Genel

SONUÇ AŞK KOMÜNİZME AÇILAN BİR KAPIDIR

Mahir Konuk / 09.01.2023

“”Yazı Portal”da, bütün bir sene boyunca sonuçlarını tefrika ettiğimiz “Neo-liberalizm, Roman ve Aşk” başlıklılarını taşıyan çalışmamızın sonuna gelmiş bulunuyoruz. Çalışmamıza konu olan nesnenin muhtevası, çok ünlü ve çok okunan Türkiyeli üç romancı (A. Altan, E. Şafak ve O. Pamuk) ve onların belli başlı romanları olmasına rağmen, gerçekleştirmek istediğimiz şey, bir “edebiyat denemesi” veya “roman eleştirisi” olmadı. Şüphesiz, “Türk romanı” gibi özgül çalışma alanında bir edebiyat eleştirmeninin bu romancılar ve onların romanları ile ilgili olarak söyleyecek daha birçok şeyi olacaktır. Ama bizi böylesi bir başlık altında her şeyden önce ilgilendiren, adları yurt dışında da duyulan bu üç romancıyı aynı zamanda kendi ülkelerinin toplumsal, kültürel, siyasi ve ideolojik hayatının özneleri olarak kabul etmek ve bu vasıfları taşıyan bireyler olarak, edebiyat faaliyeti üzerinden hangi toplumsal sınıfın ve/veya hangi siyasi ve ideolojik mihrakın saflarında “taraf tutucular” olduklarını belirlemeye çalışmak oldu.

Şunu bir kere daha ifade etmemiz gerekmedir ki, bizi böylesi yeni bir çalışma alanında oldukça yoğun bir eleştiri faaliyetine iten nedenler, ne bizim bu romancılara karşı duyduğumuz kişisel bir antipati oldu, ne de onların eserlerine karşı zaman içinde geliştirdiğimiz karşı konulmaz aşırı ilgilenme oldu. Eğer böyle olsaydı, çevremizdeki bazı insanların dediği gibi “bunca sene beklemez”; işi bir ucundan tutarak “sevimsiz” bulduğumuz bu yazarlarla kozumuzu daha önce de paylaşabilirdik. Bizi bu çalışmaya sevk eden neden, onlarla bizim aramızdaki bir mesele olmaktan çok, bir yandan onlarla yine onların etki altına alabildikleri okuyucuları arasındaki etkileşim ve bunun nedenleri ve diğer yandan, bizim onların okuyucuları üzerinde yarattıkları etkileşim ile yine bu okuyucuların günümüzde hakim ideoloji olan “neo-liberalizme” olan aşırı ve tarafgir duyarlılığı oldu.

Netice itibariyle, ağırlıklı uğraşısı öncelikle “toplum bilim” veya “insan bilim” olan bizim romanlarını eleştiri altına yatırdığımız üç romancıyla ilişkisi; hem “neo-liberal” ideolojinin toplumda ve bir insan bireyinde gerçekleştirdiği “yabancılaşma” olayı ve hem de bu yazarların kendi edebiyat alanında bu neo-liberal türde “yabancılaşma” olayına oldu nasıl ve ne türde katlılarda bulunduğudur. “Yabancılaşma” olayının getirdiğimiz eleştirilerde hareket noktası olarak alınmış olması, aynı zamanda bu çalışmamızı daha öncekilere bağlayan kavramsal bir köprü de oluşturmaktadır. Bilindiği üzere, uzunca bir zamandır gerçekleştirdiğimiz araştırmalarda, “kapitalist sistemin krizi” ve sonuçta “toptan çöküşü” ile sonuçlanmakta olan tarihi süreçte oluşan “yabancılaşma” olayını biz, kendisini antropolojik düzlemde ifade eden, “bireysel içsellik” ile toplumsal dışsallık arasında kurulan “kimliksel dengeye” bağlamaktayız. Bu anlamda, “bireysel içsellik” sorununun ağırlıklı olarak gündeme getirildiği bir yazım türü olan roman, bizim için de alışık olduğumuz bir çalışma alanı olma özelliğine de sahip oldu. Bu özellikle de, üç romancıya ve neo-liberal ideoloji ile dünyaya gözlerini açan ve bu gözlerle baktıkları dünyayı insansızlaştırma çabasına girişmiş olan benzerlerine daha önce getirilen eleştirilerden ayrılmaktadır.

