Genel

KAPİTALİZM, NEOLİBERALİZM VE BİREYSELLİĞİN SONU

Mahir KONUK

KAPİTALİZM, NEOLİBERALİZM VE BİREYSELLİĞİN SONU

Fransa’nın yetiştirdiği ve 1980’lerden beri faaliyet gösteren, hem emekçiler hem tüm Fransız halkı ve hem de bütün insanlık için siyasi açıdan en “toksik” şahsiyeti tartışma bile götürmeyecek şekilde Jacques Attali’dir. Hayır, burada söz konusu olan “cürmü kadar yer yakan” insan kılığına bürünmüş herhangi bir şahsiyet değildir. Attali, sözüm ona “Sosyalist” F. Mitterrand’an beri başa geçmiş olan bütün Fransa Başkanlarının açıktan veya gizli “danışmanlığını” yapmış, siyasi iktidarların karanlık dehlizlerinde sürekli olarak yerleşik düzenin sürekliliğini sağlayan “kaçınılmaz” birisi görünümdedir. Sermayenin -dahası küresel sermayenin- “düşünen beyni” olan bu şahsiyetin en son marifeti “adi bir fahişe”1 olarak finans piyasalarının “kar hanelerinden” devşirdiği E. Macron’u on yıllığına Fransa’nın başına geçirme operasyonunun küresel sermaye adına kurgulayıcısı ve uygulayıcısı olarak bilinir. Ülkedeki siyasi iktidarın kırk yılı aşkın bir süredir merkezinde yer alan bu şahsiyetin kariyerinin başlangıcı ile liberal faşist diktatörlüğün ikamesinin başlangıcı, sadece birkaç sene arayla örtüştüğü konusunda hala entelektüel namusunu ve cesaretini kaybetmemiş olan kalburüstü siyaset bilimci ve ekonomistler görüş birliğindedir.

Jacques Attali, Fransa’daki siyasi iktidarı “muhalefette” konuşlanmış görünse de yerleşik düzeninin nesnel olarak bir parçasını oluşturan bütün entelektüel, parti elemanı ve siyasi kuruluş üyesi herkesi korkutmaktadır. Onu açıktan karşısına alan ve kendisini yerleşik düzen kurallarının içine hapsetmiş siyasiler arasında hiç kimseyi gözlemek mümkün olmamaktadır. Oysa açık konuşmaktadır, J. Attali, hem de çok açık! Onun hiç de alışık olunmayan bu cüretinin yerleşik düzende ikbal arayanları terörize etmesi de bundandır! Daha ne kadar açık konuşabilirdi: Bundan yirmi yıl kadar öncesinden başlayarak bütün TV platolarını dolaşıp, gelecek 40-50 yıl içinde dünya nüfusunun en az yüzde 60’ından fazlasının telef edileceğini, üstelik bunu açıklarken bütün neoliberal ideologlar gibi son derece “pervers” –yani sapkın- bir şekilde “amacın insanlığın iyiliği” olduğunu açıklamamış mıydı? Doğrusu bu kadar açık konuşan bir başka sapkın liberalin olabileceğini, Harari’yi tanımadan önce dahilinde bile görmüyorduk. .

Jacques Attali’nin yayınladığı kitaplar, neoliberal ideoloji ve liberal faşist iktidarlar aracılığıyla Fransız “Ulus-Devletinin” şahsında kapitalizmin insan toplumsallığının nasıl sıfırlandığının kilometre taşları gibidir. Bu, ülkede gizli kapaklı bir şekilde de küresel sermaye adına faaliyet gösteren üst-rütbeli gestapo şefi konumundaki şahsiyetin, daha önce öngördüğü yok oluş-edişte yeni bir aşamaya daha girildiğini belirten bir kitap daha yayınladığını daha öğrenmiş bulunmaktayız: Le monde, modes d’emploi” (Dünyayı kullanma rehberi). Kitap başlığına yansıyan “berraklığın” nedeninin ancak “çok güçlü” olduğundan emin kişilerin sahip olabileceği cüretten kaynaklandığını daha önce belirtmiştik. Şimdi sadece yazarının bir söyleşisinden çıkarak2, neo liberal yok ediş yok oluş projesinin hayata geçirilmesinde, “bireyselliğin imhasının” gündeme nasıl getirildiğini belirteceğiz; sonra da “insanlaşma sürecinin” bir parçası olan bu hamlenin çeşitli biçimde kendisini nasıl ortaya koyacağını ele alacağız.

Attali’ye göre, önümüzdeki 30 yıl içinde ne olup biteceğini anlamak üzere “bin yıl” geri giderek kapitalizmin gelişimine önayak olan zenginlik ve sermaye birikimi sürecinin evirilerek kendisini nasıl günümüzdeki biçimiyle “küresel sermaye” egemenliği şeklinde ortaya koyabildiğine bir göz atmamız gerekmektedir. Neticede, 11-12 yüzyılda Belçika’daki Bruges adlı liman şehrinden başlayarak, Anvers, Amsterdam, Venedik gibi dünya ticaretinin kavşak noktası da olan diğer Avrupa liman-şehirlerinde bir müddet konakladıktan sonra, sermayenin yoğunlaşmasında gözlenen “merkez” noktaları, kapitalizmin gelişiminin çeşitli aşamalarından geçtikten sonra Amerika kıtasına sıçramış, bir müddet Boston ve New York’u kullandıktan sonra daha düne kadar Kaliforniya şehrinde karar kılmıştı. Küresel sermayenin ancak belli bir kesiminin (Rothchild ağırlıklı) adamı olduğu bilinen yazarımız, bugün “dünya tedarik merkezi” olarak bilinen Çin’in mesela Şangay şehrinin yeni bir “merkez” olabileceği konusunda kendisine soru yönelten gazeteciye “hain bir bakış” fırlattıktan sonla kızgınlıkla “Asla!“, diye cevap verdiğine şahit olduk. Daha sonra, Attali kendi gönlünde yatan aslanların Texas veya Florida olduğunu belirtmiştir.

 

                                                                                                                                      (Attali’nin Türkçe’ye çevrilen kitapları)

Attali’nin, geleceğe dönük olarak ve bin yıllık geçmişten çıkarak kapitalizme bir “merkez” aramasının, bizce bugüne dönük olarak birden fazla nedeni bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, zenginlik ve ona bağlı orak sermayenin (para veya finans) yoğunlaşmasının hangi yollarla gerçekleştiği sorunu ile ilgilidir. Avrupa’nın Atlantik kıyısındaki limanlarında, örneğin Amsterdam gibi, deniz ticareti yoluyla yoğunlaşan parasal ve diğer kaynaklara dair zenginliklerin yanında, aynı zamanda emek sömürüsünün gerçekleştirildiği üretim faaliyetinin geliştirilmeye başlanmasının (kumaş üretimi gibi) pazara yönelik meta üretimine geçildiği şehir ve ülkeler olması belirleyici olmaktadır. Böylece, bir yandan ticaret sermayesi sanayine ve nihayetinde “kapitalist sermayeye” dönüştürülürken, “gerçek” yani üretime dayalı değere geçmeyle birlikte bu yeni zenginlik kaynağı ile birlikte sermaye de toplumsallaştırılmış olmaktadır. Bunun sonucunda bu gibi denizci devletlerin toplumsal yapılanmaları da değişmiş, büyük toprak sahibi aristokratların yanında ve onların “tarlasını sürerek” burjuvazi ve artık bütün toplumsal zenginliklerin yaratıcısı olarak proletarya da tarih sahnesine bütün ihtişam ve sefaletleriyle uzunca bir süre var olmak üzere girmiş bulunmaktadır.

Attali’nin “Çin’in adını duyunca adeta çılgına dönmesinin nedeni de budur. Emperyalist Batı sermayesi, asırlar boyunca işgücü sömürüsüne dayalı bir zenginlik kaynağı ve ölüme sürecek asker rezervi olarak gördüğü “Ulus-Devlet” biçiminde oluşturulmuş toplumlarda, toplumsallaşmaya devam ettiği müddetçe “kar oranının sürekli düştüğünü” ve sanki bu da yetmezmiş gibi, sermayenin toplumu değil de “insan toplumunun” kendi gereklerine uygun olarak sermayeyi toplumsallaştırmasın (bunun adı “kamulaştırma”dır) tarihin kapısına dayandığını fark etmeye başlamıştır.3 Bu andan itibaren, artık bu “milli sevdadan” vaz geçerek kendisine aradığı birikimi sağlayan başka ülkelere akmaya başlamıştır: Küreselleşme. Kıta Çin’in seçilmiş olması, diğer benzer ülkeler gibi zenginliklerin ve üretimin toplumsallaşmasının yanında uygun ve inanılmaz derecede ucuz işgücü rezervine sahip olmasında yatmaktadır. Ama bu yağma siyasetinin de kapitalist sistemin hayatta kalmak için başvurduğu diğer yollar gibi belli bir sınırı vardır. Şöyle ki, üretimin alt yapısal gelişiminin yanında, sermaye birikiminde de “domine ülke” statüsünden “dominant ülke” statüsüne geçmesi, Batılı sermayedarlar için tahammül edilemez bir durumu kaçınılmaz olarak doğurmuş bulunmaktadır. Diğer yandan Çin, “Ulus-Devlet”lerin sermayenin üretim yoluyla “toplumsallaşmasının” mümkün olabileceğinin maddi bir ispatı olmaya devam etmesi, (Her ne kadar bu olgu Çin ve Çin gibi ülkelerde hızla gerilemekte, “Tedarikçi ülke” olmaya devam emesinin yanında, sanayi gelişimi yani “toplumsallaşmış sanayinin” yatırıma dönüşme kabiliyeti hızla azalmakta olsa bile…) kendi ülkelerinin halklarına kötü örnek olmaktadır.

İkinci neden, toplumsallaşma kabiliyetinin durgunlaşmasına ve iş gücü maliyetlerinin göreceli artmasına bağlı olarak artık “enteresan” ülke niteliğini kaybetmeye başlayan Çin’in “tarihsel rolünün” sonuna geldiğini fark etmeye başlayan küresel sermayenin, Attali’nin ağzından bu ülkenin “demokratik” olmadığını giderek daha fazla dillendirmeye başlamasında karşımıza çıkmaktadır. Siyasi açıdan azgın bir liberal faşist olan ideoloğumuzun “demokrasi”den anladığının vatandaş katılımını en üst seviyelere taşıyan bir rejimin varlığı değil, bizde de çok sık rastlandığı üzere, neoliberal bir yapılanmanın temel göstergelerinden birisi olan “aşırı bireyleşmiş” gestapoların sayısının Batılı ülkelerden çok daha az olmasındandır.

Attali’nin dünya kapitalizmine yeni bir sistem arayışının nedenlerinden bir diğerinin en önemli kriteri, birey merkezli ve sözüm ona “inovasyon” (yenileme faaliyeti) kabiliyetine sahip aşırı bireyleşmiş ve vahşice her türlü toplumsallık biçimlerini ortadan kaldıran “iş bitirici” bireylere sahip olmaktan geçmektedir. Böylesi “iş bitirici” olan ve “aşırı bireycilerin” faaliyet alanının “strat-up” tipi vur-kaç yapmayı bir ekonomik ideal olarak gören ve kararlı toplumsallık düşmanı yapılanmaların varlığı ve neoliberal ideolog ve siyasetçilerin tercihlerinin başında gelmekte olduğu, bu güruhun uzun zamandan beri Kaliforniya’nın “Silicon Valey”sini (Silikon Vadisi) genel karargah olarak kullandığı bilinmektedir. Küresel sermayenin Attali aracıyla piyasaya sürdüğü ve kendi ülkesini “Start up nation” olarak tanımlayan Macron bu tipte insani ölçüler kullanılarak tanımlanması çok zor bireyselliklerin somut bir örneğini sunmaktadır. Diğer taraftan, azılı bir Fransız liberal faşisti olan yazarımız, Kaliforna’ya aynı kriterlere uygun başka bir rakip aramaya çıktığına göre, “Kapitalist sistemin” gerçekte “sıfırı tükettiğini” de itiraf etmiş bulunmaktadır.

