Genel

Yabancılaşma sorununda Marksist Perspektif


Marks’a göre insanal özü gerçekleştirecek ve komünist toplumda açılıp serpilecek olan insan tüm geçmiş tarihin bir ürünü olacaktır. Özel mülkiyetin
kaldırılması ile komünist toplumun insanı yabancılaşma sorununun da aşacaktır.Marks’ın bu çıkarsamasının önemini iyi anlamak için yabancılaşma sorununa
yaklaşımını daha yakından incelemek gerekir. Yabancılaşma fikri Hegel felsefesinin temel fikridir.Başlangıçta yabancılaşma terimi iktisadi ve hukuksal bir
terimdir. Bu terime felsefi bir içerik kazandıran Hegeldir.Hegel bu terimi iktisatçılardan ve Rousseau’nun Toplum Sözleşmesinden almıştır. Yabancılaşma
olgusunu Hegel ilk kez Görüngübilim adlı çalışmasında işlemiştir. Yabancılaşma bu yapıtta kendisine yabancı olan doğayı kendi oluşunun bir uğrağı olarak
koyan mutlak idea’nın kendisine özgü bir etkinliğidir.Ona göre doğa özne ile nesnenin özdeşliği olan tin’in bir kendikendisine dönüş evresinden başka bir şey
değildir.
Demek ki yabancılaşma kendi onarılmasını içerrir ve Hegel’de eninde sonunda nesnellik ile özdeşleşir.Feuerbach ise ilkin dinsel yabancılaşmayı ele alır.
Feuerbach ile birlikte yabancılaşmanın hem içeriği hem de özlüğü değişir. Onun için önemli olan tanrının, yani, insanı egemenliği altına alan erkin insanın
imgeleme yetisinin ürününden başka bir şey olmadığını göstermektir. Kendisine bağımlı bulunduğu varlığı kendi öz niteliklerine yabancılaşan ve onları özel bir
yetkinlik derecesine çıkaran insan yaratmıştır. Feuerbach’a göre yabancılaşmanın kökeni demek ki mutlak tinde değil insanda bulunuyordu.Feuerbach
böylelikle Hegel felsefesinde yabancılaşma olgusunu idealist zeminden materyalist bir zemine taşımaktadır.Bu Hegel felsefesinin tersine çevrilmesiydi.
Yabancılaşmanın kaynağı insanda olduğundan, yabancılaşma insan doğasına bağlanıyordu.Feuerbach doğadan ve duyulur dünyadan yola çıkan bilimin
değerini olumluyordu.Ama Hegelci mutlak yerine bir insan doğası koyarak kurgusal düşünce düzeyinde devinmeyi sürdürüyordu.
Felsefenin bu materyalist tersine çevrişine karşı feuerbach’taki yabancılaşma görüşü Hegel’in yabancılaşma görüşünün çok gerisinde kalıyordu.Hegel,
yabancılaşma olgusunda beli bir ölçüde tarihi göz önünde tutuyordu.Hegel’e göre tarih, yabancılaşmış zamanın tinidir.Hegel’e göre tarih, mutlak idea’nın
gelişmesi içinde kendisinden geçeceği zorunlu bir uğrak olarak ele alınıyordu.Oysa, Feuerbach’ta yabancılaşma salt insanın doğasına dayanan soyut bir
süreçti.Feurbach , yabancılaşma olgusunu materyalist bir açıdan ama diyalektik olmayan bir yöntemle ele alıyordu.Marks, Hegel felsefesinde yabancılaşma
sorunun tarihsel bir yöntemle ele alınmasına önem verdi.Böylelikle, Marks’taki yabancılaşma kavramının öncellerine neler borçlu olduğu kolaylıkla görülebilir. Marks, Feuerbach gibi yabancılaşmanın kökeninini insan olarak alır ama açıklamasını insanal pratiğin işleyişiyle yapar.Hegel gibi diyalektik yöntemi
kullanacak ama çözümlemeleri ona Hegel’in aşılmasının, idealist diyalektikten materyalist diyalektiğe geçişin anahtarını verecektir. Hegel’e göre her
nesnelleşme bir yabancılaşma idi.İnsanın her belirmesi, kişiliğin dışlaşması olduğu ölçüde yabancılaşma ile sonuçlanıyordu.
