Genel

Sınıfsal Bakış | Seçim, ittifaklar ve sınıf gerçeği

Sınıflarüstü bir anomali mi?

Tüm toplum kesimlerini tehdit eden bir kötülük olduğu savıyla bir anomali tahlili yapılıyor. Sermayeyi dahi tehdit eden bir anomali olduğu değerlendirmesi doğru mu, yaşanan hangi açılardan ve kimler için bir anomalidir? Bu gibi değerlendirmelerin ortaya çıkmasının nedeni ne?

Bu tür yaklaşımlar/yanılgılar; sistem, sınıfsal ölçüler ve emek-sermaye çelişmesi üzerinden değerlendirme yapmanın neden gerekli ve önemli olduğunu gösteriyor. Diğer bir ifadeyle, bugünkü tıkanmanın, rota sorununun, kafa karışıklığının karşısında sınıfsal bakış bir sigortadır.

Evet ortada bir anomali, bir tehdit var hatta çılgınlık var; ama bu, halka yönelik bir tehdit; sermayenin yaşadığı değil yaşattığı bir tehdit. Çılgınlıksa, sermayenin halka karşı çılgınlığıdır, azami kar için kural tanımazlığıdır. Hamlet’teki sözlerle söylersek “Bu bir çılgınlık ama içinde bir metot var.

Ortak tehdit algısı bilerek, sınıf algısını örtmek üzere oluşturuluyor. Aynı gemide olunduğu, kaderin aynı olduğu izlenimi verilmek isteniyor. Gerektiğinde, halkın öfkesine bağlı olarak at değiştirilecek ve mevcudun muadili bir başka atla rıza oluşturulmuş halde aynı ölçülerle yola devam edilecek. Arap Baharı’nı hatırlayalım; pek çok ülkede halkın öfkesi yedeklenerek, istenilen değişimler yapıldı ve mevcut üretim ilişkilerinin devamı güvenceye alındı. Örneğin Mısır’da Mübarek gitti Mursi geldi, Mursi gitti Sisi geldi. Sonuçta halkın aynı düzenin mağduru olma konumunda bir değişiklik olmadı. Tersine halkın birikmiş olan dönüştürücü enerjisi, sistemin devamı için kullanıldı.

Bu ayrımları yapabilmek ve bu konuda tuzağa düşmemek için sınıfsal bakış olmazsa olmaz önemdedir. Sorunların sınıfsal bağlamından koparılıp emekle sermayenin eşitlenmesi veya iktidar tehdidinin kişiye indirgenmesi, uygulayıcı ile örtüştürülmesi gerçekte bir yabancılaşmadır. Sennett bu konuda “Politikacıları neden yaptıklarına ve programlarına bakarak değil de kişisel özelliklerine göre değerlendiriyoruz? ” diye sorar.

Bu tür değerlendirmelerin ortaya çıkmasının nedenlerinden biri, egemen yönlendirmedir. Olup bitenin böyle algılanması, sistemlerinin devamı için önemlidir. Ancak muhalif kesimlerde de bu yanılgı yaygındır. Buradaki temel sorun, kolaya kaçma, günü kurtarma, görüngülerle yetinme eğilimidir. Bugünün en güncel sorunlarıyla ilişkilendirerek söylersek pandemi, ekonomi vb. dahil hiçbir konuda aynı gemide, aynı koşullarda değiliz. İnsanı da doğayı da mahveden hatta gezegenin varlığını tehdit eden egemenlerle bunun mağduru halk hiçbir konuda aynı potada değerlendirilemez.

Burada bir algı oluşturma ve yönlendirme söz konusu; böylece kurulan tuzaklara daha kolay düşülüyor ve daha kolay alet olunuyor; birikmiş olan mevcut enerji, sermayenin ihtiyaçları paralelinde iş görüyor, bir manivela olarak kullanılıyor veya yanlış kulvarlarda tüketiliyor.

Dünyada sınıfsal fotoğraf

Dünyada mevcut durumda egemenlerin/tekellerin yönelimi nedir? Başvurdukları yeni araç ve yöntemler var mıdır? Bunun karşısında muhalif kesimlerin dünyada genel anlamdaki duruşu nasıl değerlendirilmelidir? Bir anlama, ders çıkarma ve arayış söz konusu mudur?