Vardığımız sonuçları üç ana başlıkta şu şekilde özetleyebilmekteyiz:

Metot sorunu

Araştırmamızın başından beri metot alanındaki en önemli mesele, “kurgusal gerçeklik” dediğimiz şeyin bilimsellik yani “nesnellik” iddiasındaki bir araştırmacının “araştırma objesi” (Objet de recherche) olarak kabul edilemeyeceği oldu. Diğer bir anlatımla, “yaşanmış olayları” bile hikaye ederken kurgusallıktan kurtulması mümkün olmayan “roman” türünde bir nesne, ne anlamda ve nasıl sanki daha yazılma aşamasından itibaren nesnel gerçekliğe sahip bir “araştırma objesi” olarak kabul edilebilecek ve böylece bilimsel bir nitelik kazanabilecektir?

Kurgusallıktan “nesnel” bir gerçeklik çıkarmak konusunda, her türlü gerçekliği “toplumsal” ve “bireysel” pratikte arama ve ondan yeni kavramlar üretme faaliyetinde “hayat hikayesini” saha araştırmalarımızda “mülakat tekniği” olarak kullanmaya alışmış birisi olarak, en az otuz yıldan fazla bir deney sahibi olmamızın işimizi oldukça kolaylaştırdığını itiraf etmeliyiz. Bilindiği gibi “hayat hikayesi” araştırmacıya çoğunlukla yaşanmış olan olguların, hikayecinin kendi öznelliğini katarak kurguladığı “hibrit” bir gerçeklik sunmaktadır. Şimdiki zamana dair duygu ve düşüncelerin ağırlıkta olduğu diğer mülakat biçimleri ile karşılaştırıldığında, “hayat hikayesi” –bizim gerçekleştirdiğimiz biçimde-; mevcut durumda ampirik gerçekliğini kaybetmiş “geçmiş zaman” ile henüz ampirik bir gerçeklik kazanmamış “gelecek zaman” kesitlerinin, “şimdiki zamanda” yine de mevcut olabilen gerçekliklerini araştırma nesnesi haline getirilmesini mümkün kılmaktadır.

Geçmişteki çalışmalarımızda bizim için araştırma metodolojisine dair en önemli sorun, henüz “yaşanmış olgu” statüsü kazanmamış olan “gelecek zaman gerçekliğini” nesnellik prensibine bağlı olduğunu iddia eden bir araştırmada “araştırma objesi” haline getirmek olmuştu. Bu çalışmamızda bir adım daha ileri giderek, yaşanması mümkün görünse de hiçbir zaman yaşanmamış olan ve gelecekte de en azından sunulduğu biçimde yaşanamayacak olan olayların saf kurgu ürünü olan bir anlatımını sunan bir yazım türü olan romanın, bir “toplum bilimci” için mükemmel ve kavramsal açıdan son derece verimli bir çalışma alanı sunduğunu göstermeye ve bunu nedenleriyle açıklamaya çalıştık. Böylesi bir çaba sonunda vardığımız ve genelleştirebileceğimiz sonuçlar şunlar olmaktadır:

  1. Kurgusal gerçeklik, “absürt” sayılabilecek en uyduruk iddia ve “büyük yalanlar” bile toplumsallaştığı taktirde, yani toplumsal gerçeklik ile bağını şu veya bu şekilde –örneğin, edebiyat aracılığıyla- koruyabildiği taktirde, asla “maddi gerçeklik” tabiatı kazanamasalar bile, “maddi gerçeklik statüsü” kazanabilmektedir. Bazı durumlarda, örneğin “aşkın bir varlığı” temsil eden “Tanrı” kavramı veya mevhumu, toplumsallaşarak kendisini şeylerin tabiatının özü ve olayların başlıca ilk ve son nedeni olarak kabul ettirebilmektedir. Aynı durum her türlü ideolojiler için de geçerli olabilmektedir; tıpkı, günümüzde neo-liberalizmin kendisini siyasi olarak “liberal faşizmi” de kullanarak kendi kurgusallığını toplumsal hayatın maddi gerçekliğinin yerine sanki ikisi de eş tabiatlıymışlar gibi empoze etmesinde olduğu gibi…
  2. Kurgusal gerçeklikle toplumsal ve siyasi ideolojilerin örtüşmesi, sınıflı toplumlarda zamanın ve mekanın yapılandırmasının “sınıf savaşları” üzerinden yürütülmesi, kurgusallığın bizzat kendisini de mücadele aracı haline getirmektedir. Bir yazın türü olan “roman”, kendi tabiatı icabı sürekli bir şekilde kurgusallık üreterek -hem de yazarlarının kendi sınıfsal tercih ve yapılanmalarına bağlı bir biçimde bir kurgusallık üretimi gerçekleştirerek-, kendi yapılanmasını ve sanatsal tercihlerini sınıf mücadelesinin içinde, onun bir “aktörü” olarak gerçekleştirmektedir.
  3. Araştırmalarımıza konu olan üç romancı ve romanlarının gerçekleştirdiği kurgusallık biçimleri ve bu biçimleri taşıyan muhteva ve anlatım tarzlarını ele aldığımızda gördük ki; onlar, sadece sınıf mücadelesinin imkan tanıdığı çerçevede hareket etmekle kalmamakta, üstelik bu mücadeleyi kapitalist sermayenin hizmetinde olarak kendine özgü toplumsal ve siyasi nitelikler taşıyan neo-liberal düşünce ve eylem biçimleri üzerinden gerçekleştirmektedir.
  4. Neo-liberal ideolojinin bir türevi olarak kendisini ortaya koyan üç romancı ve onların eserlerinde kurgusal biçim olarak ön plana çıkan en belirgin özellik, “gelecek zamanın” bu kurgusallıkta titizlikle ele alınmaması, zaman ve mekanın akıcılığında yaşanmakta olan olayların, günümüzde “fırsatçılığın” at koşturduğu “şimdiki zaman” ile “her türlü gericiliğin” üretilerek “geleceğe susamış” emekçi halka bir tür “açlık aldatma” olarak sunulan “geçmiş zaman” arasına hapsedilmesiyle belirlenmektedir. Neo-liberalizmi doğuran kriz ve şimdiki toptan çöküş dönemlerinde ortaya çıkan ve bizim tanımlarımıza göre, “geleceğin” görünmez kılınması ve geçmişle şimdiki zamanın özdeşleştirilmesi ile karakterize edilen “post-modernizm” akımının ele aldığımız romancıların ortak özelliği olması, bu duruma bağlı olarak ele alınmalıdır.

Netice itibariyle, yaklaşık bir senelik çalışmanın ürünü olarak okuduğunuz yapıt, uzunca bir süredir yaptığımız metodolojik seçimin günümüzdeki toplumsal ve siyasi olayların anlaşılması ve çözüme ulaştırılmasında yerinde ve etkili bir seçim olduğunu göstermiş bulunmaktadır.

Post-modern kurgusallık ve üç romancı

Romanlarını eleştiri tezgahına yatırdığımız, dünya kapitalist sisteminin genel krizinden doğan ve “toptan çöküş” dönemiyle birlikte kariyerlerini sonlandırmak zorunda kalacak olan son dönem üç Türk romancısının da, neoliberal dünya görüşünün şeylere ve bireylere tanıdığı düzen içinde bir kurgulama yapmış olduğunu belirtmiştik. Sanki zaman ve mekan dışı olağan üstü mükemmel bir düzenmiş gibi insanların davranışlarını etkisi altına almaya çabalayan bu neo-liberal yapılanmanın, biçimsel ve estetik plandaki yansımasını da “postmodern tarz” olarak ifade etmiştik. Üç romancımızın da, gerçekleştirdikleri kurgulamalarda, bu “burjuva modernizmi ötesi” uygulamalara, belli ana farklılıklar göstererek katıldığına şahit olmuştuk.