Marks, nesnelleşme ile yabancılaşmayı açıkça ayırır.Emek gerçekten insanal kişiliğin bir yansıması olduğu süreçte, değişim ortaya çıkmadan önce, ürünü
insanal nesnelleşme idi.İnsan etkinliği, özüne yabancılaştırıcı bir etkinlik değildi.İnsanal etkinliğin bu nesnelleşmesini üretim ilişkileri gelişmelerinin belirli bir
aşamasında, değişimin ortaya çıkması ile yabancılaşma durumuna düşürürler.Marks’a göre yabancılaşmanın kökleri insanın kendini ancak nesnel olarak
belirtebileceği olgusundadır.İnsan, toplum içinde yaşadığı için başkaları ile bağlantısını ancak yarattığı nesneler aracılığıyla kurar.Bu toplumsal ilişkilerde,
nitelikleri itibarı ile insan üzerinde etkide bulunurlar.
Biz, tarihin zorunlu diyalektik gelişmesini işte böylece kavrarız.Bu, Marks’ın Manifesto’da geliştireceği fikrin tohumudur.Somut yabancılaşmanın bu tarihsel
yönü Feuerbach’ın aşılmasının temelini oluşturur.Yabancılaşma olgusu, böylelikle, zaman içindeki kökeni sonucu Hegel’de sahip olduğu o mutlak yönü de
yitirir.Gerçekte, Hegel’deki yabancılaşma kavramı kapitalist dünyadaki çelişkilerin bir yansıması idi.Klasik iktisatçıların kabul ettiği bir gerçeğin Hegel tarafından
kurgusal bir dile çevrilmesi idi,Kısacası, bu kavram gerçek dünyanın çelişkilerini oradan alıp mutlak içine koyuyordu.Kendisini ekonomipolitiğin sosyalist bir
eleştirisine verdiği için, Marks, yabancılaşmanın köklerini insanın üretici etkinliğinde görür ve onu mutlak içine koymaz.Marks’a göre yabancılaşma aşaması
insanlığın gelişmesinin süreçleri açısından zorunlu olarak içinden geçilen bir aşamadır.İnsanın kendi kendisinden ayrılma aşamasıdır bu aşama.İnsanın hem
yaratıcı ve hem de toplumsal doğasından ayrılmaz çelişkilerin gelişme aşamasıdır bu.İnsan, ilkin, emeğin tözünün ta kendisi olan doğaya yabancılaşır.Ama,
insan, bu yabancılaşma ile doğa üzerindeki onu örgensel olmayan bedeni durumuna getirecek egemenliğini hazırlar.İnsan, yabancılaşmanın tarihsel seyri
içinde, onda artık cinsil temsilcisini değil, bireyi, hasmı gördüğü öteki insana yabancılaşır.Ama bu yabancılaşma aracılığıyla, aynı zamanda, insanal bir
toplumun koşullarını oluşturur.
Sonra, insan, kendisine yabancılaşır ve bunun sonucu olarak fizik yaşamını sürdürebilmek için insanal yaşamını yadsımaya kadar gider. Ama, ardından,

kendi insan niteliğinin bütünsel bir onarımından başka bir şeyin gelemeyeceği yoksunluk derecesine ulaşır.Böylece, yabancılaşma, hepsininde olumlu ve
olumsuz yönleri bulunan ve hepsi de zorunlu belirli aşamalardan geçer.İnsan doğasından ayrılmaz çelişkilerin daha yüksek bir birlik içinde kaynaşmak için
serpilip açılması ve en soyut dışa vurumlarının gelişmesi sürecidir, yabancılaşma süreci.Devlet ve din gibi bütün insanal yapıtların kökleri insandadır ama
toplumsal gelişme sonucu bu yapıtlar insanı kendisine yabancılaştıran ve onu egemenlikleri altına alan , insanal etkinliğin özüne yabancı bir güç haline
gelirler.Klasik Alman felsefesinin eski sorunu, yani, özne-nesne ilişkileri sorunu yabancılaşma olgusunda kendini yeni bir biçimde ortaya
koyacaktır.Düşünürlerin sistemleri içine sokmaya çalıştıkları gerçek, eleştirinin konusu olacaktır.Filozoflar, yabancılaşmanın gerçek özünü kavramamış
oldukları için, kökenleri insanda olan ama insan etknliğinin yabancılaşmanın etkisinde olduğu bir sürecin kurumlarını kesin kurumlar olarak kabul ederler.