 Dünyadaki tablo, bir tıkanma ve kriz hali olarak özetlenebilir. Ancak böylesi tablolar ilk kez oluşmuyor. Salgın da kriz de paylaşım ve hegemonya savaşı da yeni değil. Özetle söylersek 2. Yeniden Paylaşım Savaşı öncesine benzer bir süreç yaşanıyor. Savaş sonrasının ABD dominasyonu altındaki 70 yıllık düzeni miadını doldurdu. Ancak benzerliklerine rağmen süreci eşitlemek doğru olmaz. Kapitalizm işlemeye, araç ve yöntemlerini güncellemeye devam ediyor. Özellikle son 40-50 yılda tablo, ezilenler aleyhine önemli boyutta değişti. Bunu geleceksizlik, güvencesizlik, toplumsal ve örgütsel parçalanma, özelleştirmeler, esnek üretim ve doğa talanı olarak özetleyebiliriz.

Bu süreçte emek güçleri zayıf düşürüldüğü oranda saldırı arttırılmış, bugünkü aşamaya gelinmiştir. Bugünkü tabloyu, 1800’lü yılların vahşi kapitalizmine benzetebiliriz. Yaşananlar Zola’nın Germinal’de, Hugo’nun Sefiller’de veya Dostoyevski’nin Budala’da anlattığı kesitleri anımsatıyor. O süreçte insanlar gün doğumundan gün batımına kadar çalışıyordu ve hemen hiçbir hakkı yoktu. Taylor o süreç için insanı hiçbir hakka sahip olmayan sadece iş yaptırılan öküz cinsinden bir hayvana benzetirdi.

Saflaşmanın hızlandığı, keskinleştiği çelişmelerin derinleştiği ve tarafların tüm kozlarını kullandığı bir süreçtir bu. Eğer faşizmi sınıfsal tanımıyla ele alacaksak, deyim yerindeyse bir darbe dönemini veya bir OHAL’i anımsatan bu süreçte burjuva demokrasileri ile faşizm arasındaki makasın kapanmakta olduğunu söyleyebiliriz. Tekelleşmenin geldiği boyut, çatışma-tasfiye sürecini hızlandırıp sertleştirirken, aynı zamanda emperyalizmin pazar alanlarını genişletmesine bağlı olarak yeni sömürgeciliğin yaygınlaştığı dönemi anımsatırcasına sömürüye, talan ve ranta açılmamış hiçbir noktanın kalmayacağı, kapitalizmin kılcallara dek işlediği bir süreç yaşanıyor. Bu, kimilerini işinden, kimilerini varlıklarından, kimilerini de yerinden ediyor. Bugünkü göçmen sayısı tüm zamanların rekorunu kırmış durumda.

Yine bir kriz döneminden, 1929 krizinden çıkardığı sonuçlarla Steinbeck, Gazap Üzümleri’nde  topraklarından koparılan ve iş bulma umuduyla yollara dökülen yoksul tarım işçilerinin hayatta kalma mücadelesini anlatırken aynı zamanda umuda da işaret ediyor. Bireysel ailenin parçalanışına yer verirken bununla beraber bütün göçmenlerin de tek bir aile haline gelişini anlatıyor. Bugün için fotoğraf daha da büyümüş ve daha da ağırlaşmış olsa da konumuz bağlamında söylersek, halklar hiçbir zaman çıkışsız, çaresiz değildir.

Kapitalizmin artan sömürü, talan ve yıkımına bağlı olarak yeni toplumsal hareketler gelişiyor. Muazzam bir enerji birikmiş durumda. Kimlikten sınıfa tüm ezilenlerin ortak paydada çözüm geliştirmeleri, örgütlü bir toplumun oluşturulması, olmazsa olmaz boyutta önem kazanıyor. Bunun kavranması, buna uygun yöntem ve araçların geliştirilmesi büyük önem taşıyor. Tabii ki paradokslar da yaşıyoruz. Bugün çok daha derinlikli düşünüp üretken olmak gerekirken, yaratıcı yöntemlere ve araç zenginliğine ihtiyaç varken, bunun karşısına tek yol seçim sloganları atarcasına çıkmak, seçime gereğinden fazla anlam yüklemek veya deyim yerindeyse ehven-i şerle ve bir çeşit çaresizlik haliyle hareket etmek, muhalif kesimler adına pek de sağlıklı sonuçlar vermiyor.

Türkiye’de sınıfsal fotoğraf

Türkiye’deki tabloyu nasıl değerlendiriyorsunuz? “Ekonomik kurtuluş savaşı” ne anlama geliyor; bu nasıl okunmalıdır? Yaklaşık 9,46’dan işlem gören dolar, birkaç haftalık bir süre içerisinde 17,5 liraya kadar yükseldi. Bu, kimilerinin belirttiği gibi Türkiye tarihinin en büyük devalüasyonu mudur? Ve krizin AKP iktidarına son vereceğine kesin gözüyle bakılabilir mi?