Ancak yine de, aynı post modern tarzı farklı biçimlerde kullanan üç romancımız, kapitalist sistemin tükeniş ideolojisi olan neo-liberal ideolojiyi romanları aracılığıyla kurgulama yoluyla toplumsallaştırıp herkese mal etmeye çalışırken ortak biçimde hareket etmektedir. Romanlarının irdelemesi sonucunda vardığımız sonuçlara göre, kurgulama biçimlerinde kendisini dışa vuran ortak özellikler şunlardır:

  1. Her üç romancı da, maddi bir karşılığı mümkün olmadığından veya somut bir şekilde var olmadığından, yaşanamayacak ve düşünülemeyecek şeyleri sanki gerçek ve ola gelen “olağan şeyler” imiş gibi göstermek ve hatta bu şey veya durumları idealize etmek durumundadır. Öncelikle belirtmemiz gerekmektedir ki, bu tavır bir “aklama” çabasının ürünü olmaktadır. Her romancının kendi uğraşısının ayrılmaz bir parçası veya aracı olan “kurgulama eylemi” ile doğrudan bir ilişkisi yoktur ve bu eylemin varlığının yanında onun ideolojik bir seçim veya angajman içinde olduğu olgusuyla ilintidir. Diğer bir deyişle bir romancıyı “post-modern” veya “neo-liberal yapan şey, olması imkan dahilindeki şeyleri kurgulayarak anlatmak değil, ama kurguyu peşkeş çekerek “olmazı” oluyor, hatta böylece oldurulan şeyi sanki mükemmel bir şeymiş gibi gösterme çabasının ürünüdür. Örneğin A. Altan, cinsi anlık tatmin olmayı mükemmel bir “aşk ilişkisi” gibi gösterirken; bireylerin “vücutlarını” ve “duygularını” -neoliberal ideolojinin esprisine uygun olarak- “toplumsallıklardan” kopardıkları taktirde ideal bir biçimde kendilerini ifade edilebileceklerini vaaz ederken, işte tam da bu çaba içindedir. Örneğin, klasik sosyolojinin “toplumsal bir kurum” olarak tanımladığı aile yapılanmasında “aşk” mevhumunu dışlayarak onu bir “jenitör” seçme eylemi olarak tanımlayan, yani “aşk” ilişkisi ile cinsi tatmini sanki uzlaşmaz şeyler olarak gösteren –ki bu durum “kapitalizmin ruhuna” ve neoliberal ilişki düzenine uygundur-; böylece cinsellikten ayırdığı “aşkı” ilahi veya metafizik dünyaya dair bir durum olarak, adeta tecrit odasına hapseder gibi tanrı katına havale eden E. Şafak da yine aynı işlevi gerçekleştirmektedir. Örneğin, “Aşk ilişkisi” için adeta bir çöl olan, onun gelişmesinin çok zor ve çoğu kez imkansız olduğu “burjuva sınıfı” içinden sırf zoraki bir şekilde “aşk hikayesi” uyduran; bu ilişkiye kendisinin de zerrece inancı olmadığı ve bu yüzden kendi kurgu gücünün bir “aşk ilişkisi” tanımlamaya yetmeyeceğini bildiğinden, bir “müze” açarak ve bize “sayısal doneler” sunarak uydurduğu ucube ve bu yanıyla da post-modern saçmalıkları “gerçek bir aşk hikayesi” gibi yutturmaya çalışan bir O. Pamuk da bu tür bir tavır içinde bulunmaktadır.
  2. Üç romancımızın da ortaklaşa sahiplendiği postmodern kurgulama biçimi, bunun yanında, var olan ve tarihsel ve toplumsal olarak bireylerin davranışlarını, onlar üzerinden de “insanlığın kaderini” yönlendiren “kapitalist sistemin” ölümcül kaderine bağlayan gerçekliğine işlevsel olarak bağlanmış durumdadır. Bu yüzden, bir kadavraya dönüşmüş olan bu sistemin sanki “tıkır tıkır işleyen İsviçre saati” imiş gösterme çabasının bir ürünü olmaktadır, üç romancımızın olamayanı veya olamayacak olanı gerçekmiş gibi gösterme çabası. İşte bu çaba sonucunda, artık bütün toplumsal ve tarihsel gerekliliğini yitirerek insanlığın üzerine bir “leş gibi” çöken kapitalist sistemin yazın yoluyla sosyalleştirilerek herkese mal etme çabasının bir ürünü olmaktadır, bizim üç romancımızın kurgu yoluyla gerçekleştirdiği işlev. Eğer, onların gerçekleştirdiği misyonu, içinde yaşadığımız olan bitenin deneysel gerçekliğine vurarak ifade etmemiz gerekirse, onların bütün söyledikleri ve eyledikleri, kapitalizmin ölümünü yazın yoluyla toplumsallaştırarak “insan toplumun kaçınılmaz sonu” olarak kabullendirmek, böylece bütün insanlığı kendi elleriyle kendi sonunu hazırlama işlemine katmak olarak tanımlanabilecektir.
  3. Romancılarımızın, eserleri aracılığıyla bütün insanlığın kaderini kapitalizmin gündemde olan sonuna nasıl bağladıklarını, romanlarında gerçekleştirdikleri kurgulamalar üzerinden olayların zaman-mekan yapılanmasını nasıl ve hangi ilkeler üzerinden hayata geçirdiklerini hatırlamamız gerekecektir. Başta da belirttiğimiz gibi inceleme altına aldığımız bütün romanlarda temel ve yapılandırıcı prensip, “gelecek” mevhumunu ne yapıp edip olayların akışın içinden kurgulama marifetiyle uzaklaştırmak olmaktadır. Bu şekilde, geçmiş ile şimdiki zaman arasına hapsedilen olayların akışı, bir “kısır döngü” oluşturarak adeta kendi kendini tüketen bir tür “cehennem makinesini” oluşturmakta, var olan her şeyi içinde yoğunlaştırarak kaybeden bir “kara deliğe” dönüştürmektedir. Zamanını geriye sarmasıyla birlikte mekanda var olan “insana dair” bütün özelliklerin ve niteliklerin ortadan kaldırıldığını eleştiri düzlemine yatırdığımız romanların hikayesine konu olan “aktörlerin” davranışları üzerinden gözleme imkanına sahip olduk. Biz bu yok oluş-yok ediş olayını, anlatılan hikayelerin kurgulanış biçimine bağlı olarak “sıfırlama”, “çürüme” gibi kavramlarla belirledik.