Devlet, hukuk, din vb. konularda bu, böyledir.Filozoflar, bu kurumların insanal özün gerçek doğasının bir belirtisi değil ama özel mülkiyet ilişkileri içinde ona
yabancılaşmış üretim ilişkilerinin birer ürünü olduğunu görmezler.Marks, klasik düşünürler konusunda şöyle diyecektir: ”Filozof-yabancılaşmış insanın soyut
biçiminin ta kendisi- kendini yabancılaşmış dünyanın ölçüsü sayar.Bununla birlikte, tarih durmaz.Yabancılaşma, yani, özne ile nesnenin karşıtlığı aşaması
geçici bir dönemdir.İnsanın tarih-öncesidir, yani, onun doğal tarihinin bir bölümüdür.Gerçek insanın serpilip gelişmesinin koşullarını yaratmıştır.Ama bu çağı
kurmak için , insanın içinde yaşadığı yabancılaşmayı ortadan kaldırmak gerekir.Ve yabancılaşmanın bu kaldırılması, özel mülkiyetin olumlu olarak kaldırılması
olacaktır.”
Ve, yine Marks:: ”Komünizm, yakın geleceğin zorunlu biçimi ve erkesel ilkesidir; ama, komünizm olarak komünizm insanal gelişmenin ereği_insanal
toplum biçimi- değildir.” Böylece, Marks’ın hangi konularda klasik Alman felsefesinin kalıtcısı ve aynı zamanda idealizmden kesin kopmuş biri olduğu
görülür.Hegel’in Mutlak İdea kuramıyla soyut olarak çözdüğü özne ile nesnenin özdeşleşmesi sorununu Marks somut olarak çözer.İnsan, yakın geleceğin
zorunlu biçimi olan komünizmle kendi doğasına sahip çıkacak ve yabancılaşma çağında tüm pratiğinin kendisine karşı çıktığı dünya gene insanal dünya
durumuna, onun has özünün uzantısı durumuna gelecektir.Böylece, 18. yüzyılın sonları ve 19. yüzyılın başlarında ortaya çıkmış bulunan özne ile nesnenin
özdeşleşmesi sorunu gizemli bir yönde değil ama kendi tarihsel diyalektiği içinde insan özgürlüğünü ve insan yeteneğini özgürce geliştirme hakkını
olumlayarak çözümlenmiş bulunur.
İnsanı ve doğayı tinselleştirmesi ile Hegel, onların gerçek niteliklerini yalanlaştırmış ve bunun sonucunda özneyi nesne, düşünceyi varlık, kuramı pratikle
çatıştıran ikiciliğin üstesinden gelememiştir. Hegel’de tarih kavramların hareketine indirgenmiştir.Böylelikle diyalektik hareket yalanlaştırılarak, bir tin tarihi bir
fikirler söylencebilimi haline dönüştürülmüş tarihin gerçek bir açıklaması da verilememiştir.
Hegel gibi Marks’ta doğa ile ilişkileri içinde insanın gelişmesini diyalektik ve tarihsel nitelikte bir kendini yaratma süreci olarak görür.Ama Hegel’e karşıt
olarak Marks tarihsel harekette pratik etkinlik aracılığıyla , insan emeği aracılığıyla somut maddi bir süreç tanımlar.Bu görüşlerin temeli doğa ile insanın nesnel
gerçeklikler oluşturdukları yolundaki Feuerbachçı fikirdir. Ama Feuerbach’tan farklı olarak Marks’ta doğa ile insan, aralarında insanal etkinlik aracılığıyla
kurulan diyalektik ilişki içinde göz önüne alır.