Bu durumda, hiçbir tespitini “laf olsun” diye yapmayan, hiçbir lafını da ortaya söylemeyen, “kurukafalı” rozetiyle çevresinde terör estiren “1. Sınıf” bir liberal faşist Attali’nin attığı her adım belli bir hedefe yöne doğru, yazdığı her kitap yerleşik düzenin yönlendirdiği kitlelere bu hedefe uyumlu olması için rehber olsun diyedir. O halde bütün bu lafların anlamı şudur;

1)Batının emperyalist ülkelerinde toplumsallaşarak artık aradığını bulamayan kapitalist sermaye, bir taraftan neoliberalizm ideolojisiyle yerleşik sınıf temelindeki “toplumsal dayanışma” biçimlerini havaya uçurmak için bir yandan “aşırı bireyciliği” genelleştirirken, diğer yandan geçmişin geleneksel toplumsallık biçimlerine göre örgütlenmiş ülkelere kaydırmıştır. Bu dönem, ekonomik küreselleşmenin hız kazanmış olduğu olgusuyla belirlendiği kadar, toplumsal ve siyasal planda “Ulus-Devlet” örgütlenmesinin de ortadan kaldırıldığı bir dönem olmuştur. Dolayısıyla “gelişmiş ülkelerde” böylesi “Ulus-Devlet” altında örgütlenmiş var olan “dayanışma ağlarını” ortadan kaldırmaya yönelik bir başlangıç yapmak, kapıya dayanan yeni toplumsallık biçiminin (komünizm) ikamesini önleyebilmek anlamında anlaşılabilir bir şey olmaktadır. Bu tür bir başlangıç, artık toplumsallaşamadığından, sermayenin ve kapitalist sistemin insan türünün toplumsallığını sıfırlamaya başladığı bir sürecin başlangıcına karşı gelmektedir.

2)Aradan iki on yıl kadar geçtikten, insan toplumsallığının sıfırlanması, “milli sınırların” ötesinde küresel bir fenomen haline gelmesiyle beraber, sermaye temerküzünü aranan ölçülerde sağlayamadığı halde4, kapitalist sermaye kendisine insan toplumsallığının dışında başka bir insani zemin ve sıfırlayıp tüketeceği başka bir kaynağa yönelmiş bulunmaktadır. Bu kaynak, zaten toplumsallığı sıfırlamada bir “araç” olarak kullandığı insanın bireyselliği olmuştur. Attali’nin işaret ettiği son, İnsan bireyselliğinin de tıpkı toplumsallığı gibi sıfırı tüketmesine götüren bir yol olmaktadır.

3)Attali’nin önerdiği ve “start up” tipi müteşebbislerde ifadesini bulan “herkes bir sermayedar gibi davranmak zorundadır” anlamına da gelecek olan bu yeni öneri, her türlü insan yenileşmesinin kaynağı olan bireyselliği de en son zerresine kadar sömürdükten sonra, “start up”’larla yaratılan vahşi rekabet ortamında birbirlerine kırdırarak yok etmeyi amaçlamaktadır. 16-17. Yüzyılda yaşamış Thomas Hobbes’tan haberi olan herkes, bugün “insan insanın kurdudur” ilkesinin belki de insanlık tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar insan hayatının bir parçası haline getirildiğini bilecektir; tıpkı bu genelleştirilmiş vahşet halinin diğer yandan va olan liberal faşist diktatörlüklerin emekçiler üzerinde uyguladığı mezalimin, yerleşik siyasi diskurda haklı çıkarılmayı da doğurabileceğini bizimle birlikte gözlemlediği gibi. Nitekim yazarın bizzat kendisi de böylesi bir finans örgütlenmesinin “güçlü bir devlet otoritesini” gerekli kıldığını o küstah tavrıyla açık ve net olarak ifade etmektedir.

(Kapitalist sistemin krizi ve çöküşüne alternatif olarak öne sürülen bireyselliğin kutsandığı Start-Up girişimcileri finanse eden Silikon Vadisi Bankası, faizlerin yükseltilmesi nedeniyle aşırı borçlu oldukları için finans kapital tarafından batırıldı. Onlarca Start Up’un işsiz kalmasına neden olan çöküş, kapitalist ekonomik modellerin ürettiği her çözümün yeni yeni krizleri tetiklemesi bakımından öğretici-editör)

Jacques Attali’nin öğretisinin özetiyle bir giriş yaptıktan sonra, eğer kuşak farkına rağmen ona iki su damlası kadar benzeyen bizim düzenbaz yazarımız Harari’nin öğretisine geçebiliriz. Kendisi, üstadı yaşındaki Fransız liberal gestapodan daha fazla muhteva sunmakta ve bu muhtevayla kapitalist sistemin, baştan beri yaptığı türden, kara deliğini gözlerden gizlemeye çalışmaktadır. Böylelikle birincinin söylediklerinin sonuçlarını bu muhtevadan çıkan sonuçlarla karşılaştırarak onaylamış da olabileceğiz. Ama daha önce, birey, bireysellik, bireycilik veya “aşırı bireyleşme” kavramları konusunda, “Denge ve Devrim” adlı çalışmamızda geliştirdiğimiz tanımları, okuyucunun anlayışın kolaylaştıracağına inanarak özetlemeye işe başlayacağız.

Toplumsallık yaratan “doğa” olarak birey ve kimlik sorunu

İnsan toplumuyla insan bireyi arasında kurulan “zıtlıkların birliği” şeklindeki diyalektik ilişki, günümüze gelinceye kadar hem düşünce ve hem de siyaset alanına damgasını vurmuş bulunmaktadır. Bu tür bir diyalektik ilişkiye bağlı olarak gerçekleştirilen kavramsal konstrüksiyonda (veya teori), geçmiş itibariyle, temsil ettikleri toplumsal sınıfın (işçi sınıfı) çıkarları gereği “toplumcu” (veya sosyalist-komünist) siyasetler ve düşünsel planda ise “toplumsallaşmacı” akımlar üzerinden “toplum” faktörünü belirleyici olarak öne çıkarmıştır. Günümüzde daha çok neo-liberalizm tarafından, bir düşünce ve eylem biçimi olarak, temsil ettiği toplumsal sınıfın (burjuvazi) çıkarları doğrultusunda geliştirilen “aşırı bireycilik” akımı, “birey” faktörünü “birey-toplum” diyalektiğinde tartışmasız belirleyici olarak ilan etmiştir.

Toplumla birey arasındaki ilişki konusunu gelecek yazımızda Harari’nin “insanın doğadaki yeri” konusunda çevresine yaydığı zırvalarının eleştirisine bağlı olarak etraflıca yeniden geleceğiz. Şimdilik insanlaşma sürecinde müdahil olan bu iki kurucu unsur arasındaki diyalektik ilişkinin, “sınıf çelişkileri” gibi varoluşsal bir hal almış olsalar da, bir sentez yol açamayacak kadar mutlak anlamda çelişkili olduğu veya asla çözülemeyecek “metafizik” tabiatlı bir ilişki biçimi doğurduğu gibi bir anlayışa kesinlikle karşı olduğumuzu belirtmemiz gerekmektedir. Böylesi bir iddia, sınıf mücadelesini sırf “ticaret olsun” diye yürütmeye meraklı “sendika ağalarının” veya tarihi ve maddi şartların olgunlaşmasını hesaba katmayan sözüm ona “devrimci şiddet” meraklılarının saplantılarına uygun bir düşünce ve eyleme biçimi olurdu. Biz, sınıf mücadelelerinin toplumsal sınıfların nesnel ve öznel şartlarını ortadan kaldırılmayı hedeflemediği şartlarda ne gerçekte devrimci ne de emekçilerin yaşam şartlarını iyileştirmeye yönelik çıkarına hizmet eden bir mücadele biçimi olabileceğini düşünmemekteyiz.

Emekle sermaye, emekçiyle burjuva ve nihayetinde toplumla birey arasındaki çelişki çok basitleştirilmiş bir şekilde ifade etmek gerekirse, yeni toplumsallık biçimleri yaratmakla çözülebilecek bir ilişki türüne tekabül eder. Diğer bir şekilde ifade etmek gerekirse, bu çelişkilerin çözümü zaten çelişki yumağının bizzat içinde bulunmaktadır; bu yüzden de orada, daha doğrusu çelişkili unsurların arasında var olan ve yolumuzu çözüme bağlayan ilişkide aranmalıdır. Biz de işte tam da bu çözümleyici ilişkiyi kurmaya çalışacağız.

Birey, toplumun gören gözü, duyan kulağı, düşünen beynidir

“Toplum, bireyi ve bireyselliği her durum ve şart altında belirler” şeklindeki bir önerme, en azından hayati yanlışlara yol açabileceğinden, kesinlikle doğru değildir. Böylesi bir iddia toplumsal varoluşu kendi öznesinden yani insandan koparıp metafizik bir mevhum haline getirdiği gibi, onun evren ile ilişkisini de kısa devre yapıp hesaba katmayacaktır. Zira toplum, eğer kendisini oluşturan bireysellikler hesaba katılmazsa kendi başına ve kendisi için bir özne teşkil etmezAma bu, canlı bir varlık olan insan bireyinin insan toplumu ile ilişkilerinde tek başına özne olma kapasitesine sahip olması, onun aynı zamanda ve yine bir özne olarak örgütlü ve zaman içinde kümülatif bir yapı oluşturan toplum tarafından daha doğuştan itibaren varoluşsal bir şekilde belirlenmediği anlamına da gelmez. Göreceli de olsa bireysel bir varlık olan insanın tabiatını belirleyenin, onun evrendeki varoluşunun toplumsallığına bağlı olduğu olgusu ile çelişen bir yanı yoktur. Özne-birey başında da sonunda da toplumsallaşmadan var olamayacak bir öznedir. Bu demektir ki toplumsallık, neo-liberal vahşetin iddia ettiği gibi bireyselliğin “tabiatı” ile çelişen bir şey değil ama bireyin ve insan türünün tabiatı icabıdır. Toplumsallık ve bireyselliği ölçüsü, insan türünün evrende içinde yol aldığı zaman ve mekanın şartlarına bağlı olarak ve sınıf mücadelelerinin seyrinin belirleyiciliği altında az veya çok olabilmektedir. Bu tür karşılıklı ve göreceli aşırılık, birinin diğerinin oluşma şartlarını hazırlayan bir aşırılıktır. Örneğin günümüzde neo-liberal ideolojinin ve liberal faşist siyasetin en etkili silahı olma gibi bir işlerliğe sahip olan “aşırı bireycileştirme” hali, eğer insan tabiatına aykırı olan bu durum aynı ölçüde bir toplumsallaşma hareketi (devrim) ile telafi edilirse, insan varlığı ile bütünüyle örtüşen “komünist topluma” dönüştürecek olan gücün nesnel ve öznel şartlarını hazırlanmakta olduğunun da göstergesi olabilecektir. İnsan türünün evrendeki varlığını sürdürebilmesi, aynı zamanda, insanlaşma sürecinde bireyleşme ve toplumsallaşmada görülen ve aslında doğal olan aşırılıkların birbirlerini karşılıklı olarak gidermesine bağlıdır.

Toplum: İnsanlaşma sürecinin “kara kutusu”…

Tarihsel olarak biçimlendirilmiş örgütsel bir yapılanma olan insan toplumunun “kendi kendini yaratan” (Durkheim, Bourdieu) bir bütün olduğu anlayışının doğru olmadığı umarız anlaşılmıştır. Hareket yani “oluş” halinde olmadan var olamayacak olan insanın doğasını temsil eden birer “özne” olarak toplumsallaşarak “toplum” dediğimiz bu bütünleşmeyi yaratan insan bireyleridir. Diğer bir şekilde ifade edersek, toplum dediğimiz tarihsel formasyon bir anlamda bir enerji yoğunlaşmasının belli biçimler altında bir yapılanmasıyla oluşan “maddi” bir şeydirİşte tam da bu yüzdendir ki algılanabilir ve ölçülebilir bir nesne olarak da bilimin konusu haline gelir yani bir “araştırma nesnesi” oluşturabilir niteliktedir.

Özneler tarafından “hayat enerjisi” yoğunlaşmasıyla yaratılmış olan toplumsal yapılanma bu durumda kendisinin yaratılmasına katılan bireylerin enerji, bilgi ve becerilerinin kaydedildiği –ve bu yolda en ufak bir çabanın bile kaybolmadığı- bir kara kutudur. Sırf bu yüzdendir ki, doğuştan itibaren toplumsal varlığın yaratılmasına katılan birey, bu işe öncelikle eğitim ve öğrenim yoluyla bu kara kutunun içinde kaydedilen bütün bilgi ve becerileri öğrenmekle işe başlamaktadır. Daha önce de çeşitli bağlamlarda belirte geldiğimiz üzere, bilimsel bilginin konusu olanlar dahil, hiçbir düşünce biçimi ve kavram yoktur ki, hem yaratılmasında ve hem de kuşaktan kuşağa aktarımında toplumsallaşma olayının dışında var olabilsin!