Böylece, üç romancımızın, son yarım asıra yakın bir dönemdeki toplumsal tarihe hükmeden neoliberalizmin misyonerleri olarak görevlerini yerine getirirken belli farklılıklar da gösterdiğini belirtmemiz gerekmektedir. Bu farklılıklar özellikle “sıfırlama” ortak işlevini nasıl ve hangi şartlarda gerçekleştirdiklerine bağlı olarak belirginleşmektedir.

A.Altan, kendi kurgusallığını neoliberalizmin düşünüş ve varoluş biçimlerinden birisi olan “aşırı bireyleşme” veya “bireycileşme” üzerinden yapılandırmaktadır. Bu durumda genel olarak bireyin hayatı ve bütün yaşam çizgisi sürekli bir şekilde “öteki” veya “ötekiler”den ekonomi yapmak üzerinden kurgulanmakta, bu yüzden roman kahramanlarının davranışlarının anlam kazanmasında “toplumsal dışsallık” yani toplumsal hayatın kendisi sürekli bir şekilde kısa devre yapılmakta -veya kendi kendisini “sıfırlamakta”– dır. Böylece, kendi davranışlarını toplumsal ilişkiye dönüştüremeyen bireysel varlık, kendi kendisi üzerine hapsedilmektedir. A. Altan’ın inceleme altına aldığımız romanlarındaki bütün belli başlı kahramanlar, yaşam çizgileri boyunca kendi kendilerini tüketen “ilişki özürlü” tiplerdir. Gerçek bir hapishane şartlarında yazdığı ve bildiğimiz en son romanın başlıca kahramanları bu neoliberal normun dışına çıkarak, bir çeşit önceki romanları üzerine ileri sürdüğümüz görüşün “sağlamasını” yapmış bulunmaktadır.