 Dünyadaki gelişmelerin izdüşümünden bahsetmek mümkün. Bolsonaro da Orban da Modi de Erdoğan da aynı dönemin ürünü. Erdoğan, böyle bir sürecin ihtiyaç haline getirdiği bir aktördür; bu tarihsel konjonktürün adamı; sermaye için en ideal temsilci. İşte bu ilişki doğru kurulamazsa Erdoğan da mevcut tablo da doğru değerlendirilemez.

Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de hiçbir kör nokta kalmayacak şekilde ülke ranta, talana açılmış, bunun önündeki hemen tüm engeller hedef haline getirilmiştir. Neoliberalizmin sonuçlarını gözlemek açısından Türkiye’nin bir örnek model olarak görülmesi pek de abartılı olmaz.

Geçmişte, Türkiye’nin ürün çeşitliliği vb. nedenlerle Latin Amerika ülkelerinden farkına dikkat çekerdik. Bu fark giderek kapanıyor. Hatta iktidarın o ülkelerdeki kimi politikalardan esinlendiğini söylemek mümkün.

Bugün için artık asgari ücretin ortalama ücret haline geldiğini söyleyebiliriz. Çünkü o rakamın altında çalışan milyonlarca insan var. Çarpıcı bir örnektir bir taraftan işsiz sayısı hızla artıyor, diğer taraftan bazı bölgelerde organize sanayinin kapısı iş ilanlarıyla dolu. Bu, hangi koşullarda işçi aradıklarının fotoğrafıdır. Tekstil ve Konfeksiyon İhracatçıları Birliği itiraf niteliğinde bir açıklama yapmış, “Hükümete 500 bin Bangladeşli işçi siparişi verdik ama Suriye göçü başlayınca bundan vazgeçtik. Marmara Bölgesi’ni krizden Suriyeli işçiler kurtardı…” demişti. Bu örnek de küreselleşmenin sermaye tarafından nasıl kullanıldığını, nasıl bir sürece doğru gidildiğini gösteriyor.

Benzer bir şeyi tarım için de söyleyebiliriz. Devamlı olarak artan maliyetlere ve pazardaki fiyatların yüksekliğine rağmen alım fiyatları sürekli düşüyor. Tekellerin alana girişiyle beraber geleneksel tarım (aile tarımı) bütünüyle bitiriliyor. Bu, daha boyutlu işsizliğin ve açlığın nedenidir.

Sanıldığının aksine sermaye güçleri bundan rahatsız değildir, bugün tek sorun AKP’nin rıza oluşturmakta güçlük çekiyor olmasıdır. Ancak 2022 bütçesi dahil tüm planlama ve veriler sonuna kadar bu yolda devam etmekte ısrarcı olacağını gösteriyor.

“Ekonomik kurtuluş savaşı” vurgusu bunun özetidir. Anımsanacak olursa 1994 krizinde Çiller, 5 Nisan kararlarını savunmak için “ekonomik kurtuluş savaşı” verdiklerini söylemişti. Erdoğan da 2018, 2020 yıllarındaki iki “ekonomik kurtuluş savaşı” ilanından sonra, şimdi üçüncüsünü MGK eşliğinde ilan etti. Bu, artık iktidarın ekonomi politikalarının eleştirilmesinin bir “milli güvenlik” sorunu olarak görüleceğinin ilanıdır; gerçekte sermayenin emeğe karşı, ezenlerin ezilenlere karşı savaşıdır; araç ve yöntemde, sertlikte el yükseltmektir.

Yaşanan devalüasyonun ağır sonuçları çeşitli açılardan görülüyor ve giderek daha da ağırlaşacağını söylemek mümkün, ancak  Türkiye tarihinin en büyük devalüasyonu değildir. Cumhuriyet tarihinin en yüksek orandaki devalüasyonu 1958 yılında Menderes döneminde yapılmış, dolar 2.80 liradan 9 liraya çıkarılmıştı.

Bugünkü krizin AKP iktidarına son vereceğine kesin gözüyle bakmak, hem acele edilmiş bir değerlendirme olur hem de bu türden doğrudan bir beklenti, mücadele ihtiyacını da zayıf düşürebilir. Hatta bunun, mücadeleyi zayıf düşürecek türden bir tuzak olduğunu dahi söylemek mümkün.