İnsanlığın kara kutusu olan toplum olmadan “birey” olmanın da bir anlamı olmayacaktır. Ancak bu, birey olmadan toplumsallığın veya toplumsallaşmanın mümkün olabileceği anlamına kesinlikle gelmemektedir. Sonuçta, karşılıklı olarak belli birer “otonomiye” sahip olsalar da, bu iki ayrı varlık gibi görünen tarafların, bireyin ve toplumun, arasındaki ilişki sorununun özü, tarafların arasındaki çelişki halinin mutlak olmadığı ama karşılıklı olarak birbirlerini var ederken insanlığı da var ettikleridir.

Birey ve Toplum çatışmasından Kimliksel Dengeye

Toplumun ve insanlığın varoluşsal ağırlıktaki sorunlarını sadece gözlemlemek ve açıklamakla yetinen çağdaş toplum bilimci ve düşünce erbabı, günümüzdeki siyaset yapma biçimini iradi bir biçimde “kaos yaratarak yönetme” olarak tanımlamaktadır. Sorunlara, sanki çıkarılan “kaosların” kendilerini ilgilendirmiyormuş gibi içeriden değil de dışarıdan bakan bu anlayış sahiplerinin yaptıkları tespit –bilinçli veya değil- hatalıdır. Çünkü bugünkü haliyle kapitalist sitemi temsil eden liberal faşist iktidarların özel olarak “kaotik” bir ortam yaratarak insanları “ellerinde oynatmasına” hiç de ihtiyaçları bulunmamaktadır. Bu durumu, toplumun bireylerine hala yerleşik düzene mevcut olduğu biçimiyle entegre olmayı vazeden, var olandan başka bir toplumsallık biçiminin mümkün ve gerekli olduğunu “macera aramak” olarak niteleyen sözüm ona bilim insanı ve düşünürler göremese veya görmezden gelse de, Attali gibi düşünürler ve Harari gibi “insan bilim” müsveddeleri, gayet iyi bilmektedirler. Zira, devasa bir “kara deliğe” dönüşerek kadim insanlığı hortumlamakta olan “kapitalist sistemin” bizzat kendisi hem “kendinde” ve hem de “kendi için” devasa bir “kaos ortamını” zaten oluşturmuş bulunmaktadır. Attali gibi azılı bir liberal faşist akıl hocalarının iğfal edip (entelektüel anlamda) piyasaya sürdüğü Macron tipi siyasi fahişelere, Fransa gibi devrimci tarihi ile “kötü örnek” teşkil eden bir Ulus-Devleti “Start up Nation” olarak adlandırması, gerçekte var olanın itiraf edilmesinden ve mevcut durumun su yüzüne çıkarılma çabasından başka ne anlam taşıyabilir ki? Aynı şekilde, bu “ne kadar komünist kanı içse doymayacak” kadar emek ve emekçi düşmanının “her birey bir patron olmalıdır” şiarıyla, kapitalist sistemin kaosunu şimdi de bütün insan bireylerinin içselliğine taşıyarak onların hayat enerjisinden beslenmeye çalışmasının başka ne anlamı olabilir ki? Liberal faşist propagandanın çağrısına uyarak “kendisinin patronu” olma hayaliyle “salhaneye” gider gibi kapitalist sisteme entegre olmaya çabalayan birey, bu şekilde bütün enerjisini tüketerek gözünü “kara deliğin” karnında açtıklarında vaktin çok geç olduğunu anlayıp da yardım etmeleri için ellerini “bilim insanı” olarak gördükleri Harari gibi birine uzattıklarında, onun haince gülüşünden başka bir cevap alamayacakları ortada olan bir gerçek değil midir?

Attali ve Harari gibilerinin “küçük kaotik durumlar” yaratarak büyük bir “kara deliğe” dönüşmüş olan bütün “kapitalist sistemin” gerçek yüzünü düzenbazlık ve üçkağıtçılık oyunlarıyla gizleme çabaları kendisini, yükselen emek merkezli devrimci halk muhalefetine de hissettirmektedir. “Büyük felaketin” kendisini belli ettiği bu “küçük” gibi görülen felaketler kendilerini şu şekilde ortaya koymaktadır:

1)Neoliberal dönemde Hayat ile ölüm başta olmak üzere, birey ile toplum da aralarında var olan diyalektik ilişkide aşırılıklar ve tarihe mal olabilen kopuşlar yaşamaktadır.

2)Neoliberal dönemin yarattığı aşırılıklar, ölümden yana ve insan hayatına karşı, bireycilikten yana ve insan toplumuna karşı aşırılıklardır.

3)Yaratılan bu aşırılıklar insan ve insan kimliğini sorgulayan antropolojik yıkım getiren kaotik dengesizlikleri doğurmaktadır. Bunun en bariz örneği, Attali türünden ideolog-gestapoların promosyonunu yaptığı, aşırı bireyleşmiş olduğundan insan mı yoksa bir “vampir” mi olduğu pek belli olmayan Macron tipi yöneticilerin şahsında gözlemlenen ”kimliksel” saplantılı birey profilleridir.5

4)Ancak, tarihsel akışı belirleyen artık sadece böylesi ölümden yana ve “pervers” (sapkın) tipte bireysel aşırılıklardan mustarip bireyler değildir. Bizce günümüzün belirleyici akımı aşırı bireyciliği aşırı toplumsallaşmayla ortadan kaldırarak “toplumsallaşmacı” yeni bir kimliksel denge kurma çabasında olan bireylerdir.6

İyice anlaşılmış olmak üzere son bir kere daha belirtmemiz gerekir ki, hızla yükselmekte olan “toplumsallaşmacı” dalga, bütün varlığını bireyleşme ile toplumsallaşma arasındaki “kimliksel denge” arayışında belli etmektedirAncak bu toplumsalcı “dalga” gerçekte bir “tsunami” olup, günlük, aylık ve hatta yıllık dengesizlikleri düzeltme çabasındaki bir denge arayışı değildir. Gelmekte olan “toplumsallaşmacı dalga”, insanlaşma sürecinde yepyeni bir sayfa açacak olan, çıkış yolu arayan ve sistemle “kapitalist sistemle” şu veya bu şekilde uzlaşmayan bütün insanların özlemini duyduğu komünist sıçramayı da beraberinde getirecek olan dalgadır.

“Bireyselliğin infilakı”

Tam bir “kara deliğe” dönüşerek insanın toplumsallığını hortumlayan kapitalist sistem bu işlevi, “aşırı bireycilik” hali yaratarak oluşturduğu dengesizlik halinden mustarip hale gelen ve toplumun bir kesimini oluşturan bireylere yaptırmaya başladığını ve bunun da genelleştirilmiş bir “kimlik sorunu” yarattığını belirtmiştik. “Macro” düzeyde, özellikle de toplum ile birey arasındaki insanlaşma sürecini tersine döndüren bu parçalanmışlık hali, “mikro” düzeyde yani bireysel varlığın kendisi söz konusu olduğunda kendisini ne şekilde ortaya koymaktadır? Şimdi de özellikle “Denge ve Devrim” (El yayınları)’de etraflıca ele aldığımız bu konunun, pratik sonuçlarına dair vardığımız sonuçlarını özetleyelim.

Bir insan bireyi, doğuşundan itibaren bir toplumsallaşma sürecine girerek “yetişkin birey” haline gelerek “toplum” dediğimiz bütüne entegre olur. Bu toplumsallaşma sürecini belirleyen, bireyin hayat çizgisi boyunca sırasıyla devreye giren “toplumsal dışsallık” da diyebildiğimiz “varlık alanları” olmaktadır. Bu alanlar sırasıyla Toplumsal sınıf/cemaat > Aile > Okul > Toplum-Cemiyet olarak sıralanmaktadır. Bir “Ulus-Devlet” formasyonuna göre biçimlendirilmiş sınıflı toplumda bireyin “kimliği”, normal şartlar altında, yani “toplumsal dışsallığın” bireylerini kendisine entegre etme şartlarının olduğu halde, bireysel içsellikle toplumsal dışsallık arasında kurulabilecek bir denge sayesinde oluşturulur. Ancak her durumda bireyin “macro” düzeydeki entegrasyonu, gerçekte savaş halinde olan toplumsal sınıflardan birisine entegrasyonla gerçekleşmektedir.

Kapitalist sistemin toptan yok oluş-yok ediş sürecinde, ne ekonomik istihdam ve ne de toplumsal entegrasyonun gerçekleşemediği durumda, bireyin yaşam çizgisinin devamını da sağlayan toplumsal dışsallık ile bireysel içsellik arasındaki kimliksel dengenin gerçekleşmesi mümkün olmaktan çıkar. Bizim “bireyselliğin infilakı” olarak adlandırdığımız süreç, mevcut bir denge halinin, bireyleşme ve toplumsallaşmadan başlayarak parçalanması ile oluşur. Bu aynı zamanda, bireyin kendisine “global toplum” dışında, kaybettiği kimliksel dengeyi yeniden kurup “yaşam çizgisinin” devamlılığını yeniden mümkün hale getirebilmek için “toplumsal dışsallık” aramaya yöneltir. Bu dışsallıklar bireyin yaşam çizgisinde devreye giren diğer üç varlık alanı olmaktadır. Böylece dağılmayla ayrışan bireyleşme ve toplumsallaşma süreçlerinin iki ucunda oluşan kimliksel dört kutup oluşmaktadır.

İnsanın toplumsal ve bireysel varlığında ortaya çıkan parçalanmışlık haliyle, Jacques Attali gibi liberal faşizmin gedikli bir ideoloğunun siyasi önerileri örtüşmektedir. Bu örtüşebilirlik hali bizim “üç kağıtçı” ideoloğumuz Harari için de geçerli olmaktadır.

Toplumsal çözülme ve “bireyin özgürleşmesi” meselesi

Aşağıda aktaracağımız alıntıda görüleceği üzere üç kağıtçı yazarımızın olaylara bakışının değişmediğini başlangıçta belirterek, bir daha ihtiyaç hasıl olmadan bu bakış açısının eleştirisine özel olarak artık yer vermeyeceğiz. Harari’nin bütün yaklaşımı, eninde sonunda algılarımıza doğrudan hitap eden olayların arasında gerçekte var olan zaman ve mekan düzenini değiştirmek, kavram kargaşası yaratarak bu olayların gözlemlenmesinden, o olayları düşünmeye geçtiğimizde akıl yürütmelerimizi saptırarak “tabu” olarak gördüğü belli bir düşünceye, kapitalizmin ezeli ve ebedi, dolayısıyla “ilahi” bir şey olduğu düşüncesine doğru insanları yönlendirmek. İşte onun, içinde yaşadığımız ve gerçekte insanlığı kendi sonuna doğru yönlendiren “toplumsal çözülme” olayı ile ilgili söyledikleri şeylerden birkaçı:

Dünya Homo sapiens’in isteklerine uygun hale getirildikçe habitatlar ve türler yok oldu. Bir zamanlar yeşil ve mavi olan gezegenimiz, plastik ve betondan bir AVM’ye dönüştü” (S. 345)

Aile ve topluluk yaşamı ideal olmaktan çok uzaktı. Aileler ve topluluklar kendi üyelerini modern devlet ve piyasalardan bile fazla baskı altına alabiliyordu; ayrıca iç dinamikleri genellikle gerilim ve şiddetle doluydu, ama insanlarında başka şansları yoktu” (S. 352)

Birinci paragrafta bize telkin edilen şey açıktır: Dünyamızı, insan ve onun en mahrem değerlerinin de içinde olduğu her şeyi, metalaştırarak alınır-satılır hale getiren kapitalist sistemin efendileri olan sermayedarlar değil de, Homo Sapiens’in bütününün bir parçası olarak “sen-ben-bizim oğlan” yani hepimizizDoğal kaynakları olduğu gibi insana dair bütün zenginlik kaynaklarını yağmalayarak bizim iç ve dış doğamızı bir çöplüğe, bir “yok edilmiş türler” mezarlığına çeviren de doğrusu bizden başkası değildir. Hatta kendi türümüzün imhası demek olan gelecek kuşaklara uzanan geleceğimizi bile ipotek ederek tüketmek için sermayedarların şakağına silahı dayayarak bize zorla “tüketim kredisi” vermeye zorlayan, hiçbir gereği olmadan tüketim mallarının alım-satımını hızlandırmak için yapılan “reklamlara” milyarları heba eden de biz, yani şu “uğursuz” Homo Sapiens’in “veledi zinaları” değil miyiz? Oxford’lu Harari’ye bakarsanız öyle!

