Genel

Kabilecilikten mahalle baskısına milliyetçiliğin antropolojik kökeni

Vatan toprağı, ilkel kabilelerin kabile arazilerinin tersine, kimisi için bol rant getirecek arsa ve emlak olurken kimisi için maaşının çoğunu kirasını ödemek için kullanacağı bir daireyi ancak ihsan etmektedir.

KAAN POLATLAR

Günlük hayatta insanlar nazik olmanın erdeminden haberdardır ve karşı tarafı ne kadar önemsediğini kanıtlamak için bazen abartılı da olsa epey çaba sarf ederler. Hatta “Hatır için çiğ tavuk yenir” gibi bir atasözümüz bile vardır. Ama aynı insanlar, söz konusu “milli davalar” olunca şu bildik sözü neredeyse gururla söylerler: “Efendim, ülkelerin dostları olmaz menfaatleri olur!” ya da “Ülke menfaati neyi gerektiriyorsa onu yapmak icap eder!” vs.. Peki, o halde bir ortamda sadece kendini temsil etmekle mükellefken niye hiç kimse “Ben, menfaatlerim neyi gerektiriyorsa onu yaparım,” diye gerçek niyetini söyleyemez? Ya da ”Ben menfaatlerim için babamın oğlunun bile gözünün yaşına bakmam!” diyemez?

Milliyetçi, kendi menfaati için gösteremeyeceği açık sözlülüğü, “millet menfaati” olarak kavramlaştırarak ve yücelterek mubah hale getirebilmektedir.

Niye menfaatperestlik, milliyetçi bir tonda söylenerek kutsallaştırılır? Bu menfaatperestliğin tekil örneği makbul değilse, kitlesel örneğinin de makbul olmaması gerekir. Aslında hiçbir kimsenin ya da hiçbir milletin menfaati genel doğrulardan daha büyük olamaz, olmamalıdır. Genel doğrular ise aslında ahlâk ve hukuk kurallarının temelidir ama burada kast edilen gerçeklik, biyolojik varlığını sürdürmek zorunda olan bir bireyin kendiyle ilgili isteklerinden tümüyle vazgeçmesi anlamına gelmez. Doğanın bir parçası olan insan da, tıpkı doğadaki diğer canlılar gibi, yaşaması için gereken her şeyi doğadan alma çabası içindedir. Bununla birlikte, tıpkı doğadaki pek çok canlı türü gibi topluluk içinde yaşamak zorunda olan bir varlıktır. İşte bu yönüyle yine doğadaki pek çok canlı türünün biyolojik yaşam stratejisinden ayrılır. Çünkü doğada yalnız yaşayarak bu şekilde hayatta kalma şansını artıran, gereksinimlerine daha kolay ulaşabilme ve sahip olabilme imkânını yakalayan canlı türleri de vardır ama insan bu türlerden biri değildir. Biyolojik evrimi onu, topluluk içinde yaşamaya itmiş ve milyonlarca yıllık evrimsel geçmiş başka türlü bir yaşam stratejisine izin vermemiştir.

Homo Sapiens toplumunda çıkar çatışmalarının başlangıç yeri

Günümüzün yaşayan tek insan türü olan Homo Sapiens’in de yaklaşık iki yüz bin yıllık yaşam macerası aynı biyolojik strateji üzerinde ama kendine özgü kültürel kodlarla günümüze kadar gelmiştir.

Kuşkusuz kültür dediğimiz sosyal olgu, yerel coğrafi koşullarla şekillendiği için asla homojenlik göstermez. Başka bir deyişle, dünya üzerindeki kültürler bazı noktalarda birbirine benzese bile asla yeknesaklık arz etmez. Mutlaka her durum için farklı çözüm yolları öneren, yüzyıllara dayalı bir birikim üzerine oturur, ama bu denli çeşitliliğe rağmen hemen hemen bütün kültürler toplumsallığı, insanların bir arada yaşama zorunluluğunu öncelemişlerdir. İşte bu öncelik sayesinde toplumların kendine özgü bir hukuk, ahlâk ve adalet anlayışı olmuştur. Çünkü hiçbir toplumda cemiyet ortamını dağıtan ayrılıklara ve bu ayrılıkları körükleyen insanlara müsaade edilemez. Müsaade edildiği noktada topluluğun dağılması ya da parçalanması kaçınılmaz olur. Bazen nüfus artışı yüzünden bazı toplulukların bölünmesi de istenen ve göz yumulan bir durum olabilir ama genel itibariyle anlaşmazlıkların bir an önce çözümlenmesi ve bulunan çözümün de yeni anlaşmazlıklara kapı aralamaması en ideal durumdur.

