Genel

Sınıfsal Bakış | Irkçılık, Antropoloji literatüründen silinmişken dünya…

Sürgün,
Bir canlıyı yaşamdışı alanlara sürüklemektir.
Yerliyi yabancı kılmak
Kişiyi kimliğinden uzaklaştırmaktır.
Çokluktan yalnızlığa bir düşüştür sürgün
Ne kadar derine düşersen o kadar sürgünsündür…

Kafaların en çok karıştığı konulardan biri olan sığınmacılar, mülteciler ve göçmenler, insanlığın değerler sistemi ve kavranışı konusunda bir turnusola dönüşmüş durumda. Sınırlı sayıda vicdanlı insanı veya Marksisti dışta tutarsak, insanlık bu konuda kötü bir sınav veriyor. Ve bir kez daha neden-sonuç ilişkisinin doğru kurulduğu sınıfsal bakışın önemi ortaya çıkıyor.

Bugüne kadarki tüm toplumların tarihi sınıf mücadelelerinin tarihidir” (Komünist Manifesto) ifadesinde de görüldüğü gibi sınıflar mücadelesi, sınıflı toplum boyunca var olan ve pek çok sorunun/kavganın üst başlığını yani temel nedenini oluşturan olgudur.

İlgiliHaberler

Sınıfsal Bakış | Seçim, ittifaklar ve sınıf gerçeği

#SınıfsalBakış | Kabil ödevinin gölgesinde göçmenlik

#SınıfsalBakış | Yangınların aynasında sistemin ekonomi politiği

Kapitalizmin ve giderek emperyalizmin farkı, artık sömürüye dayalı sistemin bir dünya sistemi haline gelmesidir. Bugünü anlamak için sömürü, yağma ve talanın vardığı yeri, egemenlik ilişkilerindeki ve dünya sistemindeki evrimi ve gelinmiş olan aşamayı doğru analiz etmek gerekiyor. Dünyayı anladığımız oranda ülkeyi anlayacak; dünyadaki sermaye ilişkilerini, iktidar ve egemenlik durumunu anladığımız oranda ülkedeki gelişmeleri ve olası durumu kavrayacağız.

Bilinir ki bağlamdan kopmak gerçeklikten kopmaktır. Gerçeklikten kopmak, çıkış yolunu kaybetmeye ve yönlendirilir hale gelmeye sebep olur. Dünyaya hakim güçler bir süredir algı oluşturma, bu alanda operasyonlar düzenleme, aklı çelmeleme vb. konularda büyük bir mesafe katetmiş, iktidarların bilgi biriktirip paylaştığı ve büyük imkanlar ayırdığı bir sektör oluşmuştur. Buna rağmen yönlendirme, yanıltma vb. yetmediği için saldırı, sansür vb. de çeşitlenerek derinleşmektedir.  

Ukrayna savaşı başladığında hızla yaşanan gelişmeler, “Batı”nın toplumsal kabul oluşturma, yazarlardan orkestra şefine kadar, Rusya ile ilişkilendirilebilecek herkesi ve her şeyi boy hedefi yapma ve sonuç alma konusunda ne kadar hazırlıklı, dolayısıyla başarılı olduğunu gösterdi. Bir anda perde değişti, Kafkaesk bir tablonun içine sokulduk ve ırkçılık kokan Rus karşıtı tutum ve argümanları kanıksar hale geldik. Bu hızlı geçiş, bu yaygın kabul, en sert tragedyalar karşısında bu seyirci konumu milyonları savaşa da yağmaya da ırkçılığa da “pasif taraftar” durumuna getirdi. Yaşanan gelişmeler bir kez daha gösterdi ki mevcut sınıfsal tablo, düzen hakimiyetinin ve sınıf egemenliğinin bir parçası konumundaki ırkçılığın çeşitlenmiş silahlarıyla kurbanlarının bedenini de ruhunu da yağmalamasını daha kolay/mümkün kılıyor.

İnsanların binlerce yıllık emekle, zamana yayılmış ve tarifi zor bedellerle sağladığı yakınlaşma, ortaklaşma, insanlık değerleri vb. düzen yapıcıların çoklu saldırıları karşısında zorlu bir sınav veriyor. Çünkü “Parçayı” koro halinde yutabilen canavarlaşmış bir “bütün” yarattılar. Batıda aşağılanan Türkiyeli, Türkiye’de kendisi Afrikalıyı, Uzak Asyalıyı aşağıladı. Bu hiyerarşinin dizilimi nasıldır, sürekliliğini sağlayan güç ve ilişkiler nedir? Bu soruların yanıtları doğru verilmediği ve bu iklimin dışına çıkılamadığı sürece, aynı anda hem mağdur olmak hem de mağduriyet yaratmak mümkün hale geliyor.

Kendine “insanlar arası hiyerarşi” kurma hakkı tanıyanlar, insanların zor durumda oluşunu istismar ederek hem en güç/kötü işlerini onlara ucuza yaptırmakta hem de onları insan yerine koymamaktadır. Bu durum, gelinen aşamada artık Apartheid rejimlerinin kimi coğrafyalarla sınırlı olmadığını, ezilen tüm kesimleri kapsama alanına alacak şekilde güncellenerek büyüdüğünü gösteriyor. Ve bu durumda tabii ki hedeftekiler yalnızca göçmenler/mülteciler değil. Artık ölçüsüzce büyütülen mevcut topyekün saldırı, işçi tanımının 1800’lü yılların köleliğini çağrıştıracak şekilde her gün yeniden üretildiğini gösteriyor. O süreçte dönemin en önemli yazarlarından Dickens, “Zor Zamanlar”da, insanların insani özelliklerini yok sayan, alınıp satılan bir mal, bir rakam olarakgörenburjuvaziye eleştirler yöneltir.