Marks, diyalektik, tarihsel ve materyalist dünya görüşünü insanın kendi kendini yaratma etkinliği olarak tasarlanmış bu insanı, doğa ve pratik etkinlik
görüşünden çıkarır.İnsanın Hegelci kurgusal yoldan düşünce yoluyla kaldırıldığı öne sürülen bu yabancılaşmasını gerçekte olduğu gibi bıraktığından dünyanın
hiç bir gerçek dönüşümünü açıklamayan bu tinselci diyalektiğe karşıt olarak Marks, insanın kendini gerçekleştirmesini emek süreçlerinin diyalektik hareketi ile
gösterir. Hegel’deki tinin yabancılaşması ile tanımlanan soyut özne yerine Marks’ta gerçek insanal niteliklerle donatılmış ve belirli üretim ilişkileri içinde
yaşayan gerçek insan öznesi vardır.İnsan kendisini insan olarak etkinliğinin somut niteliği aracılığıyla gerçekleştirir. Somut bir özne olmak, kendi dışında
nesnelere sahip olmaki aynı zamanda, başka insanlar için bir nesne olmak anlamına gelir.Güneş bitki için zorunlu bir nesnedir, Tpkı bitkinin de kendi yaşamını
sürdürebilmek için güneş için bir nesne olması gibi.
” Gerçek, somut, ayağını toprağa sağlamca basmış ve doğanın bütün güçleri içine işlemiş bulunan insan, kendi gerçek, somut güçlerini, ona yabancı
görünen nesneler aracılığıyla dışlaştırdığı zaman bu davranışın öznesi soyut biçimde göz önünde tutulmuş bulunan yaratış eylemi değil ama etkisi zorunlu
olarak somut bir nitelik taşıyan somut güçlerin öznelliğidir. Somut bir varlık somut biçimde davranır, eğer özü gereği somut bir varlı olmasaydı bunu
yapamazdı. O ancak nesneler tarafından belirlenmiş bulunduğu , doğanın bütünleyici parçası olduğu içindir ki nesneler yaratır, nesneler üretir. Nesneler
yaratarak o ”arı” bir etkinlik biçiminden somut bir yaratış biçimine geçmez, etkinliğinin somut ürünü, doğal ve somut bir varlığın etkinliği olan bu etkinliğin
niteliğini doğrulamaktan başka bir şey yapmaz.”
K.Marks 1844 Elyazmaları
İnsanın kendi kendini yaratma sürecinin açıklamasında Marks, insanal etkinlikle hayvan etkinliğinin karşılaştırmasından hareket eder.İnsan,
başlangıçta gereksinme nesneleri onun karşısına bağımsız ve yabancı nesneler olarak çıktıkları için sınırlı ve sıkıntılı bir yaşam süren doğal bir
varlıktır.İnsanlık tarihinin başlarıda insanın doğa üzerindeki hakimiyeti sınırlıdır. Bu sınırlılık insanın doğayı dönüştürmesi için uyarıcı görevi görerek insanal öz
yetilerin gelişme koşullarını hazırlar. İnsan, hayvandan farklı olarak gerçekte yalnızca doğal bir varlık değil öz yetenekleri aracılığıyla isteklerini gerçekleştirmek
için doğayı değiştirme yetisinde olan insanal bir varlıktır. Doğanın insan ve hayvan için farklı anlamı işte buradan kaynaklanır. Ustan yoksun hayvan
çevresindeki şeylerin ve değişikliklerin bilincinde olmadan yalnızca güdüleri ile hareket eder. Hayvan, zorunluluğun egemenliği altında ancak sınırlı sayıda
nesne üretebilir ve bu üretim faaliyeti de yalnızca güdüleri aracılığıyla tek düze bir biçimde gerçekleşir. Etkinliğini usuna ve istencine uydurarak doğayı
değiştirme yetisine sahip olan insanın ise doğa ile ilişkileri bambaşkadır.Hayvan gibi insanda doğada yaşar ama insan etkiliğini doğayı değiştirmek için
kullanma yetisine sahiptir. Doğa, hayvan için dışsal ve yabancı olarak kalırken, insan için doğa onun etkinliği aracılığıyla dönüştürüldüğü ölçüde
sahiplenilir.Doğanın değiştirilmesi ancak doğa üzerine edinilen evrensel bilgi ve teknik sayesinde olabilir.
