Gündem

Moskova görüşmeleri ve milletvekili adayları meselesi

Rusya Savunma Bakanı Sergey Şoygu, Suriye’de barış konulu dörtlü toplantıya katılan Türkiye, İran ve Suriye savunma bakanları ile başkent Moskova’da ikili görüşmeler yaptı.

Faik Bulut

Rusya Savunma Bakanı Sergey Şoygu, Suriye’de barış konulu dörtlü toplantıya katılan Türkiye, İran ve Suriye savunma bakanları ile başkent Moskova’da ikili görüşmeler yaptı. 25 Nisan 2023 tarihli buluşmalarda ikili ilişkilerin yanı sıra küresel ve bölgesel güvenliğin sağlanmasıyla ilgili işbirliği konusu ele alındı. İlaveten Ortadoğu’da istikrarın temin edilmesi ve sürdürülmesi için bu formattaki toplantılara devam kararı alındı.

Rusya Savunma Bakanlığı şöyle bir açıklama yaptı: “Suriye’de güvenliğin güçlendirilmesi ve Suriye-Türkiye ilişkilerinin normalleştirilmesi için pratik tedbirler ele alındı. Taraflar, Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunması ve Suriyeli mültecilerin bir an önce vatanlarına dönmeleri için çabaların yoğunlaştırılması gerektiğini bir kez daha onayladılar.”

Devlet medyası ise, Suriye Savunma Bakanlığındaki görüşmelerin “Türk ordusunun ülkeden çekilmesi” konusuna odaklandığını duyurdu.

Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın toplantı öncesinde “İster Türkiye’de ister Suriye’de olsun, bizim birlikte olduğumuz Suriyeli kardeşlerimiz var. Onları zora sokacak herhangi bir durum veya bir karar almamız asla söz konusu değil” yolundaki demeci, Moskova toplantısının ardından hemen barış ve çözümün gelmeyeceğini gösteriyor.

İran ile Rusya, kendi jeopolitik çıkarları açısından Erdoğan’ın iktidarda kalmasından yanadırlar. Rusya yönetimi Erdoğan’ın Esat ile bir an önce görüşerek seçim öncesinde iktidarına puan kazandırmasını istemektedir.

Rusya Başkanı V. Putin’in uzun vadeli bakışı, Türkiye ile Suriye arasında bir şekilde barışı sağlamaktır. Bunun seçim öncesinde olması tercih edilir; olmazsa, seçim sonrasında kazanacak olan cumhurbaşkanı (Erdoğan veya Kılıçdaroğlu) ile yola devam edilecektir. Zira Türkiye’nin Suriye’den askerlerini çekmesi ve cihatçıları desteklemekten vazgeçmesi, Ukrayna’da NATO’ya karşı “beka” mücadelesi veren Rus ordusunun siyasi, askeri, lojistik ve finansal yükünün hafiflemesine yol açacaktır.

Suriye-Türkiye barış görüşmeleri hakkında birkaç noktaya dikkat çekmeliyim:

Bir: Moskova toplantısında, esas olarak Türk askerinin Suriye topraklarından çekilmesi üzerinde duruldu. Kanımca kesin sonuç alınamadığı için ortak bir açıklama yapılmadı. Zaten çekilme olayı, ha deyince olmaz; zaman alır, takvime bağlanır. Bu da orta ve uzun vadede gerçekleşebilir.

İki: Suriye, sadece askerini çekmesini değil, aynı zamanda cihatçılardan vazgeçmesini de istiyor Türkiye’den. Halbuki Türk yetkilileri, genel anlamda sığınmacıların dönüşünden söz etmekle birlikte, kendi himayesinde olan Suriye Milli Ordusu ve El Nusra’dan nasıl vazgeçeceğini henüz açıklamadı. Burada vaat var ama plan ve takvim henüz ortada yok. Ayrıca Türkiye destekli silahlı milisler ile cihatçıların itirazları da söz konusu. Demek ki tez vakitte bir çözüm gözükmüyor.