Helalleşme mi hesaplaşma mı?

Ülke siyaseti seçim gündemine sıkışmış durumda. Başkanlık sistemine ve güçlendirilmiş parlamenter sisteme ilişkin değerlendirmeler de havada uçuşuyor. Bu süreçte yaşanan, güçlendirilmiş parlamenter sistem ve başkanlık kavgası mıdır? Süreç nasıl değerlendirilmeli; mücadele nereden, nasıl kurulmalı? Tam da bu bağlamda helalleşme vaatlerine nasıl yaklaşılmalıdır? Çözüm helalleşmede midir?

Burada neyin güçlendirileceği, vaadin kime verildiği vb. sınıfsal nitelikle ilintilidir. Bu vaadden temsilin mümkün olan en demokratik biçimini anlamak için, kim kimi temsil ediyor, temsil eden bağımsız davranabilir mi? vb. sorulara ihtiyaç var. Bir an için yanılgıyla da olsa CHP’nin böyle bir çağrışım yaptığını düşünelim. Muhtemel koalisyon ortakları için de aynı çağrışımdan söz edebilir miyiz? Mesaj eğer sermayeye ise (ki öyledir) bunu güçlü bir hükümet ve sermaye lehine güçlü kararlar olarak anlamak çok mu abartılı olur? Bir an için 5’li çetenin değil de diğer sermaye kesimlerinin daha fazla kollandığını düşünelim; bunun halk adına nasıl bir yararı olabilir? Nitekim görücüye çıkmış gibi davranan Kılıçdaroğlu’nun sermayeye, tekellere, emperyalizme güven vermeye çalıştığı çok açık. Daha da ileri giderek Babacan’ın partisine IMF partisi, Davutoğlu’nunkine de emperyalizmin partisi desek haksızlık mı yapmış oluruz?

Özetle demokrasi sorunu basitçe başkanlık-parlamento ikilemine indirgenemez. Dünyada bu konuda öğretici pek çok örnek mevcuttur. Eczacıbaşı’nın “Sermaye güvende olsun da rejimin adı önemli değil” biçimindeki açıklaması bunu doğrular niteliktedir. Hükümet eğer bir yürütme organıysa, kim adına, neyi, nasıl yürüteceği önemlidir. Veya parlamentonun kimler adına hangi yasaları çıkardığıdır önemli olan. Yoksa parlamentonun kendinden menkul bir değeri yoktur.

Alternatif arayışları bağlamında yer yer karşılaştığımız “AKP devrini kapatmaktan daha da önemli olacak şey, en azından neoliberal paradigmanın geride bırakıldığı yeni bir toplumsal ve ekonomik düzenin kurulmasına yoğunlaşılması olacaktır.” biçimindeki değerlendirmeler bizleri çeşitli açılardan düşündürüyor.  “En azından” denilirken hafifsenmiş olan şey, neoliberalizmin geride bırakılmasıdır. Bu aşamadan sonra bu düzen içinde ve düzen partileri tarafından bunun nasıl (hatta neden) yapılabileceği başlıbaşına bir tartışma konusudur.

Helalleşmeye gelince, Kılıçdaroğlu’nun hesap soracakmış gibi kimi bürokratları uyarırken,  menzilinin helalleşmekten ibaret olduğunu gözlemek zor değil. Sınıflar mücadelesinde hellalleşme diye bir şey olmaz. Bu, çoğu kez yanıltma, göz boyama vb. için yapılır. Nitekim bunu en iyi Erdoğan yaptı; Diyarbakır Hapishanesi’nden, işkenceden, Kürt sorunundan, Erdal Eren’den bahsetti, gözyaşı döktü, şiir okudu. Sonuçlarını ve ne anlama geldiğini gördük. Bu nedenle sınıflar mücadelesinde yüzleşme ve hesaplaşma olur.

Cambaza bak denircesine ortaya atılan her konuya bunca ilgi ve rağbet, bunca önemseme, çözümü burjuva siyaset zemininde görme durumu başlı başına bir değerlendirme konusudur.

Bugünden seçime odaklanmak

Son günlerde yarın seçim olacakmış gibi bir rüzgar estirilmeye başlandı. İktidardakiler, yakın vadede seçim eğiliminde değilken, sermaye eksenli planlamayı 2022 için yapmışken ve halk için koşullar bir cendereye dönmüşken, solun 2022’yi yok sayarak seçime odaklanması ne kadar doğru? Bugünden seçime odaklanmanın ne tür bir sakıncası var? Hazırlık yapmak yanlış mıdır?