Hayvandan farklı olarak şeylerin bilgisine sahip olma yetisinde olan insan her nesneye ona uygun kuralı uygulayarak son derece çok çeşitli biçimde
üretebilir. Üretme yeteneğini ilkel gereksinmelerin ötesinde geliştirebilir. İnsan ancak ilkel gereksinmelerin karşılanmasını aştığı ve bu gereksinmelerin ona
dayattığı sınırlama ve zorunlulukların yerine insanal özünü açığa çıkaran üretimde bulunduğu oranda, üretimi insanal doğaya uygun düşen evrensel bir niteliğe
bürünür. Kişiliğinin niteliğini yansıtan nesneler üretmekle insan kendi emek etkinliğyle kendisini gerçekleştirir.
İnsanın başlangıçta doğayla dolayımsız ilişkisinin yerine onun kendi emek ürünü olan nesneler dolayısıyla ilişkisi geçer. İnsan, kendi yaratıcı güçlerini
ürettiği nesneler aracılığıyla yansıtırken insanal üretim süreci de onun emek ürünleri aracılığıyla öznelleşir. İnsan emeğinin ürünü olan nesnenin bu
öznelleşmesi ile birlikte insanın nesnelleşmesi insanla doğa ilişkisini gitgide insanın kendi emeği ile kendini yaratmasının bir imgesi durumuna getirerek insan
ve doğa arasındaki organik birliğin gerçekleşmesine doğru gelişir. Gereksinmelerin karşılanma zorunluluğu insan ile doğa arasındaki ilişkinin niteliğini belirler. Gereksinme ile gereksinmenin karşılandığı nesne arasındaki bağlantı insanın doğayla ve öteki insanlarlarla ilişkilerini ve bağlantılarını belirler.İnsan ile doğa
arasındaki dolayımsız ilişkinin yerine gereksinmelerin karşılandığı nesneler aracılığla kurulan bağlantı geçer ve insanlar kendi aralarında kendi üretimi olan
nesneler aracılığıyla özneden özneye ilişkiler kurarlar.
İşte, insan doğayla nesneler dolayımıyla ilişki kurmaya başladıktan sonra onun doğayla başlangıçta dolayımsız olan ilişkisi nesneler dolayımıyla olan ilişki
biçimine dönüşür. İnsanın doğayla nesneler dolayımıyla kurduğu ilişki sınıflı toplumlarda kaçınılmaz olan bir değişim ilşkisini de beraberinde getirir.Değişim
ilişkisi, yabancılaşmanın kendisini gösterdiği alandır. Çünkü, artık insanla doğa arasındaki dolayımsız ilişkinin yerini nesneler aracılığıyla kurulan bir değişim
ilişkisi almıştır. Dolayısıyla, her çağda üretici güçlerin gelişme düzeyi tarafından belirlenen üretim ilişkilerinin yasaları insanla doğa arasındaki dolayımsız
ilişkinin yerini alacaktır. Meta üretiminin ve onun en yüksek biçimi olan kapitalist üretim ilişkilerinin yasaları insanla insan ve insan doğa arasındaki ilişkileri
biçimlendirmeye başlar.
Kapitalist toplumda meta haline gelen emek etkinliği bölünmüştür. Kapitalist toplumda işçinin emek gücünü yeniden üretmek için ihtiyaç duyduğu miktara
karşılık gelen gerekli-emek zamanı, yani, ücrete karşın kapitalistin karına karşılık gelen artı-emek zamanı onun karşısına sermaye biçiminde kendisini
köleleştiren yabancı bir güç olarak çıkar.