Hulusi Akar’ın şu sözleri ise AKP iktidarının gerçek niyetinin delilidir: “Bizim birlikte olduğumuz Suriyeli kardeşlerimiz var. Onları zora sokacak herhangi bir durum veya bir karar almamız asla söz konusu değil…”  Birlikte olduğu milislerle cihatçıları yüzüstü bırakmamanın ne anlama geldiğini okura bırakıyorum.

Üç: Moskova’daki toplantı öncesi ve sırasında Türkiye destekli Heyet’u Tehrir’il Şam (HTŞ-eski El Nusra Cephesi), Suriye birlikleriyle çatışmalarına hız verdi; birkaç sığınmacıyı da yakalayıp Türkiye’ye teslim etti. Yorumu siz yapıverin.

Dört: Devlet yanlısı Suriye medyası, üç ayrı yerde 19 Nisan tarihli bir haberde “işgalci” olarak tanımladığı Türkiyeli bazı birimlerin, “Suriye topraklarını bombaladığını” yayınladı. Barış isteyen AKP iktidarı ile sınır ötesinde bu tür bombalama operasyonları gerçekleştiren AKP arasında ciddi bir çelişki söz konusu.

Erdoğan ve AKP iktidarının tutarsızlıklarından ağzı yanan Suriye yönetiminin muhtemel düşünce tarzına da bakalım:

“Erdoğan ile barışıp kanka olmuştuk. Onun himmetiyle Avrupa Birliği ülkeleriyle sıkı ilişkiler kuracaktık. Derken bize sırt çevirmekle kalmadı; ideolojik bakımdan din kardeşi saydığı Müslüman Kardeşler (İhvan) militanlarını bize karşı kışkırtıp alabildiğine destekledi. Onların amacı uğruna (Esat’ı devirerek iktidara gelmek gibi) kendini ateşe atıp askeri müdahalede bulundu. Bize karşı milisler kurdu; cihatçıları himaye etti. Böyle bir Erdoğan, bizimle barışsa bile yarın sırtını dönmeyeceği garanti değil. O halde biz, seçim sonuçlarını bekleyelim. Muhalefet kazanırsa, daha sağlam ve güvenilir olduğundan barışma işi kolaylaşır. Bizimle varılacak anlaşmaya da sadık kalınır. Muhalefet kazanmazsa, tabii ki Erdoğan’la görüşmelere kaldığımız yerden devam ederiz.”

Seçim ve adaylar sorunu

Seçim öncesinde her ittifak kendi adaylarını açıkladı. Konuya ilişkin genel gözlemlerimi aktarmalıyım:

Yeşil Sol listesinden gösterilen adayların önemli bir kısmının HDP kadroları olduğu göze çarpıyor. Adaylar genç ve başkent Ankara’daki siyasi iklim konusunda tecrübesiz görünüyorlar. Sistem partilerinden “tecrübeli ve yıllanmış politikacıların” bulunduğu “kurtlar sofrasında”, siyasetin inceliklerini öğrenip onlarla baş edebilmeleri için en az iki yıl uğraşmaları gerekiyor. Aynı kadrolar, esas olarak taşradan merkeze giderek siyaset arenasına çıkacaklar. Taşradaki siyasi faaliyet ve taktiklerle, Ankara’daki “kurtlarla” başa çıkabilmeleri hayli zor olacak.

Dezavantajlardan biri budur. İkinci dezavantaj ise ismen medyatik ama tabanda temsiliyeti ve geniş kitlelerde toplumsal karşılığı olmayan seçkin zümrenin, aynı partiden aday olmasıdır. Mesela Prof. Mümtaz Soysal Türkiye ve dünyada iyi tanınan bir akademisyen ve politikacıydı. Sonradan Dışişleri Bakanlığı yapmıştı. Aydın Güven Gürkan da dürüstlüğüyle bilinen bir politik şahsiyet idi. Gelgelelim CHP-SHP geleneğinden gelen her ikisinin de kitle tabanı yoktu.