Alıntıların birinci paragrafında okuyucuya bundan sonraki zırvaları yutturmak içi söylenen bu düzmece laflardan yansıyan karikatüre bazıları çok kızacak, bazıları da gülüp geçecektir hiç şüphesiz. Ama en vahim olanı ne olacaktır biliyor musunuz? Bunca sahtekarlığı insan bilimin zirvesi olarak gören ve kendilerine “aydın” veya “bilim insanı” yaftası takan işbirlikçi zevatının kutsamış olması olgusu!

(Neoliberal çağın yeni ideoloğu Harari)

Birinci alıntıda gerçekte anlatılan sadece ve sadece sermayenin tahakkümü altına sokulmuş insanın kendi kendisine ve doğaya yabancılaşmış olduğu olgusundan başka bir şey olmamaktadır. Bir açıdan bu süreç, sınıflı toplumların ortaya çıkarak tarih sahnesinde boy göstermeye başladığı neolitik sonrası dönemin başlangıcına kadar geri götürülebilse de, bundan sonra aktaracağımız alıntıda sürecin sadece “kapitalist dönem” ve sermayenin hükümranlığı ile belirlendiğini itiraf edilmektedir:

Sanayi Devrimi insan toplumlarında pek çok büyük değişikliğe yol açtı. Endüstriyel zamanlamaya uyarlanmak bunlardan sadece biridir. Diğer önemli örnekler arasında şehirleşme, köylülüğün ortadan kalkması, proletaryanın yükselişi, bireyin güçlenmesi, demokratikleşme, gençlik kültürü ve ataerkilliğin çözülmesi sayılabilir.

Bütün bu değişimler, insanlığın başına gelmiş en ciddi toplumsal devrim karşısında bir hiçtir: Ailenin ve topluluğun çöküşü, yerine devletin ve piyasanın geçmesi. … / … aile ve topluluk tüm insan toplumlarının temel taşı olmaya devam etti. Sanayi devrimi ise bütün taşları atomlarına kadar parçalamayı iki yüz yılda başardı.” (S. 350)

Alıntılardan birincisini doğru okumak gerekmektedir: Harari’nin “Sanayi Devrimi” dediği şey, “üretici güçleri devrimcileştirmeden var olamayacak olan” (Marx) kapitalist sermayenin öncülüğünde gelişen burjuva devrimidir. Tıpkı insanın ve “mavi gezegenin” kaynaklarını “aşırı üretim çılgınlığı” yaratarak tüketen iktisadi ve siyasi gücün de sermayedarların örgütlü bir şekilde var olma biçimi olan “kapitalist sistem” olduğu gibi… “Köylülüğün ortadan kalkması, proletaryanın yükselişi, bireyin güçlenmesi, demokratikleşme, gençlik kültürü ve ataerkilliğin çözülmesi” olguları, aristokrasinin siyasi iktidarına son vererek sermayenin çıkarları doğrultusunda yeni bir toplumsal yapı tezgahlayan toplumsal sınıfın “burjuvazi” olmuş olması gibi.

Nitekim ikinci paragrafın başında yeni toplumsal ilişkileri belirleyen prensiplerin, “kan bağı” ve “yerel toplum” ve iktidar yapılanmaları değil ama kapitalist pazarı “milli sınırlar” altında güven altına alan “Ulus-Devletler” olduğunun altın çizilmesi, “sanayi devrimi” denilen şeyin toplumsal üretimin sermayenin çıkarları doğrultusunda gerçekleştiğinin itirafından başka bir şey olmamaktadır.

Harari”nin devamla söylediği ise Burjuva Devrimlerinin gerçekleştirdiği bütün sınıflı toplumlarda şimdiye kadar olup bitenin basit bir tekrarı olduğunun itirafı anlamına gelmektedir. “Aile”nin kaybolmaması ama “üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin” yine eskiden olduğu gibi “kan bağı” ile intikal etmesi ve “milli sınırların” yeni bir toplumsallık biçimi olarak geçmişin yerel topluluklarının yerini aldığı olgusu bunun itirafından başka bir şey olmamaktadır.

En son cümle, bir burjuva toplumunda gözlemlenen “toplumsal çözülme” olayının ulaştığı en üst biçim ise, toplumsal ilişkilerin aşırı bireycileştirme yoluyla “atomlarına” ayrılarak imkansız hale getirildiği olgusudur. Kapitalizmin ve burjuva toplumunun tabiatı icabı daha baştan itibaren yürürlüğe konulmuş olan “atomlarına kadar ayrıştırma”7 olayı, daha önce de belirttiğimiz üzere “neoliberal” dönemde en üst biçimine ulaşarak, artık bir bireyin var olmak için diğer bireyi imhası noktasına erişmiş bulunmaktadır. Bu olgu “kapitalist sistemin” insan toplumsallığını ortadan kaldırılması olayıyla eş zamanlı olarak yürütülmektedir.

Aşırı bireyciliğin başlangıcı ve Bireyselliğin sonu

Kapitalist sistemin yeni bir tipteki ve genelleştirilerek bütün “vatandaş” bireylere “özgürlük” nidalarıyla mal ettirilen “burjuva bireyciliğinin”, içinde yaşadığımız “yok oluş-yok ediş” döneminde içeriğinin yeni duruma uygun olarak yeniden tanımlandığına şahit olmaktayız. Neoliberal ideolojinin ve liberal faşist siyasetin belirlediği bu yeni dönemde, “birey” ve “bireysellik” hukukunu artık Büyük Burjuva devriminin kazanımlarının ve “insan hakları” kavramının başında gelen “bireysel hak ve özgürlüklerin tecellisi” olarak görmek ve anlamlandırmak mümkün değildir. “Bireysellik” diye adlandırdığımız olgu artık “insanın özgürlüğü” ilkesinin ete kemiğe bürünmüş hali olmaktan çıkmış bulunmaktadır. Hakim ideoloji ve siyasetin bireyi, toplumun veya kendi toplumsallaşmalarının değil de doğrudan doğruya ve sorgulama hakkı olmadan mevcut haliyle bir “kara deliğe” dönüşmüş olan kapitalist sistemin öznesi olacak olan, “yeni tipte” ve aşırı bireyleştirilmiş bir bireye dönüşmüş bulunmaktadır. Aşağıda aktardığımız alıntının konusu bütün gizleme çabalarına rağmen tam da bu olmaktadır:

Geleneksel köklü pazarlar yerini sürekli değişen yeni piyasalara bıraktı, ancak bu yeterli değildi. Ailenin ve topluluğun etkinliğini gerçekten kırmak için beşinci bir kola ihtiyaç vardı.

Devletler ve piyasalar insanlara reddedemeyecekleri bir teklifle geldi: “Birey olun!” Ailenizden izin almadan kiminle istiyorsanız onunla evlenin. Büyüklerinize rağmen istediğiniz işi yapın. … / …

Romantik literatür genellikle bireyi, piyasayla devlet arasındaki mücadeleye sıkışmış olarak anlatır. Devlet ve piyasa bireyin anne ve babasıdır, birey onlar sayesinde hayatta kalabilir. Piyasa bize iş, sigorta ve emekli maaşı sağlar.” (S. 352)

Milyonlarca yıllık evrim, hepimizi topluluk üyesi olarak düşünmek ve yaşamak yönünde tasarlamıştır, oysa biz iki yüzyıl içinde birbirimize yabancılaşmış bireyler haline geldik.” (S. 354)

Bundan önceki bölümde, “bireysel” varlığı ve dolayısıyla bireyciliği geçmişin toplumsallık biçimlerinin çözülmesinin sonucunda ortaya çıkan bir fenomen olduğunu tarif eden Harari, geldiğimiz yerde, işin artık “şakası” filan olmadığını, meselenin “özgürce yapılan bir seçim sonucu gerçekleşen bir durum olmaktan çok, emir kipiyle izah edilebilen bir zorunluluk -veya zorbalık!- meselesi olduğunu, tıpkı bir düzenbaza yakışır biçimde ima ederek –açıkça ifade ederek değil!- belirtmektedir. “Beşinci kol” teriminin bireyin davranışlarında “özgürlük” hukukunun bütünüyle devreden çıkarıldığı, yaptırım gücüyle gerçekleştirilen, hesapta olmayan ve ilan edilmemiş legal bir “zorbalık” sorununu gündeme getirdiği açıktır.

İşin ilginç olan yanı, “sermaye ve devlet tarafından belirleme” olayının, “özel mülkiyet kalesi” olarak “aile kurumunu” kullanan sermayedarlar ve burjuvalar ayrı tutularak, miras olarak gelecek kuşaklara aktaracak iş gücünden başka hiçbir serveti olmayan emekçi vatandaşlar ile sınırlı tutulmasıdır. Öyle ya, bir burjuvanın kendisinin belirlediği piyasadan iş, sigorta ve emekli maaşı “dilenmesi” (Harari’nin ifadesine en uygun terim bu olacaktır) diye bir şey tabidir ki düşünülemez. Bu durumda, Piyasa ve devletin sıradan bir “vatandaş-birey”in ana ve babası olması ve hatta otorite ve sahiplenme söz konusu olduğunda sermayenin “işgücü” ile birlikte bireyin bütün varlığına sahip olmasından başka ne anlamı olabilecektir. Sermayenin birey üzerinde sahip olduğu hakkın devlet tarafından garanti altına alınmış olması, “bireysel hak ve özgürlükler” hukukundan “kölelik” hukukuna doğrudan bir geçişen işaret eder. Aktardığımız sözler, sermaye ve onun kolluk gücünün bireyin kendi varlığı üzerindeki tasarrufu da dahil olmak üzere bütün davranışlarını dikte ettiği, sadece işgücünü pazarlarken değil ama nefes alıp verirken de sahip olduğu mutlak anlamda bir “köle” olduğunun açıkça ilanından başka ne anlama gelebilecektir?

Bunun yanında, Harari adlı yazarın bizce okura en tiksinti veren ve bu yüzden tahammül dahi edilemez yanı, ne onun neoliberalizmin yılmaz bir savunucusu olması ve hatta ne de liberal faşizmin hizmetkarı olarak boy göstermesidir; ama onun, bütün bu kriminal ideoloji ve siyasetin savunuculuğunu yaptıktan sonra adeta mağdurlarının yüzüne baka baka “timsah gözyaşları” dökmesidir. Bunun en bariz örneği son paragrafta mağdur ettiği kesimin bireylerini kendi suçunun kapsamına alması ve de üstüne üstlük kendi doğurduğu sonuç karşısında hayıflanır görünmesidir. Nitelemenin bütün ağırlığıyla aşağılık ve iğrenç bir tavır! Aslında bu tür “iğrençlikler” sadece Harari’ye özgü bir tavır da değildir. Attali başta olmak üzere, Fransa’nın bütün pervers (sapkın) ve liberal faşist –ki bu iki sıfat her nasılsa bunların şahsında eş anlamlı hale gelmiş bulunmaktadır- siyasetçi ve entelektüelin paylaştığı genel bir tavra karşı gelmektedir.

Bireyselliğin sıfırlanması olayı

Bireyselliğin toplumsallıkla birlikte ortadan kaldırılması olayının günümüzdeki var olduğu biçimiyle “hayatta kalabilmek için rekabet” etmeye zorlanan bireylerin birbirlerini yok etmeye başlamasıyla gerçekleştirildiğini belirtmiştik. Şimdi de böylece yürürlüğe konulan “sıfırlama” veya yok etme-yok olmanın daha önce çeşitli bağlamlarda belirttiğimiz iki gerçeklik biçimi –kurgusal ve maddi gerçeklik- üzerinden nasıl gerçekleştiğini Harari’nin ifadelendirmelerinden çıkarak belirtelim:

Hayali bir topluluk birbirini tanımayan ancak tanıdığını düşünen insanlardan oluşur; binlerce yıldır, krallıklar, imparatorluklar ve kiliseler hayali topluluklar olarak var oldular. Yakın topluluklar mensuplarının insanlarının duygusal ihtiyaçlarını giderirken herkesin hayatta kalması ve refahı için de elzemdi. Son iki yüzyılda zaman içinde ortadan kaybolan bu toplulukların yerini hayali olanlar aldı.