Yanlış sorunun doğru cevabı olmayacağı gibi erken, vakti gelmemiş sorunun da doğru cevabı olmaz. Ne yazık ki Türkiye’de solun çok önemli bölümü siyasetten yalnızca seçimi anlıyor. Sahada, sokakta olmanın lafzı bile rahatsız ediyor veya bu alanda çalışma yapılıp sonuç alınacağına inanılmıyor. “Sandıkta yeri olmayanın siyasette sözü olmaz” deniliyor; siyasette sözün olmasından adaylık anlaşılıyor. Kast ettiğimizin bir seçim reddiyesi veya seçimi önemsizleştirme olmadığını söylemeye bile gerek yok. Biz tam tersini, seçim fetişini tartışıyoruz.

Bugünden seçimlere odaklanmaya, bırakalım sakıncayı, “tuzak” desek hiç abartılı olmaz. Bugün ülke öyle bir dönemden geçiyor ki 1-1,5 yıl değil bir ay bile uzun bir süredir. Ve hiçbir şekilde ihmal edilmeye gelmez.

Hayat pahalılığına, işsizliğe, yoksulluğa, güvencesizliğe, geleceksizliğe dair tüm veriler bir olağanüstülüğü yansıtıyor. Ülke, bir yangın ve talan yeri. Bu tablo, zamanı ve nasıl olacağı belli olmayan bir seçime havale edilemez. Sermayenin tüm kesimleri azami kozlarını kullanıyor. Bu, ezilenler için de böyle olmalıdır. Bunu anlatmanın, önemsetmenin ve harekete geçirmenin bir yolu olmalı.

Hazırlık da yapılabilir tabii ama bu, bugünün görevlerini ıskalayarak olmaz. İkincisi hazırlık, aday tespiti veya belki de pratikte karşılığı olmayacak seçim ittifakları  sınırlılığında olmaz.

Bu tartışmaların sağlıklı yürümesi için öncelikle siyaseti, siyaset alanını doğru belirlemek gerekiyor. Bilinir ki burjuva siyaset alanı, burjuva hakimiyeti için rıza oluşturmak üzere kullanılır. Bu alanda sosyalist veya komünist partilerin olması ama sistem içinde yani alan içinde kalması amaçlanır. Nitekim Avrupa’da bu tür partiler sistemin istenilen sınırları içine çekilerek ehlileştirildi, etkisizleştirildi ve sistemin bir parçası haline getirildi. Tam da bu nedenle alanın, sınırların dışına çıkmak önemli bir kıstastır. Örneğin mevcut meclisin giderek işlevsizleşmesi karşısında halk meclisleri, mahalle meclisleri geliştirmek, siyaseti bir takım uzmanların işi olmaktan adım adım çıkarmak neden olmasın? Bunu yapamıyorsak bu bizim eksikliğimiz ama “nasıl olsa yapamıyoruz sayımız kaç ki” deyip dayatılan alan içinde kalmak, orada oynamayı tercih etmek marifet değildir.

Bu noktada, solda, sosyal medyada yaşanan tartışmalardaki sertliğe ve ayrıştırıcı tarza dikkat çekmekte yarar var. Biz son dönemlerde sol platformlarda yaşanan sert tartışmalara isim vermeden sadece yöntemsel açıdan gireceğiz. Tartışma, içerik üzerine ve sağlıklı, ilkeli temelde yaşanmadığı için, sıkça “sol yapılar kaç kişi” gibi sorular/ölçüler öne çıkarılıyor. Ancak tartışılacaksa kimliğin de sınıfın da nasıl, hangi boyutlarda kesiştiği, nasıl birleşik bir zemin ve ortak çözümler geliştirileceği üzerinde durulmalıdır. Bugün Türkiye proletaryasının önemli bir parçasını Kürt işçi sınıfının oluşturduğu doğrudur. Ancak bu tespitte nereye varıldığıdır önemli olan.  Örneğin Kürt sorununa da kadın sorununa da kaynaklık eden tarihsel süreç incelendiğinde, sınıfsal ayrışma görülüyorsa, Kürt sorununun ortaya çıkışında emperyalizmin sömürgeleştirici müdahaleleri dikkate alınacaksa sonuçta kapitalizmin/emperyalizmin bugünkü koşullarında ezilenlerin kurtuluşunun bir diğer ezilenle ortak paydada buluşma olduğunu görmek zor olmamalıdır.

