudaki görüşlerimizi etraflı bir biçimde bilgilenmek için “Olgunlaşma sorunu, El yayınlar) adlı kitabı salık veririz.

4 Nu gerçeği biz pandemi yıllarında somut olarak yaşamış bulunmaktayız…

5 Daha önce de belirttiğimiz gibi bu bölünme, “sınıflı toplum” dönemnde belirgenleşen iki ayrı insan tipine tekabül ermektedir.

6 Bernard Friot ve düşüncesi ile ilgili olarak “Oluş Sorunu-El yayınları, adlı kitabımızda bir tanıtım yazısı mevcuttur…

Yazı Portal’dan.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

Göz Atın
Kapalı
Başa dön tuşu