Topluluğu dağıtma eğiliminde olan güçlerin en başında geleni, kişilerin daha fazla geçim aracı elde etme eğilimi, yani menfaatleridir. Daha doğrusu menfaatlerinin sebep olduğu çatışmalardır. Dolayısıyla mevcut koşullardan en azami ölçüde yararlanmaya çalışan bireylerin karşısındaki en önemli rakip, aynı kaynakları kendi lehine çevirmeye çalışan başkalarının varlığıdır. İşte bu nokta, çıkar çatışmalarının başlangıç yeridir. Dolayısıyla bu çatışmaları kontrol edebilecek toplumsal bir çözüm kurumu olmadığı sürece, söz konusu çatışmalar giderek büyüyecek ve daha fazla şiddet içeren yöntemlere tevessül edecektir. Nihayetinde toplumu dağıtmaya iten bu etkenler bir şekilde kontrol altına alınamadığı takdirde dağılma kaçınılmaz olacaktır. Her kültür kendi topluluğunu dağıtma eğilimindeki bu yıkıcı güçle baş etmesi için başlıca iki kuruma işlerlik kazandırmıştır. İşin adalet ve adliye tarafı yüzyıllar içerisinde benzer ceza usulleri geliştirmiştir. Günümüzde de ülkelerin hukuk kuralları giderek birbirine daha çok benzeme eğilimindedir. Ama işin bir de ahlâk ve vicdan boyutu vardır. Menfaat çatışmalarını, mahkeme safhasına gelmeden önce genellikle ahlâk ve vicdanlarda çözüme kavuşturabilmek, bütün toplumların en büyük idealidir.

İlkel topluluğun “kabileciliği”nin günümüzdeki tevarüsü: “mahalle baskısı”

Ahlâk konusunda toplumsal evrimin ilk basamaklarına geri döndüğümüzde, yani daha ilkel toplulukları incelediğimizde bu konudaki temel stratejinin aynılaşmak veya özdeşleşmek olduğu görülmektedir. İlkel topluluklarda bireysel tercihler yok denecek kadar azdır. Kişi, bireysel varlığından ziyade, ait olduğu topluluğu düşünmek zorundadır. Tabii bugün bizim için anlaşılması neredeyse imkânsız hale gelen böyle bir erdemliliği ilkel ruhun yüceliğinde aramak boşunadır. Daha ziyade ilkelin, kabilesi olmadan hayatta kalamayacağı anlayışından ileri gelir. Böyle bir topluluk olağanüstü muhafazakâr eğilimlerdedir ve bireysel görüşlerin ya da farklılıkların hiçbir değeri yoktur. Yani bugün “mahalle baskısı” diye adlandırdığımız olgunun ilkel bir toplulukta birey yaşamının özü olduğunu bilmek gerekir. İlkel bir kabilede birey, topluluğuyla o denli özdeştir ki ünlü antropolog Lucien Levy-Bruhl, bir kitabının daha giriş bölümüne şu sözlerle başlamaktadır:

“İlkel insanların kendi bireyselliklerini doğrudan ya da dolaylı bir şekilde ifade edebilecek belirgin sözcükler üretmiş olmaları olanaksız görünmektedir.” [1]

Yani bir yerli, kendi kabilesini ifade etmeden salt kendini ifade eden bir “ben” sözcüğüne bile sahip değildir.

İlkel insanın doğayla ilişkisi, kendi kabilesiyle ilişkisinin aynısıdır.