E.Şafak’ın “sıfırlama” tarzı, “şimdiki zaman” gerçekliğini orada var olan sorunlarla birlikte “geçmişe” ve orayı mesken edinmiş “ilahi” veya “mistik” bir güce havale etmek şeklindedir. Böylece onun romanlarının kahramanları sürekli bir şekilde kendi maddi bir gerçeklik ihtiva eden gerçekliğini, geçmişin hayaletleri ile “takas edip” dertlerinden kurtulma çabasındadır. Neticede de, neoliberal ideolojinin esprisine uygun olarak bireyler için, geleceğin hokkabaz bir el çabukluğuyla ortadan kaldırılmasıyla birlikte var olan sorunlar, özellikle de insanlığın bir “kara deliğe” dönüşen kapitalist sistem tarafından yok edilmekte olduğu olgusu görünmez kılınmış olunmaktadır.

Hiç kimse “Nobel Ödülü” sahibi olduğundan çıkarak ilk iki romancıda gözlemlediğimiz türden ayırıcı bir özelliği O. Pamuk’a atfetmeye kalkışmamalıdır. Onun bütün yapıp ettiği, Altan ve Şafak’ın yöntemlerini büyük bir oportünist tarzla kullanıp, her şeyden bütün aşağılık, kemirgen ve halk düşmanı yanlarıyla “Türk burjuvazisinin romancısı” olarak bu yöntemlerin küresel planda temsilciğini yapmaktan gayrı hiçbir özelliğe sahip değildir.

Bir “araştırma objesi” ve oluşa açılan “anahtar-kavram” olarak “AŞK ilişkisi”

Neoliberal ideolojinin bireylerin davranışlarını toptan çöküş halindeki kapitalist sistemin durumuna uygun bir biçimde sorgulamak için, daha önce toplumsal, ekonomik ve siyasi yapılanmaların açtığı kapılardan geçmiştik. Bu çalışmamızda aynı eleştirel faaliyeti, “aşk” mevhumu (kavramı) ve “aşk ilişkisi” kavramlarını, romanların kendi başlıca faaliyet alanı oldukları için sıkça araladığı kapıları zorlayarak gerçekleştirmeye çalıştık.

Bizim yaptığımız tanımlamaya göre “aşk ilişkisi” olarak adlandırdığımız olgu ve kavram, iki insan bireyi arasında “Eros”un belirlediği ve insan vücudunun sınırladığı faaliyet alanının ötesinde ve diğer çeşitli faaliyet alanlarının kesiştiği, bütün topluma mal olan –veya onunla kucaklaşan- bir kavramdır. “Aşk ilişkisi” dediğimiz şeyin toplumsal tabiatlı olması, onun yine de “cinsiyete dayalı” olma ve vücutla beslenmeye devam etme gibi özelliklerini kaybetmeyen bir ilişki türü olmasını ortadan kaldırmaz; tıpkı üretim faaliyetinin insan vücudunu seferber eden, “libido” olmasa da “iş gücüne” dayalı toplumsal bir ilişki türü olmasındaki gibi…

Bu yüzden, aşk ilişkisi, “cinsiyete dayalı” ve vücudun zevk alma faaliyetiyle sınırlı olan ilişkiyi zaman içinde kalıcı kılan ve bu anlamda da “aşkın” nitelikte bir ilişki türü olmakta; dolayısıyla, tabiatı icabı var olan birliktelik biçimlerini (toplumsallaşma) sürekli bir şekilde sorgulayan, “devrimci” olan bir ilişki olma özelliğine sahip olmaktadır. Yine bu yüzdendir ki, “aşk ilişkisi”, var olan ve bireyler üzerinde hakimiyet kurmaya çalışan ekonomik, toplumsal, siyasi-ideolojik yapılanmalar ve onların ilişkilerini sürekli bir şekilde sorgular.