Dikkatle bakıldığında ve yapıcı yaklaşıldığında görülecektir ki bizim farklarımız değil sorunlarımız büyük. Diğer bir ifadeyle emekçi halklar arasındaki farklar büyük değil, çoğu kez bu farkları büyük gösteren halklar adına tartışan temsilciler oluyor. Muazzam bir öfke birikmiş durumda; bu, öfkecikler halinde kalmamalı. Aksine enerji, sinerjiye dönüşmeli, bir toplam oluşturmalıdır. Örneğin, Uruguay eski devlet başkanı Mujica Türkiye’ye geldiğinde, bir söyleşide “nasıl başardınız” sorusuna; “farklarımızı abartmadık” yanıtını vermişti.

Restorasyon ve seçime yüklenen abartılı anlamlar 

Düzen güçlerinde de solda da bir restorasyon tartışması var. Restorasyondan ne anlaşılmalıdır; alternatif tartışmaları bunun üzerine bina edilebilir mi? Bu bağlamda, Demirtaş’ın “seçimlerde iktidar değişirse valiler, kaymakamlar, rektörler, dekanlar, bakanlık üst düzey bürokrasisi başta olmak üzere on binlerce yeni kadro göreve gelebilir.” değerlendirmesi var. Hatta bir çeşit demokratik devrim programı çizenler oluyor. Bu konuda sizin düşünceniz nedir?

Sermaye iktidarında tadilattan, sistemin yani sömürü ilişkilerinin aksayan yanları varsa onun giderilmesi olarak algılanmalıdır. Bunun da halk yararına olacağı tartışmalıdır. Kaldı ki bu konu, sınıf ilişki ve çelişmelerinden, sınıflar mücadelesinin dönemsel boyutundan bağımsız düşünülemez. Burjuva siyaset tarzının bir döneminin bizzat sermaye tarafından sorgulanır hale geldiği bu aşamada  doğru sorular sorulmadan yapılacak böyle bir tartışma, sistem kulvarlarına abartılı anlamlar yüklemekten öte bir anlam ifade etmeyecektir.

Bugün burjuva siyasal zeminden gelecek bir restorasyon vaadine olumlu anlamlar atfetmek için, kapitalizmin geldiği boyut, sistemin niteliği, sınıfsal bakış vb. konularda ciddi bir bilinç sorunu olmalıdır. Bizler herhangi bir restorasyonun olacağını da düşünmüyoruz. Bir an için belirli oranlarda olsa dahi bu, burjuvazi açısından sistemin dayanaklarının güçlendirilmesinden başka bir şey olmayacaktır. Marksistler, bu bağlamda, “Bu kimin, neyin restorasyonu, ne için restorasyon?” gibi sorular sorar.

Muhtemel 6’lı koalisyonun programının sermayeye güven vermek üzerine bina edildiğini biliyoruz; zaten onlar da gizlemiyorlar. Dolayısıyla böyle bir iktidar, olsa olsa, restorasyonu ilerici demokratik bir hareketmiş gibi sunarak rıza oluşturarak sermaye düzeninin devamına imkan tanıyacaktır. Bu durumda mevcut üretim ilişkileri, sömürü ilişkileri hiçbir şekilde sorgulanmamış ve devamına imkan tanınacak yol buna göre düzenlenmiş olacaktır. Örneğin muhtemel böyle bir iktidarın, bugüne dek verilmiş maden ruhsatlarını neden iptal edemeyeceğini, tarımı bütünüyle bitirme noktasına gelen emperyalist tekellerin neden önünü kesecek politikalar üretmeyeceğini anlamak için çokça ekonomi-politik bilmeye gerek yoktur.

Kuruculuk tartışmaları, “tadilat yetmez yeniden kurmalı” ifadeleri, bir çeşit demokratik devrim önerileri; “madem böyle bir imkan vardı, yıllarca insanlar devrim amacıyla neden bu denli bedel ödedi” sorusunu akla getiriyor. Kim, hangi kuruluşu ne adına yapacak, kim hangi tadilatı ne adına yapacak? Benzer bir şey Demirtaş’ın önerisi için geçerlidir. Bugüne dek hangi hükümet bürokrasiyi tepeden tırnağa değiştirdi? Bunun bu koşullarda imkansızlığı, birçok açıdan tartışılabilir. Ama kısaca temeli olmayan çok zorlama bir soru olarak görüyoruz. Seçime bağlı olarak bir çeşit demokratik devrim programı çizmek de dahil olarak bu türden yanılgıların temelinde hep sınıfsal bakış eksiği yatıyor. Bu bağlamda, mevcut görevler, geçilmesi gereken basamaklar dururken, bunları yok sayan daha yüksek basamakların tarifinin sakıncaları üzerinde durulmalıdır.