2002 yılında Mahmut Çetin tarafından yazılıp yayınlanan “Boğazdaki Aşiret” isimli kitapta bahsedilen benzeri bir durumla karşı karşıyayız. Şöyle ki: Kitapta genelde kırsal kesimle fazla ilgi ve alakası, bir anlamda sosyal-organik bağı olmayan şehir kökenli bir zümre mercek altına alınır.

İstanbul’un mutena yeri sayılan Boğaziçi’nde bir kast oluşturan büyük ve aristokrat aileler arasındaki evlilikler yoluyla bağ kurularak sanat, medya, siyaset, ticaret, eğitim, bürokrasi ve benzeri alanlarda ön plana çıkan zümrelerden bahsedilir. Burada ülkenin temel sorunlarıyla ilgilenmekle birlikte esas olarak sokaktaki insana yabancılaşmış kimseler söz konusudur.

Popüler deyimle bunlara “Beyoğlu aşireti” de denebilir. Levent-Şişli-Nişantaşı, Taksim-Cihangir, Kadıköy-Moda aşireti diye de adlandırılabilir. Yani İstanbul’un varoşlarını ve çeperlerini temsil etmezler, onlarla ilişkileri sadece istisnai münasebetlerle mümkün olabilmektedir.

Bu kesimin açmazı şuradadır: Emek ve Özgürlük İttifakı, başlı başına dinamik bir siyasi ve toplumsal odaktır. Tabanı her daim egemen iktidarların baş hedefidir. Varsayalım ki İstanbul (Taksim ve Esenyurt gibi), Diyarbakır, Hakkari, Şırnak, Mardin, Iğdır’da veya kırsal alanlarda iktidarların hışmına uğrayan kitlelerin imdadına yetişemezler, dertlerine deva olamazlar. Zira halkın dilinden ve halinden fazlaca anlamazlar.

Keza bunlardan birinin Şırnak’a gittiğini varsayalım; oradaki bir Şırnaklının evinde değil otelde konaklayacaktır. Partisinin il yönetiminden birkaçının refakatinde dolaşacaktır ancak arka sokaklarına ulaşamayacaktır. Yani oradaki sorun her neyse, çözmekte zorlanacaktır. Yıllar önce İzmir’deki Mardinliler arasındaki sert kavgaya arabulucu olarak giden bir politikacı da benzeri zorluklarla karşılaşmıştı.

Hatırlıyorum; Siirt-Şirvan kırsalında köylülerin içinde bulunduğu bir minibüse saldırı düzenlenmişti. HADEP döneminde inceleme için yöreye giden heyette bulunan Şanar Yurdatapan, önünü kesen askerlere “subay oğlu olduğunu” söylemesine rağmen engelleri aşamamıştı.

Bu münasebetle iki noktaya daha açıklık getirmem lazım: Hasan Cemal ve Cengiz Çandar Yeşil Sol Parti listelerinden aday gösterilince; Kemalist, Atatürkçü, komünist sosyalist veya solcu diye tanımlanan bazı kesimler hem basında hem de sosyal medyada teşhir kampanyası başlattılar. Çandar konusunda ismimi kullanarak kendisinin “ajan, ihbarcı” olduğu yolunda suçlamalar da yapıldı. Kimileri Filistin Rüyası adlı kitabımdaki anılarıma dayanarak “onun ajanlığını” ispatlama gayretine girdiler.