Bunun yanında, “aşk ilişkisi”nin sunduğu yapılanma zaman içinde süreklilik gösteren toplumsal tabiatlı bir ilişki türü olduğundan, “toplumsallaştırıcı” bir niteliğe sahiptir. Bu ilişki türü, kapitalist sistemin içinde bulunduğu “kara delik” haline uygun olarak tek yanlı bir biçimde, “sıfırlamaktan” veya “ortadan kaldırmaktan” yana değildir; o, sadece yeni ve kalıcı toplumsallık biçimlerini ikame etmek üzere yıkmaktadır. Dolayısıyla, var olan ilişkileri sürekli bir biçimde sorguladığı ve aynı zamanda yeniden “toplumsallaştırdığı” oranda da otantik bir “aşk ilişkisi”, “komünist” nitelikte bir ilişki olmak durumundadırHer gerçek “aşk ilişkisi” başlangıç aşamasında belki olmasa da var olmaya devam ettiği sürece “komünist” türden bir ilişki olmak durumundadır.

Anlaşılabileceği gibi, aşk ilişkisinin zaman içinde kalıcı olan nitelikte bir ilişki olması ve işlevsel olarak da mekan içinde toplumsallaştırıcı olabilmesi, bu ilişki türünün, Weberci ve özellikle de Durkheimci ana akım toplum bilimlerin anlayışına uygun olarak, bireyin davranışlarını mekan içinde yapılandıran ve onlara zaman içinde de süreklilik sağlayan “toplumsal kurumlarla” belirlendiğinden bahsetmemiz mümkün değildir. Bir “aşk ilişkisinin” ilkesi olmasına rağmen “aşk kurumu” diye bir şey düşünülemez. Kurumsal olan, yazılı veya geleneksel ilişki normları ile tanımlanan “aile kurumudur”; aşk ilişkisi, “aile kurumu içinde” var olmuş olsa bile tarafların bu kuruma göre “aşkın” bir konumda veya davranış biçiminde olmasını gerekli kılar.

Bunun başlıca nedeni, “aşk ilişkisinin” ancak “özgür bireylerin” eyleminin bir sonucu olarak gerçekleşen bir ilişki türü olmasından ileri gelmektedir. Ancak, burada kullandığımız “özgürlük” kavramından anlaşılması gereken, sadece gelenek ve göreneklerin yaptırımlarına karşı çıkmakla kendisini ortaya koyan “özgürlük” biçimi değildir; çünkü bu tür bir “özgürlük” neoliberalizmin öngördüğü gibi tek yanlı olarak “bireysel tatmine” engel olduğu iddia edilen bütün insanlık değerlerini yok etme “özgürlüğü” değildir. Bu tür radikal ve gerçek olan özgürlük, her şeyden önce var olan ve yasak koyan “üstyapı” kurumlarını karşısına alan palavradan neo-liberal özgürlük değil; ama böylesi kurumsallaşmaların kendilerini de doğurarak yapılandıran ”kapitalist ekonomik yapıyı” da karşısına alabilen “komünist-devrimci” bir özgürlük anlayışıdır. Örneğin, romanlarının eleştirisini yaptığımız üç romancının yarattıkları kahramanlarının davranışları üzerinden sergiledikleri “özgürlük” anlayışı neoliberal türden sahte ve sadece var olan toplumsallıkları da ortadan kaldırmaya çalışan “sosyopatların” kendi kendilerine yakıştırdıkları “özgürlük” biçimidir.

Aşk ilişkisinin özgürleştirdiği bireyler, neoliberal ideolojinin birer “sosyopat” haline getirdiği bireylerin ortak özelliği olan, hakim toplumsal sistemdeki “kara delikler” misali kaotik boşluklar yaratarak, “medeniyeti” tanımlayan “insanlaşma” sürecinin içini boşaltmaya kalkmazlar. Aşk ilişkisinin özgürleştirdiği veya aşk ilişkisi aracılığıyla özgürleşen bireylerin davranış çizgileri, kapitalist sistemin günümüzde neo-liberal ideoloji aracıyla açtığı kaotik boşlukları, yeni ve bireyin özgürleşmesini genelleştiren toplumsallık biçimleri oluşturarak, önü yok oluşa döndürülen “insanlaşma” sürecinin önüne dikilen engelleri ortadan kaldırarak kendi kendilerini tanımlamaya çabalarlar. Tam olarak ne demek istediğimiz, üç romancının yapıtlarında ortaya konulan “aşk ilişkilerin” son bir kez daha gözden geçirdiğimizde daha iyi anlaşılabilecektir.