Üçüncü İttifak

Son günlerde dillendirilen ve üzerinde çeşitli görüşmelerin ve hatta ayrışmaların yaşandığı üçüncü ittifak nedir? Çözüm bu ittifakta mıdır? Bugünün gündemi bu mu olmalıdır? Burada solun geleneksel olarak köklü çözüm üreten niteliği ile bugünkü fotoğraf arasında bir paradokstan söz edebilir mi?

Üçüncü ittifak, sol seçenek vb. olarak ifade edilen duruş ve çalışmalarda birbirini kesen, uyuşmayan boyutların yanında bir acelecilik, belirsizlik ve kafa karışıklığı mevcut. Ve belki çok daha önemlisi, öznellik öne çıktığı oranda aynı saflarda olması gerekenler arasında mesafe arttırıcı polemik ve gerilimler de yaşanıyor. Dolayısıyla böyle bir ittifakın olmadığını hatta bunu dillendiren yapılar arasında böyle bir bütünlüğün, örtüşmenin oluşmadığını söylemek abartılı olmaz. İttifak, tanımlı ve ilkeli olmalıdır; bugün hangi yapılar arasında, hangi ilkeler temelinde, nasıl bir ittifak vardır? Daha da önemlisi eksene seçimi alan ittifaklar, zamanı gelmemiş, erken ittifaklardır.

Öncelikle bilinmek durumundadır ki yukarıda da belirttiğimiz gibi iktidardaki mevcut tehdit, sınıfsal farkları yok saymaya sebep olacak türden bir “anomali” değildir. Evet yaklaşık 20 yıldır bu ülkenin emekçi halkları, ezilenler “anormal” bir süreçle muhataplar. Ancak aynı tanımı sermaye çevreleri ve çıkar örtüşmesi içinde olanlar için söyleyemeyiz. Diğer bir ifadeyle normallik ölçüsü de sınıfsaldır. Çözüm aranırken bu fark; dosta yaklaşımda da sınıf karşıtlarına yönelik duruşta da unutulmamalıdır.

“Üçüncü ittifak” adına söylenenlere ve atılan adımlara baktığımızda ittifaktan çok bir “sol içi birlik” çabası görüyoruz. Bu, bir kavram tartışmasından çok, bir konumlanma hatası veya hedef kitle tanımında daralma bağlamında önemlidir. Bilinir ki ittifaklar, farklı sınıf temsilcileri arasında yapılır, burada adı geçenler sol/sosyalist yapılardır ki buna ittifak demek uygun düşmez. Kendi dışında iki ittifak (Cumhur ve Millet İttifakı) tanımlayıp bunların dışında kalanları hedef kitle olarak görmek, gerçekte bir halk tanımında büyük çoğunluğu yer alacak olan CHP dahil diğer parti tabanlarını kapsam dışı görmek anlamına gelir. Sonuçta niyet bu olmasa dahi, mevcut çağrı ve kümelenme eğilimi bu riski taşımaktadır. Halbuki solun geleneksel köklü çözüm üretme niteliği, bugün bir saati dahi boşa geçirmemeyi ve mücadele araç ve yöntemlerini birinin diğerini yadsımadığı bir bütünlük içinde kullanmayı gerektiriyor. Sandık dışı alanları yok saymak, önemsememek gerçekte mevcut hemen tüm sorunlarda günü kurtarmakla yetinmek anlamına gelir ki bu sol duruşla, iddia ve nitelikle bağdaşmaz.

Sandık-sokak diyalektiği

Neden böyle bir rüzgar var? Sandıkla yetinmeyen çabalar gereksiz görülüyor, hatta suçlanıyor; bunu solun etkisizliği/yetersizliği ile mi ilişkilendirmeli? Bunun karşısında seçim-sokak diyalektiğini dillendirenler de oluyor; nedir seçim-sokak diyalektiği; bu diyalektikten ne anlaşılmalıdır?

Seçim-sokak diyalektiği, aynı zamanda hayatın, mücadelenin diyalektiğidir; açık söylemek gerekirse bu, işin ABC’si ile ilintilidir. Asgari formasyonda bile mücadele alanlarının, biçimlerinin çeşitliliğine ve birinin diğerini tamamlamasına, birinin diğerinin yerini tutamayacak olmasına işaret edilir. Konjonktürün kimi durumlarda bir mücadele alanını öne çıkarması anlaşılır bir durumdur. Ne var ki bizim tartışmamızda durum bir hayli farklı. Kantarın topuzu kaçırılmış durumda. Bunda duygusal ve psikolojik faktörler kadar pragmatizmin de etkisinin olduğunu söylemek mümkün.