Değerli bir antropolog olan Levy-Bruhl, aslında bir ilkelin dünyayı nasıl gördüğünü anlamaya odaklanmıştır. İnsanı ve tekil bir varlık olarak kendini ifade etmeden önce doğayı ve doğadaki türleri nasıl gördüğünü anlamamızı sağlayan pek çok örnek sunduktan sonra bir ilkelin bir hayvan ya da bitkiyle av veya yiyecek ilişkisine girdiğinde, bunun aslında bir türle girilmiş bir ilişki olduğunu vurgular. Yani avladığı geyik, ördek vs. gibi bir av hayvanını öldürmek, sıradan bir canlının yaşamıyla ilgili bir sorun değil de bir türe yapılan saldırı olarak görülmektedir. Bu nedenle bir av hayvanının ölümü, aynı türden diğer hayvanların da kulağına gideceği için gerçekte ayrıntılı pek çok büyüsel törenlerle bu türün atasını, tanrısını ya da bu türü temsil eden öz ne ise, onu yatıştırmak için pek çok formalite töreninin yerine getirilmesi zorunludur. Çünkü ortada bir hayvanın biyolojik varlığı değil o hayvanın mensubu olduğu türe ilişkin bulanık bir imge veya algı vardır.  Levy-Bruhl, çok doğru bir biçimde bunu Platon’un ünlü idealar olgusuyla da kıyaslar. Diyelim ki biyolojik bir tavşan, bu durumda sanki bu tavşan ideasının (fikrinin) basit bir tezahüründen başka bir şey değildir. Ama verdiği örneklerden anlaşıldığı kadarıyla bu “tavşan” ideası, aslında tavşan türüne ilişkin nesnel gözlemlerin sonucu oluşmuş, doğru olgular ve bilimsel nitelikli bilgilerden ziyade, kendi toplum algısının basit bir yansıması gibidir. Yani fikrin içi öznel yargılardan mürekkeptir. Bu durumda ilkel yerlinin kafasında canlandırdığı tavşan türü, tıpkı insanlar gibi köylerindeki evlerinde yaşayan ve hatta buraya geri geldiğinde insan suretine dönüşebilen bir varlıktır. Dolayısıyla tavşan gibi bir av hayvanını öldürdüğünde, tıpkı insanlar gibi kabile hayatı yaşayan bu hayvanın akrabalarının intikam almasını önlemek için, ölümüne kendisinin sebep olmadığını tavşanın ruhuna kanıtlamak zorundadır. Onun ruhunu ikna etmeye yönelik pek çok tören düzenlemek, belli yeme kurallarına uymak ve en azından kemiklerinin ne yapılacağına ilişkin kalıplaşmış uygulamaları tekrar etmek durumundadır.

Kimi için arsa ve emlak kimi için ancak kiralık daire ihsan eden vatan toprağı

Verdiği örneklerden anlıyoruz ki aslında ilkel insanın doğayla ilişkisi, kendi kabilesiyle ilişkisinin aynısıdır. Bir hayvanda ya da bir bitkide gördüğü tüm özellikler kendi kafasında oluşturduğu kabile hayatının kimi kuralları, değerleri ve inançlarının bir yansımasıdır. Dolayısıyla avladığı hayvanları tekil bir varlık olarak algılayamadığı gibi kendisinin de tekil bir varlık olabileceğini idrak etmekten çok uzaktır. O, yalnızca kabilenin üyesi olarak bir değer ve anlama sahiptir. Zaten başka türlüsü de düşünülemez, çünkü Levy-Bruhl’un ifadeleriyle, “kişisel deneyimiyle kolektif düşünceden farklı bir şekilde düşünmeye kalkışmak acımasız bir şekilde yok edilmeye mahkûm olmak demektir.”[2] Üstelik birey de, acımasız bir dünyada doğanın ve başka toplulukların önüne çıkarabileceği tehlikelere karşı kabilesinin koruyuculuk konforundan vazgeçecek değildir. Bir saldırıya uğradığı, hatta öldürüldüğü takdirde kabilesinin bunun öcünü alacağından emindir. Bu nedenle aynı şeyi kendi de yapmak zorunluluğunu hisseder. Yani kendi kabilesinden bir adamla ne kadar kavgalı olursa olsun, başka bir kabilenin üyelerince bu adama bir saldırı yapılırsa derhal aralarındaki düşmanlığı askıya alıp ona yardım etmek mecburiyetindedir.

Bu türden yükümlülüklerin sonucunda kişi, kabilesiyle o denli özdeşleşir ki ondan birinci tekil şahıs olarak bahseder. Yani belki de on kuşak önce yapılmış savaştan söz ederken “Düşmanı yendim” der. Veyahut da on binlerce dönüm kabile toprağı için “İşte benim topraklarım!” diyecektir.[3]

Çeşitli kanaat önderlerince teorileştirilen milliyetçiliğin, özü itibariyle ilkel topluluklarının kabilecilik anlayışından tevarüs ettiği çok açıktır.