Ulus ve tüketici topluluklar bunların iki örneğidir. Ulus, devletin: tüketici toplumsa piyasanın hayali topluluğudur. … / …

Üretimcilik ve milliyetçilik hepimizin milyonlarca yabancıyla aynı topluluktan olduğumuza, ortak bir geçmişe ve ortak çıkarlara sahip olduğumuza ve ortak bir geleceğimiz olacağına inanmamız için uğraşır. Bu yalan değil, hayal gücüdür. … / …

Uluslar hayali olduklarını gizlemek için ellerinden geleni yaparlar; çoğu ulus doğal ve ebedi olduğunu, atalarının kanlarının karıştığı anavatanlarının bilinmeyen çok eski zamanlardan beri var olduğunu iddia eder.” (S. 356)

Her şeyden önce şu konuyu; hiçbir yanlış anlamaya, kişisel yorumun öznelliğine ve Harari türünden düzenbazların bitip tükenmeyen yanıltma çabalarına rağmen açıklıkla belirtmemiz gerekmektedir: Hiçbir insan toplumu veya “topluluğu” yoktur ki, salt “hayali” ve bir kurgusal bir yapıda olsun! İnsan toplumu veya topluluğu biçimi, kendi oluş süreci içinde başta olduğu gibi sonda da “maddi” bir varlık olmanın dışında bir özelliğe sahip olsun! Bu toplulukların içine “vahiy ürünü” dinler, Konfüçyüs, Buda gibi bilge kişilerin öğretilerinin etrafında örgütlenmiş toplumsal yapılanmalar, “Ulus-Devlet” formasyonuna göre yukarıdan aşağıya rasyonel bir biçimde örgütlenmiş toplumsal yapılanmalar ve onların arasında özellikle sermaye temerküzünü gerçekleştirmek üzere rasyonel ve zor (devlet gücü) kullanarak örgütlenmiş “kapitalist sistemin” yapılandırdığı günümüz toplumları da dahildir

İddiamıza en bariz örnek, her üçü de birer “kutsal kitaba” sahip tek tanrılı üç büyük dinin Mezopotamya medeniyetlerinin üzerine kurulmuş ve sonra da birbirlerinin varlığının zaman içinde nedeni olan dinler olmasıdır. Aynı şey, kapitalist yapılanmanın nedeni olan üretime dayalı “sermayenin” daha önceki toplumlarda biriktirilen tefeci ve ticari sermayenin olması için de söylenebilir. Açıktır ki, insanın evrendeki varlığını devam ettirebilmek için geliştirdiği kendisi ve kendisi gibilerin hayatını sürekli yeniden yaratma faaliyetinin sonucunda biçimlenen toplumsallık çeşitlerinin olgunlaştırılmasında olduğu gibi sürdürülmesi sürecinde de, “akıl”, “hayal” ve “kurgu” her zaman hazır bulunmaktadır. Ama bu olgudan çıkarak insanı “akıl” ve insan toplumunu ise “akıllı peygamber” veya siyasi şeflerin “hayal gücü” yarattı” gibi bir sonuç çıkarmak için ancak Harari gibi bir düzenbazın teki olmak gerekecektir.

Diğer yandan, oluş sürecini tamamladıktan sonra çeşitli toplumsallık biçimleri insan hayatında işgal ettikleri içeriklerini kaybedebilmekte, “ölüm” haline geçerek ancak insan düşüncesi veya “hayalinde” işgal edebilecekleri kadar yer işgal edebilecektir. Bu durum ise, baştan sona kadar belli bir toplumsallık biçimini hedefleyen toplumsallaşma sürecinin maddi bir gerçeklik tarafından belirlendiğinin en açık seçik ifadesi olmaktadır.

Maddi içeriğini kaybetmesiyle birlikte aynı zamanda bir “oluş” hali demek de olan “hayati olma” gerçekliğini kaybeden bir toplumsallık biçiminin içine düştüğü “ölüm” halinden tekrar hayat göstergesi olan “aktif hale” geçirilebilir mi? Bu durumun bir diğer adı “ölü zamanlara” karışarak “uzak geçmişe katılan bir toplumsallık biçimi tekrardan aktif hale getirilebilir mi?”, şeklinde de ifade edilebilecektir. Evet bu belli şartlar altında mümkün olabilmektedir; tıpkı laboratuvarlarda çok miktarda enerji yüklenerek, evrenin oluşunun ilk anlarından itibaren var olduktan sonra görevi ile birlikte içeriğini de kaybeden “Tanrı parçacığının” tekrardan aktif hale getirilmesinde olduğu gibi…

Bu tespit, metafor haline getirilerek toplum ve toplumsallaşma alanına uygulanabilecek midir? Bir tek şartı yerine getirerek evet! Bu şart, “parçacık bilimi” ile “insan biliminin” araştırma nesnesi olarak aldığı süreçlerin “maddi gerçekliğine” sonuna kadar sadık kalma, birinin somut gerçekliğini kullanarak –Harari’nin sıkça yaptığı gibi- diğerinin somut gerçekliğini ortadan kaldırmak veya “hayali” olduğunu iddia etmekten imtina etmek olacaktır. Nitekim biz “Tanrı parçacığını” inaktif halden aktif hale getirmekle onu bu hareketliliğini maddi oluşumun en genel biçimi olarak tanımlamakta ve maddi gerçekliğin özel ve çok karmaşık biçimi olan toplumsal gerçekliğe uygun hale getirerek yine bir “genel hareketlik biçimi” durumu olarak hesaba katmaktayız. Bu metaforik kaydırmanın gerçekleştirilmesi için şu ortak gerçekliğin her iki durumda da aynı sonuç vermesi bir ön şart olmaktadır: Zamanını doldurarak inaktif yani kendi iç dinamikleriyle var olamayacak durumda olan bir nesnenin tekrar enerji yüklenerek “aktif” hale getirilmesi…

Şimdi de devasa bir kara deliğe dönüşerek artık gelişimini tamamlayarak “ölüm” haline geçen kapitalist sistemin durumunu ele almaya çalışalım. Bu durum kendisini somut bir biçimde şöyle ortaya koyar: Artık kendi maddi gerçekliğinden uzaklaşarak, kendi varlık nedeni olan sermaye temerküzünü üretime yatırım aracılığıyla gerçekleştiremeyen bir toplumsal sistem olarak kapitalizmin, sermaye olmasa da “para temerküzü” ile “bitkisel hayatta” tutularak var olmaya devam edebilmesi; bunun için “insan hayatı” biçimini almış olan enerjiye, her adımda daha çok enerjiye ihtiyaç duyulması olguları… Biz, sistemin evrendeki insan varlığını hortumlayarak ancak bütünüyle çürüyüp yok olmayı şimdilik ertelediğini söylerken tam da bu yok olma-etme olayına işaret etmiş ve olayın aynı zamanda bir sıfırlama eylemi yani maddi gerçekliğinin kaybedilerek “kurgusal nitelikli bir varlık olma durumuna geçmek” olduğuna işaret etmiştik.

İnsanın toplumsallığıyla birlikte bütün tabiatının sıfırlanması için geçerli olan düzenek, bu sıfırlanmanın bir diğer ana halkası olarak “bireyselliğin sıfırlanması” olayı için de geçerli olmaktadır. Sürekli bir şekilde aşırı bireyleştirilerek toplumla ilişkisi üzerinden sahip olduğu “kimliksel dengeyi” kaybetmiş olmak veya yeni bir dengeyi eskiden olduğu türden kuramamış olmak insan bireyinin kendi bireyselliğini kaybetmesinin ön şartı olmaktadır. Mutlak bir dengesizlik haline sebep olan günümüzde var olduğu biçimiyle “kapitalist sistem” bu ön şartın somut nedenlerinin de hazırlayıcısı ve uygulayıcısı olmaktadır. Böylece, var olmanın gereği olan dış şartlarla birlikte, “bireysellikte” düğümlenen “iç şartları” da kaybeden insan bireyi kendi maddi ve manevi varlığına yabancılaştırarak “kurgusal” nitelikli bir varlık haline getirir. Bu olgunun bir diğer adlandırılması ise insan bireyselliğinin sıfırlanması olayıdır. Yani bireyin varlığının sürekli yenilenmesiyle hayat çizgisinin devamlılık kazanması durur, onun bir “biyolojik varlık” olarak bütün hayat enerjisi, bir “ölüyü” sadece “kurgusal” bir niteliğe sahip olan sistem tarafında yutularak sıfırlanır.

Son olarak aktardığımız alıntılarla ilgili olarak şu soruya cevap vermemiz gerekmektedir: Düzenbazlığı ile tanıdığımız Harari, neden çok daha “üretici” bir yapıya sahip olan “Ulus Devlet” yapılanmaları dahil, bütün insan topluluklarını “hayali” yani “kurgusal” bir gerçeklikle belirlendiğini iddia etmektedir? Dahası, bu biçimler arasında “kapitalist sistemin” biçimlendirdiği toplumsallık biçimi yer almamaktadır? Sanıyoruz bu soruya yukarıdaki açıklamaları yaparken cevaplamış bulunuyoruz, ama yine de özet olarak tekrarlayalım: Bütün maddi gerçekliğini tarihsel olarak yitirmiş olduğunu gizlemek ve bunun için bütün toplum biçimlerini, sistemin sahip olduğu biricik gerçeklik biçimi olan “kurgusal gerçekliğe” indirgemek. Ayrıca, böylesi bir düzenbazlığa girişmekle “kapitalizmin” ölü bir yapılanma biçimi olduğu da gözlemden ırak tutulmuş olmaktadır.

“Neoliberal” özne veya “Post-modern” köle

Neo liberalizm dediğimiz ideoloji ve siyaset, konumuzla ilişkili olarak yani tarihsel sonucuna erişmiş kapitalizmin eş zamanlı olarak hem insan toplumunun ve hem de insan bireyselliğinin sonunu getirmeye koştuğu şartlarda, bir tür “maddi bir gerçeklik olarak karşılığı olmadan para basmak” anlamına gelmektedir. Bu tür düşünme ve eyleme biçimi hiç durup dinlenmeden size bireysel “özgürlüklerden” ve “gelişimden” bahseder, ama ne özgürlüğün ne de gelişmenin, maddi gerçekliğin ölçütü olan insan toplumunda hiçbir karşılığı bulunmamaktadır. Aynı şekilde kulaklarınızı sağır edercesine “fast food” reklamı yapar gibi “bireyse gelişim” çığırtkanlığı yapar, ama aşırı bireycileşmeden ötürü, “gelişen” şeyin insanın toplumsallaşmasıyla hiçbir ilişkisi kalmamıştır; bu yüzden de bütün olup biten “toplum düşmanlığı” olarak özetlenebilecek “kişisel kariyer” yapmaktan, sadece kendisi ve mirasçıları için zenginlik depolamaktan ibaret olmaktır. İnsanlaşma sürecinde büyük hizmetler vermiş olan “özgürlük” düşüncesi ve zaman kavramını felsefenin ve fizik biliminin tekelinden alıp insan bireyinin gündelik işlerinin içine sokan “gelişim” veya “ilerleme” bilinci, bu şekilde kendi karşıtlarına dönüşerek günümüzde tecelli ettiği biçimiyle, “liberal faşist” siyaset ve onun öznesi konumuna terfi eden “post-modern kölelik” halini almaktadır.