” İnsan sadece doğal bir varlık değil, insanal doğal bir varlık, yani, davranışlarıyla olduğu kadar bilgisiyle de kendisini insan olarak olumlaması gereken
cinsil bir varlıktır. İnsan sadece kendi türünü ve öteki türleri kendi pratik ve kuramsal etkinliğinin nesnesi durumuna getirerek değil, ama, kendisini, sanal türün
ete kemiğe bürünmesi olarak görüp, bunun sonucu evrensel ve özgür bir varlık olarak davranarak da kendini cinsil bir varlık olarak gösterir. Nesnel bir
dünyanın pratik yaratılması aracılığıyla, organik olmayan doğanın dönüştürülmesi aracılığıyla insan kendini, tıpkı türün ete kemiğe bürünmesi olduğu gibi,
türün de kendinde ete kemiğe büründüğü düşünen bir varlık olarak olumlar.”
1844 Elyazmaları K.Marks
İnsanın kendi etkinliği aracılığıyla insanlaşması ya da insanlıktan uzaklaşması karşılamak istediği gereksinmelerin doğasına bağlıdır. Özel mülkiyet
rejiminde para gereksinmesi gibi yabancılaşmış gereksinmelerin karşılanması insanal olmayan zenginlikler yaratılmasına ve böylelikle insanlıktan
uzaklaşmaya sebep olurken, gerçek gereksinmelerin karşılanması, onun, kerte kerte insanal bir varlık olmasını gerçekleştirir. Gerçekte tüm insanal
gereksinmeler onun tastamam kendi kendisi olmaktan başka bir şey olmayan özsel gereksinmelerin karşılanması aracılığıyla gelişirler ve insan kendi
varlığının bütünlüğü içinde kendini ancak böyle yaratır.

” Ekonomi politiğin tasarladığı biçimdeki zenginlik ve yoksulluk yerine, zengin insan ile zengin insanal gereksinmenin nasıl geçtiği görülüyor.Gerçekten
zengin insan, insanal belirtilerin bütünlüğüne can atan, kendini tastamam gerçekleştirme gereksinmesini içsel bir zorunluluk olarak duyan insandır.Sadece
zenginlik değil, ama, yoksulluk da sosyalizmde insanal dolayısıyla toplumsal bir anlam kazanır.Yoksulluk sosyalizmde, gerçekte insana öteki insan için
duyduğu gereksinmenin onun en büyük zenginliğini oluşturduğunu duyurarak, onu öteki insana bağlayan bağ durumuna gelir.” age.
Böylece Marks’ın Hegelci idealist diyalektiktikten nasıl ayrıldığı görülür.İnsanın evreni düşünerek edindiği kendinin bilinci yerine, insanın pratik faaliyeti ile
dünyayı değiştirme görüşü ile Hegelci idealizme karşıt olarak materyalist bir diyalektik yaratılır.
Marks, iktisatçıların insanın pratik etkinliğine verdiği önemi benimsemekle birlikte kapitalist üretim ilişklilerin her şeyi, her insanal etkinliği değişim değeri
biçiminde yabancılaştırdığını göz önünde tutarak insanal etkinliği, emek etkinliğinin öz nitelikleri aracılığıyla insanın kendi kendisini yaratması olarak tanımlar.
Emek etkinliğinin öz nitelikleri emeği bir değişim değeri olarak değil bir kullanım değeri olarak ele alan ve insanla insan, özne ile özne arasındaki ilişkiyi üretim
ilişkilerin yarattığı değişim değeri yanılsamasından ayırarak onu gerçek insanal niteliği ile, ilkel komünde olduğu gibi doğal biçimi ile ele almayı gerektirir.
Kapitalist toplumda emek etkinliği toplumsallaşırken soyut toplumsal emek biçiminde kullanım değerinden soyutlanarak bir değişim değerine dönüşür.