Bu nokta, artık bize de tanıdık gelmeye başlamaktadır. Ortalama bir günümüz insanı da milletinin tarihindeki önemli zaferlerde, sanki kendisinin bir payı varmış gibi aynı şekilde gururlanmakta, kendisi bir karış toprağa sahip olmasa bile vatan toprağına dışarıdan gelen bir tecavüz karşısında canını bile verebilecek bir tepki gösterebilmektedir. Bugün artık çeşitli kanaat önderlerince teorileştirilen ve doğrudan siyaseti ve iktidarı belirleyen parti oluşumları içerisinde belirgin bir yeri olan milliyetçiliğin, özü itibariyle ilkel topluluklarının kabilecilik anlayışından tevarüs ettiği çok açıktır. Günümüzde de böyle bir özdeşlik için elinden geleni yapan teorisyenler bol miktarda bulunur. Tarihimizin kimi başarı ve savaşlarıyla mest olan, yukarıda naklettiğimiz gibi yüzlerce yıl önceki zaferlerle gururlanan, yenilgi ve kıyımlara gözyaşı döken kitleler bulmak günümüzde de pek o kadar zor değildir. Ama milliyetçilik ideolojisinin önündeki en büyük güçlük, günümüz insanının sınıflı bir toplumda yaşaması ve bu sınıflı toplumda sınıfların çıkarının birbirinin aleyhine olmasıdır. Yani vatan toprağı, ilkel kabilelerin kabile arazilerinin tersine, kimisi için bol rant getirecek arsa ve emlak olurken kimisi için maaşının çoğunu kirasını ödemek için kullanacağı bir kiralık daireyi ancak ihsan etmektedir. Sınıf olgusu, kabile dayanışmasının bir benzerini milliyetçilik ideolojisi altında yeniden ihya etmeye büyük oranda engeldir ama tam da bu noktada eski ilkel kabilecilik refleksi yeniden devreye sokulmak istenmektedir. Kabile üyesi için bütün kötülüklerin dışarıdan, başka kabile mensuplarından geldiğine ilişkin o eski inanış yeniden canlandırılmaktadır. Bu noktada artık ahlâk anlayışı da ilkel bir noktaya geri dönecektir. Çünkü metnin başında işaret ettiğim nezaket kuralları bir tarafa itilerek milletin menfaatinden (bu her ne anlama geliyorsa) nobranca bahsetmek ancak böyle mümkün olabilmektedir. Kendi menfaati için gösteremeyeceği açık sözlülüğü, “millet menfaati” olarak kavramlaştırarak ve yücelterek mubah hale getirebilmektedir. Sanki bu kavram etrafında insancıllık ve insani değerlerin önemsiz olduğunu, kimseyi bağlamayacağını keyifle ilan ediyor gibidir. Tabii aslında bunun da kabilecilik temeli vardır.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “Yaban”da anlattığı gibi

Bir kabile toplumunda aynı kabilenin üyesi olmayan, yabancı birinin öldüğünde göreceği muameleyi Levy-Bruhl, şu örnekle anlatmaktadır:

“Sosyal grubun üyelerini birbirine bağlayan çok sıkı, neredeyse organik denilebilecek bir başka dayanışma biçimi de grubun kendisine ait olmayan bireyi yok sayması değil midir? Grubun ölülerine karşı nasıl davrandığı ve onlara karşı saygıda kusur etmediğini biliyoruz. Buna karşın Tonga köyünde (Güney Afrika -y.n.), kimsenin tanımadığı bir yabancının ölümü önemsiz bir olaydır. Büyükler ona bir mezar çukuru kazar ve cesedi bir ipe bağlayıp, sürükleyerek mezara getirirler. Ona dokunmazlar.”[4]

Bir yabancının değeri işte bu kadardır. Dolayısıyla günümüzün kabilecisinin de “milli menfaat” hakkında nutuklar atarken bu denli açık sözlü ve nobran olmasının sebebini daha iyi anlıyoruz. Çünkü yabancı, insan bile değildir; onun için kendimizi sıkıntıya sokmamızın bir gereği yoktur! Dolayısıyla nezaket kuralları gereği “menfaati” gizlemenin de bir mahsuru olamaz! Ama ortada küçük bir sorun var: bu yabancının başka bir milletten veya etnik kökenden olması gerekmez. Bu yabancı farklı bir ideolojiye veya mezhebe inanmış bir Türk de olabilir. Hatta Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “Yaban” romanında anlattığı gibi, tek suçu daha önce hiç yolunun düşmediği bir köye yerleşmek olan şehirli bir emekli subay için bile ayrımcılık mümkün olabilir. Bu nedenle milliyetçilik ideolojisinin içindeki binyıllar öncesinin kabileciliğinin bariz etkisinin farkında olmak gerekmektedir. Bu kabilecilik, muhtemelen Paleolitik Dönem’den beri varlığını devam ettiren sosyal bir kalıntıdır. Ama milliyetçiliği oluşturan bileşenler sadece bununla sınırlı değildir.

Başka bir yazıda bunları da ele almak gerekecektir.


KAYNAKÇA

[1]Lucien Levy-Bruhl, İlkel İnsanda Ruh Anlayışı, Doğubatı Yayınları, s. 17

[2]A.g.y., s. 70

[3] A.g.y., s. 70

[4] A.g.y., s. 70

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

Başa dön tuşu