Ne yazık ki bu alanda gerçekten muhatap alınamayacak düzeyde daraltılmış sığ bakışlarla, nobranlıklarla karşı karşıya kalabiliyoruz. Seçim elbette önemsiz değil. Bizim dikkat çektiğimiz şey, birincisi tüm yumurtaların seçim sepetine doldurulmasıdır. İkincisi henüz ortada seçime dair bir yığın belirsizlik varken ve süreç hiç de kısa değilken, hatta olmama ihtimali bile varken sanki yarın olacakmış gibi davranmaktır.

Sokak ile sandık, birbirini iten değil tamamlayan olgulardır. Ayrıca sokak-sandık diyalektiği derken dar anlamda sokak kastedilmiyor. Seçim faaliyeti dışında, tüm çalışmalar denilse pek de yanlış olmaz. Örneğin bugün sokakta var olmak, başarı sağlamak, halka ulaşmak, örgütlü bir halk yaratmak, takip eden süreçte muhtemel bir seçimde başarının da koşuludur. Böyle bir tarz, başarının koşulu olduğu kadar, devrimciliğin ABC’sidir.

Potansiyel anlamda muazzam bir enerji birikmiş durumda, bu heba edilmemelidir. Mevcut yarılma, olağanüstü bir sürecin ürünü; bunu dikkate almak yerine iki-üç yapının sol birliğini gözetmek ne kadar doğru?

Hemen herkes bir fırsattan bahsediyor. Bunun için, en geniş muhalif kesimleri kapsayacak, enerjisini harekete geçirecek bir formüle ihtiyaç var.

Süreç bir darbe veya işgal anına benzetilebilir. Burada siyasal köken testi yapmaya gerek yok; emekçiler objektif olarak muhaliftir. İflas eden, yoksullaşan,  işsiz kalan objektif olarak muhaliftir; yoksulları-emekçileri parti aidiyeti üzerinden değerlendirmek doğru olmaz.

Bu süreçte, temel ihtiyaçlar üzerinden güncel, acil, uygulanabilir bir programa, birleşik bir zemine ihtiyaç var. Böyle bir buluşma, Millet İttifakı üzerinde de baskı oluşturacak, keyfi davranmalarını veya halkın beklentilerini yok saymalarını belirli oranlarda sınırlayacaktır.

Alternatiften ne anlaşılmalıdır?

Düzene alternatif üretmeyen muhalefet anlayış, düzen dışı olabilir mi? Alternatif bir yaşam tarifi ve örnekleri oluşturulmadan kitlesel bir güç olunabilir mi? Eğitim, barınma, sağlık vb konularda somut örnekler muhalif duruşta nitelik sıçraması yaratmaz mı? Bugün yoğunlaşılması gereken asıl mesele bu değil mi?

Evet bugün en önemli sorunlarımızdan birinin bu olduğunu söylemek mümkün. Ütopya dahil, çözüm önerilerinden alternatif önerilerine kadar mevcut çeşitlilik, olgunun yani tartışılan konunun doğası gereği olsa da ve hatta bir yanıyla da zenginlik sayılsa da diğer yanıyla sonuç almayı güçleştiriyor. Bu nedenle çeşitliliği koruyarak yani tekleşmeden ve tekelleşmeden ortak hareket zemini oluşturmak büyük önem taşıyor.

Bilinir ki alternatifini yaratamadığımız her konuda düzeni taklit etme, var olanla yetinme ihtimali artar. Sorunların, çelişmelerin görünür kılınması kadar, alternatiflerin de görünür kılınması çok önemlidir. İnsanlar alternatifsizlik içinde dönüp dolaşıp aynı tercihe veya var olanın muadiline yönelmemeli. Bunun sigortalarından biri de mümkün olduğunca alternatifi somutlamak veya doğru, anlaşılır biçimde tanımlamaktır. Bu yapılabildiğinde insanları bıkkınlık noktasına getiren düzen kurumları ve çarkları dışında bir anlayış ete kemiğe bürünmüş olur.

Bugünün birikimleri, ufku buna imkan veriyor. Bugünden yarına çok kapsamlı alternatif adımlar atılabilir. Beklemek de ertelemek de basamakları yok sayıp salt nihai hedeften söz etmek de doğru değildir.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

Başa dön tuşu