Emeğin bir değişim değerine dönüşmesi aynı zamanda onun bütün insanal niteliklerden soyutlanarak bir niceliğe indirgenmesi anlamına gelir.Kapitalist
toplumda insanın kendi emeğine yabancılaşma sürecinde belirleyicie etken buradadır.
İnsanın kendi kendini yaratma süreci ortaklaşa bir emek ürünüdür ve böyle olduğu için de toplumsal bir nitelik taşır. İnsan kendi varlığını yalıtık bir
biçimde gerçekleştiremez. O ,bu süreci ancak öteki insanlarla elbirliği ederek gerçekleştirebilir ve böylece, insan, ancak toplumsal bir varlık olarak, ancak öteki
insanlarlarla bütünleştiği ölçüde insanal bir varlıktır.
Her bireyin eyleminin toplumsal niteliği onun etkinliğinin öğelerinin ( ham maddeler, aletler, teknikler, dil) toplum tarafından üretilmiş olmasının nesnel bir
sonucudur.
Bu insanlaşma süreci, özneden nesneye ve nesneden de başka özneye doğru gelişerek , nesnenin öznelleşmesi aracılığıyla özneler arasında hem öznel
ve hem de nesnel bağlantılar kurulmasını sağlayarak, gereksinmelerin ortaklaşa karşılanması sonucu insanın kendi kendini yaratmasına ilişkin olarak
diyalektik bir hareketi başlatır.
Öteki insanlarla işbirliği içinde kendi pratik etkinliği ile kendisini üreten birey bu pratik etkinliğinin nesneleri aravcılığıyla diğer insanlarında kendilerini
gerçekleştirmelerine katkıda bulunur.
” Hatta bilimsel bir etkinlikte bulunduğum zaman bile, bunun insanal bir etkinlik olması sonucu, etkinliğim toplumsal bir nitelik taşır.Sadece etkinliğimin konu
ve aleti -düşünürlerin aleti olan dil dahil- bana toplumsal ürünler olarak verilmiş olmakla kalmazlar ama benim varoluşum bile toplumsal bir etkinlik oluşturur,
çünkü, ben kendim ne yaparsam, toplumsal varlık niteliğimin bilincinde olarak, toplum için yaparım.” age,
” Üretim çerçevesindeki insanal etkinliğin ve bu etkinlik ürünlerinin değişimi, somut bilinçli ve gerçek dışavurumunu toplumsal etkinlik ve her bireyin
toplumsal yaşama katılmasında bulan insanın ve insanal tinin cinsil etkinliğinin belirtisidir. Kendi etkinlikleri aracılığıyla, insanal varlıklar olarak, insanal türün
ete kemiğe bürünmesi olarak insanlar, insanal topluluğu, kendi toplumsal varlıklarını yaratırlar. Toplumsal varlık, bireylere karşıt, soyut bir erklik oluşturmaz;
tersine, her bireyin kendi özü tarafından, etkinliği, yaşamı, tini, zenginlikleri tarafından oluşturulmuştur. Gerçek insanal topluluk bir düşünce eyleminden
doğmaz; o, bireylerin boyun eğdikleri zorunluluğun, onların bencilliklerinin meyvesi, etkinliklerinin araçsız ürünüdür. Bu topluluğun olup olmaması insanlara
bağlı değildir; ama insan kendi insan niteliğinin bilincine varmadığı ve dünyayı insanal biçimde örgütlemediği sürece, bu topluluk kendini yabancılaşma biçimi
altında gösterir; çünkü, öznesi olan insan, yabancılaşmış bir varlıktır. Onun özünü soyut biçimleri altındaki değil ama gerçek, yaşayan, tikel bireyler olarak
insanlar oluştururlar, bu insanlar ne iseler, bu topluluk da odur.” age.
Makineler, aletler , sanat yapıtları gibi öteki insanların ürettikleri nesneleri kullanarak birey, bu insanların kişiliklerini yansıtan nesneler aracılığıyla kendi
insanal niteliklerini geliştirirken, bir yandan da ürettiği nesneler aracılığıyla diğer insanların insanal niteliklerinin gelişmesine katkıda bulunur. Böylelikle, insanlar
yapıtları aracılığıyla insanal niteliklerini karşılıklı olarak geliştirirler.Ancak, bu süreç özel mülkiyet ilişkilerinin hakim olduğu toplumlarda yabancılaşmış bir biçim
alır. Çünkü, özel mülkiyet ilişkilerinin hakim olduğu toplumda insanlar arasındaki ilişkiler değişim değerinin tahakkümü altındadır.