(Bilimsel sosyalizmin kurucularından Karl Marx’ın 1844 El Yazmaları’nda tarif ettiği biçimiyle sevgi bir bedene duyulan arzudan çok, insanın toplumsallaşması çabasının bir ürünü olarak giderek genişleyen bir anlam içeriğine sahiptir-editör)

Mesela, O. Pamuk’un bizlere bir “aşk hikayesi” olarak takdim ettiği “Masumiyet Müzesi”nde aşk ilişkisinin sınırları burjuva hayatının varlık şartları içine hapsedilmiş olup, kendisine biçilen değer, tıpkı kapitalist sistem altında işlem gören bir metanın kapitalist pazarda değerinin “para” ile ölçülmesinde olduğu gibi, nicel verilerle ölçülmektedir. Bu anlamda, romanın adının, içeriğinden yansıyan ilişki biçimiyle tam bir çelişki oluşturduğunu belirtmemiz gerekmektedir. Bu romana “İstanbul Kadın Pazarı” gibi bir başlığın atılmasının çok daha uygun düşeceği kanaatindeyiz.

A.Altan’ın son romanına gelinceye kadar kaleme aldığı incelediğimiz romanlarında “aşk ilişkisi”, bireyin kendi kendisini tatmin (mastürbasyon), partnerin “cinsel fantezilerin oyuncağı” haline getirilerek “yok muamelesi” görmesi veya sevişme olayın “cinsel perversiyon” (sapkınlık) haline getirilmesi ile ruhsal kaotik ortamlar yaratan bir eylem türü olarak tanımlanmaktadır. Her nedense, bu romancının yapıtlarından yansıyan kendisi ve yazımı üzerine söylediklerimiz birçok okuyucumuzu itiraz etmelerini doğururdu. Altan’ın sonradan hapis ile cezalandırılmış olmasını özellikle gerekçe olarak ileri süren bu tür itiraz sahiplerine, romancının gerçek bir “aşk ilişkisini” tanımladığı biricik romanı olan “Hayat Hanım” adlı romanını okumalarını ve “Sudaki İz”den başlayarak anlatılan hikayelerle karşılaştırmalarını önermekteyiz.

Koca koca laflar etmesine, yazdığı romanın adını bir kelimeyle “Aşk” olarak koymasına, felsefeyi ve Tanrı’yı kendisine “yalancı şahit” olarak tutmasına rağmen E. Şafak’ta da, yukarıda kısaca tanımını yaptığımız “aşk ilişkisinin” sadece son derece bildik ve “vülger” (bayağı) bir deformasyonunu (biçimsizleştirme) gözlemlemekteyiz. Bu romancı da cinsiyete ve vücudu harekete geçiren “haz alma” faaliyetinin zaman içinde düzenliliği sağlanmış bir toplumsal ilişki biçimine dönüşmesini, bir yandan klasik sosyolojinin (veya kısaca “burjuva sosyolojisinin”) öngördüğü gibi “aile kurumu” içine hapsederek ilişkinin “devrimci” vasıflarını boşa çıkarırken, diğer yandan “aşk mevhumunu” “Tanrı katında” ulaşılamaz bir şey olarak tanımlamakta, ulaşıldığı taktirde ise her şeyi olduğu gibi “aşıkları” da “cehennem ateşinde” yakan bir ilişki türüne dönüştürmektedir.

(İdealist felsefenin günümüzdeki son biçimiyle Post modern edebiyatın belirgin ve öne çıkan niteliği, kurgu karakterlerin tamamının köle düzeyinde bağımlı olmaları ve bütünüyle özgürlük karşıtı bir çizgiyi savunmalarıydı-editör)

Netice itibariyle her üç romancımız için “aşk ilişkisi” söz konusu olduğunda bütün olup biten bir tek önermede şöyle özetlenebilecektir: Neoliberal ideolojiye uygun olarak, varlıktan zaman mevhumun, zamandan “gelecek” mevhumunu çıkaran haspalarımız, kaçınılmaz bir şekilde “aşk ilişkisinden” aşk mevhumunu çıkararak onu burjuva ideolojilerinin kaotik veya “sıfırlayıcı” faaliyetinin bir biçimi haline getirmiş olmaktadır…

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

Başa dön tuşu