Kapitalizmin toptan çöküş veya yok ediş-oluş döneminde gerçekleşen “özgürlük” ve “ilerleme” mevhumlarının (kavramlarının) kendi karşıtlarına dönüşmesi olayı, nesnelliğin ölçüsü olan insan toplumsallığının ve bu nesnelliği doğuran özneyi temsil eden insan bireyselliğinin sıfırlanması olayını neden ve niçiniyle gözler önüne sermektedir. Ayrıca, toplumun sıfırlanmasının sadece kapitalist sistemin ve liberal faşist siyasetin öznesi olan “post-modern köleler” eliyle gerçekleştirildiğini de ifade etmektedir. Biz, içinde yaşadığımız dönemi bir “yok oluş-yok ediş” dönemi olarak tanımladığımızda tam da bu gerçeği belirtmiş olmaktayız. Bütün olan biten şu şekilde özetlenebilmektedir:

Tarihsel sonuna ermiş “kapitalist sistem”, yeni toplumsallık biçimleri yaratamadığı oranda, kendi kendisini ancak var olan toplumsallığı da ortadan kaldırarak var etmeye çabalamaktadır. Sistemin “sopası” olmadığından, bu işlemi toplumsallaşmakta olan birey olarak “kendisi için özne” olmaktan feragat edip, “aşırı bireycileşerek” sadece “sistem için özne” olmayı kabul ederek “kariyer” yapıp zenginlik biriktirerek var olacağını hesaplayan bireyler eliyle gerçekleştirmektedir. Neticede, aşırı bireycileşerek kendi bireyselliğini sıfırlayan “kapitalist sistem için birey”, bu şekilde insan toplumsallığının sıfırlanmasının da öznesi haline gelmekte, aynı zamanda kendi kendisinin sıfırlanmasında bir adım daha atabilecek nesnel şartları bizzat kendi elleriyle kendisi yaratmış olmaktadır.

Bu karşılıklı imhayı öngören sıfırlanma süreci aynı zamanda bir yabancılaşma sürecidir de: Bireyin ancak içinde var olabileceği topluma, toplumun kendi özneleri olan bireylere, ama her şeyden önemlisi her ikisinin birden kapitalist sisteme yabancılaşması süreci. Bu karşılıklı “sıfırlanma” olayına karşı gelen zincirleme yabancılaşma olayını başlatan, günümüzde “bitkisel hayat” sürdürmeye başlayan kapitalist sistemin aynı zamanda kendi kendisine yabancılaşmasını da ifade etmektedir. Ancak var olabilmesini daha baştan beri toplumsallaşmasına borçlu olan “kapitalist sistemin” kendi kendisine yabancılaşması, onun tarihsel olarak yaşlanmasıyla ilgili olup, başlangıçtaki toplumsallaşma kabiliyetini bütünüyle kaybetmiş olmasının da doğal olarak niteleyebileceğimiz sonucudur. Oysaki aynı durum tarihsel olarak var olmasının sınırları “kapitalist sistemin” varlığının sınırları ile belirlenmeyen insan toplumu ve bireyi için geçerli değildir. İnsanlaşma sürecinin iki temel unsuru olan toplum ve bireyin birbirlerine yabancılaştırılmasıyla, karşılıklı olarak var etmeden karşılıklı olarak yok etmeye geçmesinin “doğal” olan hiçbir yanı yoktur. İnsan türünün jenoside uğratılması anlamına da gelen bu son yarım asırdır süregelen olayın nedeni ideolojik ve siyasi karakterdedir: Neo-liberalizm ve liberal faşizm!

Tartışmaya açtığımız tarihsel sürecin bütün yönleriyle bir tanımını yaptıktan sonra, kitabında aynı sürecin “kapitalist sistemin” işlevine uygun kurgusal gerçekliğe dayanan bir hikayesini anlatan “düzenbaz” yazarımızın versiyonunun eleştirisine geçebiliriz:

Ortalama bir insanın kendisini öldürme ihtimali bir terörist, asker veya uyuşturucu satıcısı tarafından öldürülme ihtimalinden daha yüksek” (S. 360)

Bu alıntıda üç kağıtçı yazarımız, kendi düzenbazlıklarını yutturmak için sık sık başvurduğu şekilde somut araştırma verilerine dayandığı anlaşılacak şekilde bir olgu tespiti yapmaktadır: Günümüzde bir bireyin hayatına son vererek kendi kendisine uyguladığı şiddet, “kapitalist sistem” tarafından yapılandırılmış olsa bile, insan toplumunun işlevsel nedenlerden dolayı gerçekleştirebileceğinden çok daha fazla olmaktadır. Sosyolojinin kurucularından birisi olarak gösterilmiş olsa da nihayetinde “burjuva sosyoloğu” olan Emile Durkheim’e göre “insanın kendi varlığını kendi elleriyle ortadan kaldırması” olayının en önemli nedenlerinden birisi bireyin toplumsal entegrasyonunun bozulmuş olmasıdır. Durkheim bu “entegrasyon yokluğu” halini, kendi kariyerinin en önemli eserlerinden birisi olarak gösterilen ve istatistiki verilere dayandığından “bilimsel” niteliğe sahip olduğu belirtilen ünlü “İntihar” adlı esrinde “anomi hali” olarak tanımlamıştır.

Durkheim’in arabuluculuğunda yaptığımız bireyin kendi kendisine uygulayabileceği en büyük şiddet biçimi olan “intihar” olayına dair yaptığımız bu tanımla bizi bir başka soruya taşımaktadır: Peki entegrasyonu zorlaştıran veya günümüzde olduğu gibi toplumun çok önemli bir kesimi için “imkansız” hale getiren “anomi” olayını doğuran şartlar nelerdir ve nasıl oluşmaktadırlar? Bu soruya yine “İntihar” adlı eserinde Durkheim’dan bir cevap bulmak mümkün: “Toplumsal yapılanma ile birlikte toplumsallık biçimlerinin çözülmesi ve yeni çözülen yapılanma ve biçimlerin yerine henüz yenilerinin geçirilmemiş olması”.

İçinde yaşadığımız zaman-mekan yapılanması söz konusu edildiğinde Durkheim’ın ileri sürdüğü tezler hangi duruma karşı gelmektedir? Aslında biz bu soruyu, Harari’nin el atmış olmasını beklemeden bütün makale ve kitaplarımızda sormuş ve cevabını da çeşitli bağlamlarda vermiş bulunmaktayız: Yaklaşık yarım asırdır “Ulus-Devlet” biçiminde örgütlenen –ki Durkheim’in söz konusu ettiği de bu tür bir toplumsallıktır- bütün toplumlarda kaydedilen sermayenin toplumsallaşmasının ya hızla gerilediği –Batı’da olduğu gibi- ya da hızla geliştikten sonra yine aynı hızla gerilediği –Türkiye gibi ülkelerde olduğu gibi- olgusuna bağlı olarak, toplumu yapılandıran bütün kurumlarıyla kapitalist sistemin bireylerin istihdam ve kültürel entegrasyonunu eskisi gibi yönlendiremez duruma gelmiş olması olgusu.

Yarım asırdır süregelen “anomi” (yasaların hükmünü kaybetmesi, kuralsızlaşma) olayı; bırakalım entegrasyonu yeniden restore etmeyi artık var olan toplumsallığı da ortadan kaldırmakla sonuçlanmaktadır. Kapitalist sistem toplumsallaşma ile birlikte insan toplumsallığını da ortadan kaldırma işlemini, yukarda da belirttiğimiz üzere sadece kendisine –ama topluma değil!- entegre olmasına izin verdiği “winners” yani “kazananlar” aracılığıyla, yani aşırı bireycileşme imtihanını başarmış “neoliberal-liberal faşistler”den oluşan elit veya “gestapo” tabakanın, çoğunluğu oluşturan “losers” veya “kaybedenler” tabakasının bireylerine karşı savaşımıyla gerçekleştirmektedir. Bu post-modern “gestapo” güruhunun eliyle gerçekleştirilen ve daha çok bir “jenoside” benzeyen olay, “losers”lari (kaybedenleri) toplama kampına tıkıp gaz odalarında katletmekle değil ama, insan toplumunun bütününü emekçi halk için bir “toplama kampına” dönüştürme ve sonra da onu ya öldürene kadar çalıştırarak, ya da açlık ve sefalet içinde çan çekiştirerek yavaş yavaş ortadan kaldırmakla gerçekleştirilmektedir. Çok “gelişmiş” ve “kapitalist sistemin jandarması” konumundaki ABD başta olmak üzere, Fransa ve Almanya gibi “ileri kapitalist” ülkelerde insan ömrünün sürekli kısalması8 ve yoksulluk endekslerinin başında gelen “çocuk ölümlerinin” artması gibi olaylara bakılırsa, liberal faşist gestapo görevini başarıyla yerine getirmişe benzemektedir.

Şimdi de bizim düzenbaz yazarımızın bu olayları nasıl değerlendirdiğine bakalım:

Şu ana kadar mutluluğu büyük ölçüde sağlık, gıda ve zenginlik gibi düşünerek ele aldık: İnsanlar daha zengin ve daha sağlıklıysa daha mutlu olmalılar. … / … Belki de modern zengin toplumlar tüm refahlarına rağmen yabancılaşma ve manasızlıktan mustariptirler.” (S. 371)

Mutluluğun genel olarak kabul edilen tanımı, “öznel iyi olma hali”dir. Bu görüşe göre mutluluk, insanın kendi içinde hissettiği bir şeydir: ya o anda hissedilen bir haz veya hayatın akışıyla ilgili uzun dönemli bir memnuniyet. Eğer benim içimde hissettiğim bir şeyse dışarıdan nasıl ölçülebilir? … / … Bu tür anketler mutluluğu pek çok nesnel etkenle ilişkilendirmek için kullanır.” (S. 372)

Harari, umuma açık yerde biz “günahkarları” yani özgürlüğünü ve gelişimini sağlayabilmek için toplumsal planda maddi bir karşılık talep eden biz “münafıkları” imana davet eden bir Protestan rahip gibi vaaz verircesine, her cümlesi birbirleriyle çelişen birçok önermeyi ileri sürmekte, alıntıladığımız yukarıdaki iki paragrafta. Her zamanki gibi okuyucunun zihninde kavram kargaşası yaratmayı amaçlayan bu çelişkili sözlerle anlatılmak istenenleri şöyle özetleyebiliriz:

1)Her iki paragrafta da okuyucuya empoze edilen düşünce, insanların dengeli ve zaman içine yayılır bir şekilde “mutlu” bir hayata sahip olması olayında genel toplumsal refahın sunduğu ve ölçülebilir “maddi şartların” belirleyici olmadığı düşüncesidir. Yazara göre, böylesi “elverişli maddi şartları” öngören bir “mutluluk arayışı” bizi doğrudan doğruya “yabancılaşma” ve hayatın manasını kaybetmeye götürür.

2)Peki bizi “yabancılaşmaya ve “hayattan zevk almamaya” götüren bu dış maddi şartlar kimin eseridir?”, diye bir soru sorduğunuzda aldığınız yanıt, karşılıksız para basılarak dağıtılan “uzun vadeli krediler” ile insanları sadece “tüketerek var olan” bir yaratık haline getiren günümüzün kapitalizmi olmaktadır. Aynı şekilde, eğer yazarın etrafa saçtığı zırvaları içinde kaybolmayı kabullenirseniz, insanları böylesi her şeye yabancılaştırıcı açık hapishanede tutarak onların varlığının yeni bir toplumsallık biçimine yönelmesine engel olmak için kurulmuş liberal faşist iktidarlar olabileceği, aklınızın köşesinden bile geçmeyecektir. Harari’ye göre bizi kendimize ve “ötekilere” ve onların üzerinden bütün insan toplumuna yabancılaştıran “modernizm”dir; yani bu ideolojik ve siyasi nitelikteki ve kapitalizmin ilk dönemlerinde ortaya çıkan akımın temsil ettiği “bireyin özgürlüğünün” sürekli artırılabilmesinin maddi şartlarını yaratan “ilerleme” fikridir.

3)Bireyin kendisini sürekliliği sağlanmış şekilde “özgür” hissedebilmesi için gerekli olan durum; bizim ileri sürdüğümüz gibi bireysel içsellikle toplumsal dışsallık arasında kurulacak bir kimliksel dengenin aşırılıkların karşılıklı olarak giderilmesi sonucunda ortaya çıkan “mutluluk” hali olacaktır. Dolayısıyla bu durum bir “öznellik” hali olsa da, söz konusu “öznelliği” belirleyen şey bireysel olduğu oranda toplumsal da olmak zorundadır. Oysaki düzenbaz yazarımızın bizi inandırmaya çalıştığı şey gerçekte şudur: İçinde bulunduğumuz tarihi kesitte, emekçi halkın yaşam şartlarının her alanda hızla kötüleşmesinin bireysel içselliklerde ortaya çıkan genel mutsuzlukla hiçbir ilgisi bulunmamaktadır.