Ben C. Çandar’ı, 1970’lerde Ankara SBF ve Hukuk Fakültesi’nde Proleter Devrimci Aydınlık adına Mahir Çayan ile yaptığı tartışmalardan tanırım. Kişisel bir tanışıklığımız bulunmuyor. 1972’de Şam’da Filistin (Yaser Arafat’ın lideri olduğu yurtsever El Fetih) kamplarında bulunurken, kendisinin o zamanki illegal partisini/hareketini temsilen Filistin’in Kurtuluşu İçin Demokratik Cephe (FKDC) örgütü yanında bulunduğunu duymuştum. İki arkadaşımla birlikte FKDC’nin Şam’daki bürosuna gidip adı Muhammed olan bir sorumluyla konuşup kendimi tanıttım ve C. Çandar ile buluşmak istediğimi söyledim. Bir hafta sonra cevabı almaya gittiğimde, Muhammed bana mealen şöyle dedi: “Cengiz seni tanımıyor, ajan olmandan şüpheleniyor!” Bunun üzerine hem ona hem de gıyabında Çandar’a ağır sözler söyleyip El Fetih kampına geri döndüm.

Bahsedilen kitabımda bunları aynen yazdım. Sonradan Aydınlık çevresi ve 2000’e Doğru dergisi, bu anımdan hareketle “Çandar ajandır” konulu ithamlarda bulundu. Oysa ben, kendisi için “bizi ortalıkta bıraktı, sattı” demekle yetinmiştim. “İhbarcı ve ajan” olduğu hususunda hiçbir yerde tek kelime etmedim, yazmadım. Benim dışımda gelişen bir suçlamadır bu.

Çandar’ın İran, Lübnan, Suriye, Irak, İsrail, Filistin ve Kürtler hakkında çıkan yazılarını öteden beri okurum. Bilgilendirici yazılardır. Ancak iki kötü huyu var: Bir, kendisini olayların merkezine koyar; her şeyi “ben kotardım, başardım” havasındadır. İki, hayranlık duyduğu kişi veya siyasi merkezler de hep değişkendir.

Çandar bir dönem FKÖ lideri Yaser Arafat hayranıydı, ardından İran İslam lideri Humeyni’ye hayranlık duyar oldu; Sovyetolog olmayı planlarken Sovyet sisteminin çöküşünün ardından ABD ve bilhassa Neo-Con (Bush’un Yeni Muhafazakarlar ekibi ve özellikle Paul Wolfowitz) kliğine yakın durdu. Sonrasında Celal Talabani ile muhabbeti oldu ve Talabani-Barzani ile Özal’ın irtibatını sağladı.

Turgut Özal döneminde resmi olmayan bir danışmanlığı söz konusuydu; o sırada devletle tanış oldu ve dönemin MİT yetkilisi Hiram Abas ile birlikte diplomasi ağırlıklı işler yaptılar.

Kısacası her istasyonda başka bir trene binebilen bir özelliği var Çandar’ın. Anlatılan nedenlerle kendisiyle konuşmam; hoşlanmam da. Diyarbakır milletvekili adayı olmasını da doğru bulmadım.

Beyoğlu aşireti denilen kesim hakkındaki özet fikrim şudur: “Yetmez ama evet” takımı, AKP ve FETÖ diye bilinen Gülenci cemaatini “cici” göstermekle yetinmediler. Buna karşı çıkan bizim gibileri, horlayıp durdular. Sonuçta yanıldılar. Gelgelelim o yanılgı ve hatalarını pek dillendirmeden bugün AKP’yi sertçe eleştirmekteler. AKP’ye karşı eleştirel tutum, günümüz kutuplaşmasında olumlu sayılabilir. İyi de hangi aklınıza uyalım biz; hangi tespitinize güvenelim?

Aynı minvalde bir örnek daha: Bakırköy’de Şubat ayında düzenlenen Demokratik Cumhuriyet konulu konferansta konuşanlardan biri de Murat Belge idi. Merakla dinledim. Konuştu ama dişe dokunur hiçbir şey söylemedi. Pili bitmişti bence. O zaman kendime sordum: “Onu davet edip konuşturan çevredekiler her kimse, galiba ‘Beyoğlu aşireti’ ruhunu taşıyorlar. Buradan emekçiye, Kürde ve halka bir şey çıkmaz.”