Bugün ise emek rejiminin, kazanılmış tüm hakları boy hedefi yapacak şekilde yeniden biçimlendirilmek istendiği, sınırların ve kuralların sermayenin ihtiyaçlarına göre esnetildiği veya sertleştirildiği görülüyor. Giderek derinleşip boyutlanan açlık, yoksulluk ve göçmen emekçilerin sorunları, sınıflar mücadelesinin dönemsel niteliklerine dair önemli veriler sunuyor.

Emperyalist ülkelerde milyonlarca insan (İngiltere’de 7,3 milyon) yeterli gıdaya ve beslenme olanaklarına erişemezken, aynı ülke devletleri milyonlarca sterlini/doları “yeniden paylaşımın lokal cephesi” Ukrayna’ya göndermeye devam ediyor. Örneğin İngiltere, yıkımında bizzat rol aldığı Afganistan, Irak, Ukrayna vb. ülkelerden mülteci gelmesini engelliyor. Bu çerçevede geliştirdiği bir çeşit “offshore göçmenlik” olarak tanımlanabilecek Ruanda planı, bugüne kadarki en ırkçı rejim ve uygulamalara rahmet okutacak cinsten. 4 bin kilometre ötedeki Ruanda’ya gönderilenler orada hapishane türü kamplara yerleştirilirken, gönderilemeyenler için bizzat Johnson tarafından “elektronik kelepçeyle takip” önerisi getirildi. 

Tabii Nazilerin mirasını devralma yarışına dönmüş olan bu saldırganlık İngiltere’den ibaret değil. Türkiye’yi AB’nin sınır bekçisi ve tampon bölge haline getiren “Geri Kabul Anlaşması” da Ruanda modelinden pek farklı değil. Denizin ortasında mültecilerin teknelerinin motorunu söküp onları ölüme terk etmek de AB’nin marifetleri arasındadır. Buna ABD’nin küresel boyuttaki saldırganlığını, Türkiye dahil pek çok yerde inşa edilen duvarları vb. de eklediğimizde meselenin ne denli kapsamlı ve tüm dünya halklarını ilgilendiren bir sorun olduğunu, dolayısıyla da Türkiye’deki Suriyelileri her sorunun müsebbibi gören anlayışın yanıltıcılığını/sığlığını görürüz. Üstelik kapsam büyüten bu ırkçılık artık ırk kavramının antropoloji literatüründen silinmiş olduğu bir tarihsel kesitte gündeme geliyor.

Fotoğraf öylesine büyük, kapsamlı ve sınıfsal ki dün insanları fırınlarda yakan azami kar ve egemenlik ufuklu sermaye aklı, bugün mülteci bedenlerini denizlerin derin sularına gömmeyi tercih ediyor ve deyim yerindeyse bu alanda da maliyeti düşürüyor.

Ne kadar çok sürülmüşseniz
O kadar çok karşılığı vardır
Sürgün sözcüğünün dilimizde.
Sabahattin Ali Sinop’a sürülürken
Kalbinde dizlerini bükecek kadar
Büyük bir ağırlıktan söz eder.
Edip Cansever,
Utancı bilerek yaşamak korkunç
Ama daha korkuncu da var:
Utancı bilerek yaşatmak” der.

Belki bugün “Göçmenlik” denilince yalnızca “farklı ülkelerden gelen insanlar” anlaşılıyor ama tüm kozlarını ölçüsüzce kullanmaya başlayan sermaye ve iktidarı karşısında güçlü bir direniş geliştirilemediği takdirde öyle görünüyor ki daha büyük rakamlarla bir “iç göçten” de bahsedilir olacak. Bu, tabii ki yeni bir kavram ve olgu değil. “Tedip, tenkil ve tehcir”in tarihi daha eskidir. Benzer şekilde kırdan kente göçün ve köy yakmaların/boşaltmaların da…

Doğa ve insan karşısında kapitalizmin en vahşi dönemini de aşan bir acımasızlıkla teknolojinin tüm imkanlarını kullanarak saldıran sermaye güçleri karşısında nasıl bir çözüm geliştirmek, nasıl bir dünya tahayyül etmek gerekiyor?

Bu konuda “En temel insan haklarından olan eğitim ve sağlık, her insanın ulaşabildiği bir eşikte olmalıdır.” gibi cevaplar veya sınıfsız/sorunsuz bir dünya sloganları bugün için, sermayenin denizinde boğulmamak için çırpınanlara bir şey ifade etmiyor. Çünkü insanları ırk gibi zorlama kavram ve farklar üzerinden bölerek köleleştirmeyi amaçlayan güçler karşısında sınıf kardeşliğini temel alarak birleşmesi gereken güçlerin direnme savaşı giderek daha uzun ve zorlu bir süreci haber veriyor… 

Anlamak birleştirmektir” diyor Camus.
Onlar, anladıkça ayrıştırdılar.
Asimile ettiler.
Çünkü bir yanıyla da taammüden sürgündür asimilasyon…
Yine de anlayarak birleştirmekten başka yol yok…

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

Başa dön tuşu