Umarız artık okuyucunun bizi Harari gibi “görevli” yerleşik düzen savunucusunu sürekli “üç kağıtçı”, “düzenbaz”, “sahtekar, “hokkabaz” gibi sıfatlarla adlandırmamızı anlayışla karşılayacaktır; çünkü onun okuyucuyu ahmak yerine koymak için yaptığı manevralara uygun düşecek başka bir tavır takınmayı biz kendi okuyucumuzu yanıltmak olarak görmekteyiz… O halde bu tespitleri yaptıktan sonra başka bir soruya geçebiliriz: Peki, birey bu sürekliliği olan ve sadece “öznel” nitelikli bu “mutluluk” haline nasıl ve hangi yolla sahip olacağız? Harari bu soruya “düzenbazlarda çare tükenmez” edasıyla şöyle cevap vermektedir:

Tek bir anlamlı tarihsel gelişme vardır. Bugün nihayet mutluluğun sırrının biyokimya sistemimizde olduğunu anladığımıza göre, zamanımızı politika ve sosyal reformlarla siyasi mücadele ve ideolojilerle ilgilenmekle geçirmeyi bırakıp bizi gerçekten mutlu eden tek şeye odaklanabiliriz: biyokimyamızı manipüle etmek. Eğer beyin kimyamızı anlamak ve uygun tedavileri geliştirmek için milyarlar harcarsak, insanların her zamankinden daha mutlu olmasını sağlayabiliriz, böylelikle devrimlere de ihtiyaç kalmaz. Örneğin Prozac rejimleri değiştirmiyor ama serotonin seviyelerini yükselterek insanları depresyondan çıkarabiliyor.” (S.380)

Doğrusu soluk kesici bir itiraf! Kendisini “yüksek referanslı” bir bilim adamı olarak lanse eden birisinin, açık ve seçik olarak “görevlisi” olduğu liberal faşist düzeni ve neo-liberal ideolojiyi ayakta tutabilmek için intiharlara sebep olduğu söylenen bir uyuşturucunun reklamını “bilimsel buluş” gibi tanımlayarak yapması öyle her köşe başında kolaylıkla rastlanan bir şey olmasa gerek. Diğer yandan, düzenbazın kurduğu düzeni bozup da maddi hayatın kendine özgü nesnel düzenine geçtiğimizde, Harari’nin hiç de rastgele sarf edilmemiş bütün bu zırvaları bize liberal faşist rejim altında kapitalist sistemin yok oluş-edişine dair “matruşkalar” gibi iç içe geçmiş olan çok şey anlatmakta:

1)Üç kağıtçımız işe ilk önce “kara”yı göstererek kapitalist sisteme büyük bir iman gücüyle bağlı olmayan herkesin kolaylıkla fark edeceği büyük bir zırvayı ileri sürüp, daha başlangıçta okuyucuyu yanlış yöne doğru yönlendirmeye çıkarmaktadır. “Zamanınızı politika ve sosyal reformlarla siyasi mücadele ve ideolojilerle ilgilenmekle geçirmeyi bırakın” derken gerçek niyetini de ancak “düzenbazlarda” gözlemleyeceğimiz bir pişkinlikle itiraf etmektedir.

2)Mutsuzluk yaratan sorunları gerçek maddi kaynağı olan toplumsal mekandan, biyolojik varlık alanına geçirerek çözümün içinde gerçekleşebileceği somut “zaman” kavramını da değiştirmektedir. Şöyle ki “biyolojik zaman” ölçeği bin yıllarla hatta yüz binler ve milyonlarca yılla ölçülen zaman kavramına karşı gelmektedir. Dolayısıyla, 70-80 yıllık ömrü olan bir insan bireyi için bu zaman aralığında gerçekleşen olaylar gözle görülebilecek olaylar olmayacaklardır. “Prozac” adlı ilaç ise “biyolojik etki” yaratsa da aslında bu etkinin zamanı “kimyasal reaksiyon” zamanına eşittir ve kalıcı biyolojik değişim ile karşılaştırıldığında çok kısa sürelidir. Dolayısıyla “Prozac” iyileştirici ve kalıcı hiçbir etki yaratmadığı gibi, bir “uyuşturucu” gibi sadece bağımlılık yaratabilecektir. Harari’nin yaptığı ise sadece “suça teşvik” değil ama aynı zamanda bireyin intiharı ile sonuçlanacağı bilinen bir imha olayının faili olmaktır. Biz tam da, ancak liberal faşist bir gestaponun düşünüp tezgahlayacağı bu “ölüm yolculuğu” yüzünden Harari’nin düzenbazlığını “alçakça” bir eylem olarak değerlendirmekteyiz. Anlaşıldığına göre, Harari’nin tarih anlayışı da bizim “yazıyla başlayan” olarak bir sabit zaman ölçeği veren tarih anlayışından çok çok uzaklarda bulunmaktadır.

3)Hiç kimsenin bizim düzenbaz ve “alçakça” sonuçlar doğuran zırvaları fütursuzca ortalığa saçmaktan çekinmeyen yazarımızı bir “gestapo” olarak nitelendirmemize itiraz etmeye hakkının olmadığını düşünmekteyiz. Üstelik, bu gibi fütursuzca “jenosid”(soykırım) propagandası yapan liberal faşistlerin “insanlık suçu” işlemekten yargılanmasının gerektiğini iddia etmekteyiz.

4)Peki, böylesi bir “insanlık suçu” niteliğindeki şeyi Harari ne için yapmaktadır? Özne üzerinde “mutsuzluk” yaratan dış nedenlerin çözümünü önlemek, toplumun “dayanışma” (Durkheim) bağlarıyla birbirlerine bağlanarak ortak olan sorunları gerçekten çözmeye engel olması için! “Sağ” ve “sol” cenahlarıyla bütün neoliberallerin ve onların uzantılarının eylemlerinin biricik hedefi, günümüzde hala insan toplumunun “dayanışmacı” öznesini imha ederek veya yoldan çıkararak kendilerine benzetmesi, yani sadece ve sadece tarihsel sonuna ermiş “kapitalist sistem için özne” olmasını sağlamak olmaktadır. Bu şekilde, aşırı bireycileştirerek toplum içinde özne olmaktan çıktığı oranda kendi “kendisi için özne” olmaktan çıkan bireyin düştüğü tuzaktan kurtulabilmesi, ancak kendi kendisini “imha” ile mümkün olabilecektir. “Prozac” adlı kimyasal, zaten “aşırı bireycileştirmenin” doğurduğu “yabancılaşmayı” bireyi çevresinden uzaklaştırıp sadece kendi üzerine kapalı hale getirerek, son “hayat enerjisini” de liberal faşist düzen için harcadıktan sonra “gönül rızası” ile ve son derece “demokratik” yöntemlerle “itlaf” edilmesinin şartlarını da hazırlamış olmaktadır.

Biyolojik bir vücut yapılanmasına sahip ve “hayat dolu” bir varlık olarak insan bireyinin, toplumsallaşma kabiliyetini kaybettiğinden sadece ve sadece “kurgusal” bir varlık olarak ölümün kol gezdiği “kapitalist sisteme” entegre olması, ortalama bir insan ömründen çok çok daha kısa bir zamanda bütün “hayat enerjisini” kaybederek yok olması-edilmesi demek olmaktadır. Ancak, “düzenbaz” yazarımız, neoliberal ideolojinin ve küresel sermayenin hükmettiği çağımızda insan varlığının daha önce zorlanmaya başlanan “biyolojik sınırlarının” da ötesine geçen bir hortumlama faaliyetinin gündeme sokulduğu müjdesini vermekte: Bu ise, bütün insanlığın kaderini belirleyecek yeni bir yol ayrımına daha geldiğimizin resmi olmaktadır.

Son “seçim”: Ya kapitalizm, ya insanlık!

İşte “insanlığın kaderi”ne dair düzenbaz yazarımızın söylediklerinden yaptığımız derlemeler:

21. Yüzyılın şafağında, bu artık geçerli değil: Homo Sapiens bu (biyolojik-ben) sınırları aşıyor ve doğal seçim yasalarını kaldırarak bunun yerine kendi akıllı tasarımını koyuyor.” (S. 388)

Siborglar organik ve inorganik (örneğin biyonik elli bir insan gibi) bileşenli yaratıklardır. Bu açıdan hepimiz biyonik sayılırız … / … Becerilerimizi, arzularımızı kişiliklerimizi ve kimliklerimizi değiştirecek, vücudumuzdan ayrılmaz inorganik bir takım özelliklere sahip gerçek siborglar olmanın eşiğinde duruyoruz” (S. 395)

Hep genç kalacak, cinselliği olmayan, diğer varlıklarla düşüncelerini doğrudan doğruya paylaşabilen, odaklanma ve hatırlanma becerileri bizimkinin bin katı olan, asla sinirlenmeyen veya üzülmeyen ama öte yandan bizim hayal bile edemeyeceğimiz duygulara ve arzulara sahip bir siborgun yanında uzay gemisi nedir ki?” (S. 402)

Harari’nin yukarıdaki aynı zamanda itiraf niteliği de taşıyan bu sözlerden yola çıkarak hiç kimse, profili çizilen “siborglar” yani “siber-bireyler” ile, vücudunda eklem, diş, kalp kapakçığı gibi insanlığın toplumsallaşmayla binlerce yıldır kuşaktan kuşağa taşıyarak biriktirdiği bilimsel kazanımların sonucunda icat edilen her çeşit dahili veya harici protezlerle donatılmış bizim gibi “ölümlü bireyler” kesinlikle anlaşılmamalıdır. Yukarıda tanımını yaparak bizzat kendimizi de içine dahil ettiğimiz “insan toplumun gören gözü, duyan kulağı, düşünen beyni” olmaya kararlı bireyden, yani algılama ve dahası “aşık olma” gibi aşırı bir duyarlılıkla donatılmış, düşünsel faaliyetinde “otonom” ve ona bağlı olarak kendisinin ve başkalarının davranışları üzerinde yargılamada tasarruf hakkının olduğu gibi sorumluluklarının da bilincinde olan bireyden… Bu durumda, “yontma taş” devrinden beri her çeşit alet, protez ve akıllı telefon ve bilgisayar gibi bilimsel faaliyetin sonucunda icat edilmiş aletlerin sadece ve sadece benim vücudumun uzantıları olduğunun, onların eninde sonunda insan elinden çıkmış ürünler -“eşyalar”- olarak kullanımlarının “Hipokrat yemini” türünden hem mucidin hem üreticinin ve hem de kullanıcının uyması gereken “etik kurallar” dahilinde işleme sokulacağının da bilincindeyim. O halde bu ürünlerin, ideolojik, siyasi ve ekonomik amaçlardan herhangi birisi için özgür ve benim eşitim olan bir diğer insan bireyini sömürmek, tahakküm kurarak her ne biçimde olursa olsun “köleleştirmek” amacıyla “eşyalaştırmak” -veya sadece “eşyalaştırmak”- amacıyla kullanmamanın, insanlaşmanın günümüzdeki en belirgin prensibi olması gerektiğinin bilincindeyim.

O Halde şimdi de düzenbaz yazarımızın bireyin ve bireyselliğin biyolojik bir “vücut” oluşturan ve duyarlık sahibi varlığına yabancılaştırılarak elde ettiği, sadece bir “kurgu” ve “imalat” ürünü bir yaratık olarak “eşya-birey”in profilini tanımlarken ortalığa saçtığı saçmalıkların eleştirisine bir göz atalım.

Birinci paragraf bize, “post-modern” bir akıl yürütmeyle “gerçeklik” kavramının nasıl ters yüz edildiğinin en güzel örneğini vermektedir. Şöyle ki; “Homo Sapiens bu (biyolojik-ben) sınırları aşıyor ve doğal seçim yasalarını kaldırarak bunun yerine kendi akıllı tasarımını koyuyor” önermesinin gerisinde, biyolojik yani her şeyden önce maddi niteliğe sahip olarak ayakları üzerine basıp yürüyerek ilerleyen bireyin, hokkabaz yazarımızın direktifine uyarak aniden “akıl yetisini” kullanıp –sanki daha önce yürürken “akıl yetisini” kullanmıyormuş gibi!- metafizik bir sıçrama yaptıktan sonra “tepetaklak” hale geldiği fikri yatmaktadır. Bu düşünce biçimi, aynı zamanda insan bireyine ve genel olarak evrendeki insan varlığına karşı yöneltilmiş, kurgusal gerçek veya maddi gerçek, “insan aklı” veya onun içinde var olduğu biyolojik varlık arasında bir seçim yapma mecburiyetine dair bir tehdit niteliğini de taşımaktadır. Tam bir akılsızlık örneği verilerek “akıl yetisi”nin metafizik bir dönüşüme uğratılmasıyla birlikte, İNSANIN GERÇEKLİĞİNİ biyolojik yani maddi mecrasından ayırarak, her kullananın sahip olacağı bir “eşya” imiş gibi saf “kurgusal” mecraya taşınmış olmaktadır. Bu tespiti yaptıktan sonra şu soruyu sormanın yeri ve zamanı da gelmiş olmaktadır: Düşünsel planda epistemolojik bir kopuş da ifade eden bu önerme daha başka ne ifade etmektedir ve buna bağlı olarak Harari’nin artık iyice ortaya dökülen ideolojik ve siyasi yönlendirmelerinde hangi anlamı taşımaktadır?