Kürtçede bir söz vardır: Golikê malê nabe gayê malê (Ev danası öküz olmaz). Siz bunu, efendi milletin aydınına hayranlık diye anlayın. Galiba bu gibi hassas konularda, karar vericilerin böyle bir damarı tutuyor. Son olumsuz örneği sayılan Ayhan Bilgen olayından ders alınmadığı anlaşılıyor.

Son bir not

İster Çandar isterse Hasan Cemal üzerinden Yeşil Sol Parti ve HDP’ye yönelik yıpratma savaşı veren ulusal solcu ve sol görünümlü şovenist kesimlerin bilinçaltında bir Kürt kompleksi yatıyor; dolayısıyla asıl dert, “Kürt anasını görmesin”dir. Eleştirilen her iki isim, HDP’ye sataşıp vurmak için sadece bir vesile ve bahanedir.

Bu kesimler, seçim münasebetiyle AKP-MHP ekibi ve emrindeki troller tarafından iletilen Kürt aleyhtarı yazı ve sözleri temel alarak Emek ve Özgürlük İttifakı’na karşı karalama yapmayı adeta görev bilmekteler. Meral Akşener-Mansur Yavaş ikilisi de bu tür kara propaganda ve psikolojik savaşa karşı çıkarken HDP kitlesini dâhil edercesine Kürt siyasal hareketinin her kesimine demediğini bırakmıyorlar. Milliyetçiliklerini kanıtlamak için “Kürt mahallesinden bile geçmiyoruz” tarzında yemin billah ediyorlar. AKP-MHP karalamasına karşı çıkıp bertaraf etmenin yolu bu değildir. Bu gerici tutum, CHP’nin görece olumlu imajını da zedelemektedir.

Millet İttifakı bileşenleri, aslında tüm Türkiye toplumunu susturma amaçlı Diyarbakır merkezli son operasyonlarda gözaltına alınan 128 kişiye de sahip çıkmadılar. Hani, hepimiz muhalif idik? Kılıçdaroğlu, Kürt konulu videosunda sözünü ettiği “kardeşlik hukuku”nu savunabilecek midir, bekleyip göreceğiz!

Kürt siyasi ortamında bolca leke ve ayıp arayanlara, AKP karalamasına kapılarak Kürt çevrelerine ağzına geleni söyleyenlere hatırlatmakta yarar var: Suriye topraklarına yönelik sınır ötesi operasyonlarda sivil yerleşim yerlerini hedef alan füze ve toplara adlarını yazıp imza atanları bu Kürtler unutmadılar. Dokunulmazlıkları kaldırmayı ve sınır ötesi operasyonlara onay vermeyi de. Evet Kürtler, küçük hesaplar peşinde değiller; demokrasi uğruna bağrına taş basarak geleceğe birlikte yürümeye bakıyorlar. Ancak eski defterler karıştırılacaksa herkesin lekeli birkaç sayfası ve birden fazla günahı olduğu bilinmelidir. Bu türden lekeler, sadece demokrasi ve özgürlükler anlayışıyla toplumsal hafızadan silinebilir.

Köydeki veya şehirdeki, dağdaki yahut düzdeki kimselerin bu tür karalamalara imkan ve fırsat vermemesi için ya seçim gibi hassas dönemlerde susmaları yahut on kez düşünüp bir defa konuşmalarında yarar var. “Gaf yaptım, yanlış anlaşıldım” demenin kimseye faydası yoktur.


 

Faik Bulut kimdir?

1980’lerden bu yana gazetecilik yapmaktadır. Çeşitli gazete ve dergilerde çalıştı. Ortadoğu’daki meseleler üzerine analizleriyle tanınıyor. Aynı konularda yazılmış 36 kitabı mevcut. Serbest gazeteci olarak köşe yazıları yazmaktadır.

Erdoğan Ateşin

Profilinizi oluşturmak için, biraz hayat hikayenizi anlatın. Bu alan, herkesçe görünebilir.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

Başa dön tuşu