Öncelikle ve altını kalınlaştırıp çizerek belirtmemiz gerekmektedir ki, birinci alıntıdan alarak yeniden yayınladığımız önerme Harari’nin, gelecek yazımızın konusu olacak olan ve henüz tamamıyla eleştirmediğimiz kitabın başında ileri sürdüğü ideolojik ve siyasi sonuçları açısından çok ağır sonuçları olan iddiaların özetini sunmaktadır. Bundan yalnızca on yıl önce bize, kelimenin tam anlamıyla liberal faşist siyasi iktidarların “oyuncağı” olabilecek nitelikte bir “neoliberal” veya “post-modern” köle haline getirilmekte olan insanın, “ideal” bir insanın profilini, “Homo Sapiens” adlı kitap; timsah gözyaşları dökerek “yabancılaşmadan mustarip bireyin dostu” edalarıyla vermektedir. Diğer yandan, birinci alıntıdan aktardığımız bu önerme, gelecek paragrafta ilan edeceği “neoliberal köle”nin özellikleriyle de örtüşmektedir.

Aktardığımız ikinci alıntıyla ilgili olarak ta şu noktaların altını çizmemiz gerekmektedir:

1)Alıntının 1.cümlesinde Harari, insan bireylerini ideal olarak gelecekte alacakları biçimin gereği “organik ve inorganik (örneğin biyonik elli bir insan gibi) bileşenli yaratıklar” olarak tanımlamaktadır. Anlaşılacağı üzere bu durumda “insan bireyi” olmanın gereği olan “özgür irade”ye, ve her şeyden önce biyolojik yani “canlı” bir varlık olmanın sonucu olarak bir “insan hakkı” biçiminde sahip olunan bu “irade” karşısında inorganik bir “eşya” olan “protezin” statüsüne dair hiçbir yerde açık seçik bir belirleme yapılmamıştır; sanki insan bireyi basit bir “nicelik” mevhumu (kavramı) teşkil ediyormuş da, onun iki “bileşeni” birbirlerine eşitlenebilecek olan basit bir aritmetik toplam oluşturuyorlarmış gibi… Biz, yazarın bu hokkabazca gerçekleştirdiği bu manipülasyonu, insan bireyinin, bütünüyle rasyonel bir şekilde örgütlenmiş olan bir “sisteme” entegre edileceğini öngören bir “eşyalaştırma” operasyonu olarak adlandırmaktayız. İnsan bireyinin kendi el emeğinin ve zihinsel faaliyetinin ürünü bir eşyanın onu icat eden bir eşyaya eşitlenmesi faaliyeti, hem düşünsel ve hem de fiziksel olarak her şeyden önce maddi bir gerçekliğe sahip bireyin, kendi faaliyetinin sonucunda yaratılan bir “ürün” olmadan önce öncelikle “kurgusal bir gerçekliğe eşitlenmesinin bir insanı kendi varlığına yabancılaştırarak ona bir eşya statüsü dayatmaktan başka hiçbir anlamı da zaten bulunmamaktadır.

2)Nitekim, ikinci cümlede söylenenler, ancak kurgu bilim film ve romanlarının kahramanlarına yakışan “biyonik” sıfatının bütün “etten kemikten” yaratılmış olduğundan biyolojik niteliğe sahip “sıradan” diye tabir ettiğimiz insan bireylerine yakıştırmış olması, bunun en bariz delili olmaktadır: Kullanıldığı yer ve tarzda bir emrivakiden başka bir anlam taşımayan “hepimiz biyonik sayılırız” önermesi, bir üç kağıtçının manipülasyon dizisinde yapılan açık ve seçik itiraf niteliğindedir.

3) Aynı alıntının son önermesi bize yine hiçbir yanlış anlamaya mahal vermeyecek bir itirafı da beraberinde getiriyor.: “… Becerilerimizi, arzularımızı kişiliklerimizi ve kimliklerimizi değiştirecek” olan ve sahte bir “bilimsel” jargonla “siber insan” veya birey haline getirilen şeyin tam “perversiyon” (sapkınlık) tarzında yapılan yeni bir manipülasyonla daha ilanında başka bir anlamı bulunmamaktadır. Neticede yazarın varmak istediği hedefe dair yukarıda ileri sürdüğümüz varsayım da onaylanmış olmaktadır: Harari’ye göre, cansız bir eşya olan bir “protez”, canlı ve dolayısıyla biyolojik tabiatlı insan bireyinin kendi “iradesine uygun” olarak gerçekleştirilen bir uzantısı değil; ama insan bireyi, bir eşya olan protezin uzantısı konumuna tabi kılınmış bulunmaktadır. Hem de dizginleri liberal faşist iktidar sahiplerinin elinde bulunan bir “uzantı”…

Alıntının üçüncü paragrafı ise bize bu “eşya-insan”ın liberal faşist diktatörlüklerin siyasi hedefleriyle nasıl bağlandığı, onun yok olma-yok etme siyasi hedefiyle nasıl ilişkilendirildiğini gözler önüne sermektedir. O halde şimdi de, daha önce ileri sürülen kavramların yaşadığımız toplumsal ve siyasi gerçekliğe vurulduğunda ne anlama gelebileceğini sorgulayarak timsah gözyaşları dökmekte usta yazarın maskelerini adım adım düşürmeye başlayalım. Ama öncelikle oldukça uzun olan bu paragrafın iki bölüme ayrıldığını belirtmemiz gerekmektedir.

1)Birinci bölüm, paragrafın başlangıcından “boynuzun kulağı geçeceğini” haber veren (Marx) “ama” bağlacına kadar, varoluşsal kimliksel sorunlar yaşayan “siborg”u karakterize eden en genel nitelikler sıralanmış. Bu bölümün girişinde birey-siborgun onu dış dünyaya bağlanmaya hazırlayan özellikler belirtilmiş: sürekli “genç kalmak” ve “cinselliği” olmadığından insan hayatını sürekli yeniden yaratarak kuşaktan kuşağa ilerleterek “geleceğe” taşımak gibi.

(Neoliberal çağın belirgin göstergelerinden biri de özgürlük-güvenlik dengesinin geri dönülmez biçimde; devletin ve sermaye sınıfının güvenliği, bu dar oligarşik yapının dışında kalanların güvencesizliği üzerine inşa edilmesiydi. Bu güvenlikçi fanteziyi sinemada Robocop serisinde Holywood ideolojik olarak yeniden üretir. Harari’nin önerisi de benzerdir-editör)

Sayılan bu özellikler, “ideal birey” olarak okuyucuya pazarlanan siborgları “şimdi” ve “gelecek” zaman kesitlerinden kendi varlığını evrenin varlığına yani “maddi gerçekliğe” bağlayan bağların bütünüyle kesildiğine işaret etmektedir: “Genç kalmak” maddi gerçekliğe vurulduğunda “özgür irade” gösterebilecek ve göreceli bir “otonomiye” sahip “canlı” (biyolojik) bir vücuda sahip olmamak demektir; “cinselliği olmamak” demek ise, zaman içinde kendi varlığını sürekli bir şekilde ileriye götürebilecek bir yetiden mahrum olmak demektir.

Paragrafın ikinci bölümünde “siborgu” diğer varlıklardan ayıran epistemolojik (bilgi felsefesi açısından) ve varoluşsal kopuş onaylanmış olmaktadır. Bu bölümün devamındaki kesitte yapılan tanımlarda kullanılan “odaklanma ve hatırlanma becerileri bizimkinin bin katı olan, asla sinirlenmeyen veya üzülmeyen“ gibi niteliklerin kullanılması, artık karşımızda “etten-kemikten müteşekkil” bireyler değil, ama eşyalaşmış bireyler olarak “liberal faşist” düzene ve “kurgusal gerçekliğe” indirgenmiş “neoliberal köle” olduğunun ilanıdır. İşte böylesi kişiliksiz ve duyularından arındırılmış bireylerin, internet ağı gibi “data” oluşturan ve ilişkileri yapılandıran merkezler üzerinden, muktedirler tarafından yönetilip yönlendirilmekte oluyor olması, onların empoze ettiği dünyada başka bir dünyayı tasavvur ve pratik etmesi hakkının insan bireylerinin elinden hızla alınmakta olunduğuna işaret etmektedir.

2)Böylesi bir işleyişin gerçek dünyada “pandemi” ile harfiyen “küresel çapta” hayata geçirildiğine şahit olmuş bulunuyoruz: Bir tarafta “HES kodu” ile damgalanmış olan ve kendileri için hayati nitelikte olarak alınan kararlarda “özgür birey” gibi müdahale hakkına sahip olmayanlar kampı, diğer taraftan sahip oldukları “siborg” ve “data” gücü ile toplumsal ve bireysel hayatın bütününü kendi amaçları doğrultusunda planlayıp yönlendiren “liberal faşist” güruhun oluşturduğu sermayenin emrindeki oligarşi… Ortaya çıkan bu “klinik” nitelikli acı veren ve hayat alan tablo, “medikal nitelikli” bir olayın manipüle edilerek sınıf mücadelelerinin bir üst düzeyde yürütüldüğüne işaret etmektedir. Nitekim, paragrafın “boynuzun kulağı geçtiğine” işaret eden ikinci bölümünde sanki genel bir olgu imiş, birinci bölümdeki eşyalaştırılmış bireyin maddi gerçekliği hala varmış ta “hayal bile edemeyeceğimiz duygulara ve arzulara sahip“ olabilirmiş gibi kapıya bacaya sığmayan büyük bir safsata ileri sürülerek, ancak karar merciinin sahip olabileceği bu yetilere herkes yani eşyalaştırılmış bireyler dahil olmak üzere ulaşabilirmiş gibi zırvalar ileri sürülmektedir. Her şeye rağmen, şu tespiti de yapabilecek durumdayız bugün: Birer insan bireyi olarak içinde var olmaya çalıştığımız bu “karanlıklar” dünyasında, son bir iki “on yıldır” yükselmeye başlayan “emekçi halk” muhalefeti bize hayatın ölüme karşı zaferinin çok daha olasılık dahilinde bir opsiyon olduğunu göstermektedir.

1 Bu niteleme bize değil ama Attali’nin silah arkadaşlarından Alain Minc’e aittir.”

2 Söz konusu söyleşi, 22 Mayıs 2023’te “Sud Radio” adlı Fransız radyosunda gerçekleştirilmiştir.

3 Bu durum siyasi iktidara yönelen proletaryanın “devrimler çağını” başlattığının da resmidir.

4 Bunun nedeni, tıpkı Batı’da olduğu Doğu’da da “sermayenin rantının tarihsel azalma eğilimi” (Marx)dir.

5 Bu gibi birçok psikiyatrın “hastalıklı” ilan ettiği tipler Türkiye’de de bol miktarda bulunmaktadır. Ne dediğimizin iyice anlaşılması için A. Altan türünden yazarların hemen hepsi “katil” veya “cani” profili çizen roman kahramanlarına bir göz atmak yeterli olabilecektir. (Bkz. Neo-liberalizm, Roman ve Aşk adlı çalışmamız, El yayınları)

6 Bu gibi şahsiyetleri yaratan dinamikleri “Denge ve Devrim” ve “Çıkış Hattı”ında ele aldığımızın bilinmesini isteriz.

7 Bu konuya son dönemlerde ilk bahsedenlerden birisi de 1990’ların başlangıcında P. Bourdieu (La misere du mone) olmuştur.

8 Bu konu, aynı zamanda bir “demograf” da olan ünlü Fransız antropolog ve tarihçisinin verdiği demeç ve konferanslarda sık sık gündeme getirilmektedir.

Mahir Konuk / 03.07.2023

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

Başa dön tuşu