”Eğer nesnesi onun için insanal bir nesne, kendi insanal doğasının somutlaşması durumuna gelirse insan, kendi nesnesi içinde kendini yitirmez, bu da
ancak eğer bu nesne toplumsal bir nesne durumuna gelirse, eğer o toplumsal bir varlık olarak davranırsa ve eğer toplum onun için bu nesnede ete kemiğe
bürünürse olanaklıdır.Toplumda nesnellik, insan için insanal güçlerin somutlaşması, insanal gerçeklik ve böylece insan varlığını gerçeği durumuna gelince, tüm
nesneler onun için kendi varlığının somutlaşması, onun kişiliğini gerçekleştiren ve doğrulayan nesneler durumuna, kendi nesneleri durumuna gelirler; ve o da
böylece kendisi nesne durumuna gelir.” age.
Nesnelerin insanın kişiliğinin somutlaştığı, ,insanın onlar aracılığıyla kendisini gerçekleştirdiği bir toplum biçimi ancak üretim araçları üstünde özel mülkiyetin kaldırılmasıyla mümkün olabilir. İnsan, toplumsal olarak üretmesine rağmen mülk edinmenin kapitalist biçimi sürdükçe insanın kendi üretimi olan
nesnelere yabancılaşması da sürecektir.
”Etkinlik ve tin, içerikleri bakımından olduğu kadar gelişmeleri bakımından da toplumsal bir niteliğe sahiptirler., toplumsal etkinlik ve toplumsal tindirler.
Doğanın insanal özü ancak toplumsal insan için söz konusudur. Bu öz gerçekte insanlar arasındaki bağı, bireyin ötekiler ve ötekilerin de birey için varoluş
biçimini, insanal gerçekliğin yaşayan öğesini ancak toplum içinde oluşturur.Ancak toplum içinde bu öz, insanal yaşamın temelini oluşturur.İnsanın doğal
yaşamı (ancak toplum içinde) insanlaşır.İnsan ile doğanın derin birliğini, insanın tam ”doğallaşması” ile doğanın eksiksiz ”insanlaşmasını” toplum, işte böyle
gerçekleştirir.” age.
İnsan birey olarak öznel niteliklere sahip tikel bir varlıktır. Ancak insanın öznel nitelikleri ile kendisini gerçekleştirmesi onun toplumsal nesnel varlığının bir
sonucudur. İnsan ancak toplum içinde diğer insanlarla ilişkilenerek kendi öznel varlığını gerçekleştirebilir.
İnsan, hayvanlardan farklı olarak daha çeşitli ve karmaşık gereksinmelere sahiptir. İnsanın kendi gereksinmeleri için doğayı değiştirme süreci , doğanın git
gide insanlaşması ve insanın da kendi yapıtları aracılığıyla insanallaşması sürecini yeniden üretir.
İnsan doğa ile dolayımsız ilişkiler içinde bulunduğu sürece insan duyuları hayvan duyularından ayrışmaz. İnsan, doğayı kendi ürettiği nesneler aracılığıyla
değiştirdikçe ve doğayla kendi emek ürünü bu nesneler aracılığıyla ilişkilendikçe insan duyuları da hayvanlardan ayrışarak insanal bir nitelik kazanır.
Duyulur gerçeklik ve duyuların insanlaşması tüm insanlık tarihinin ürünüdür. Kulağın seslere ve gözün biçimlere hassaslaşması için insanal varlığın tüm
öznel ve nesnel yeteneklerinin onun kendi emek etkinliği aracılığıyla açılıp serpilmesi gerekir.
Nesneleri karşısındaki insanal davranışları ve bu nesneleri sahiplenme biçimleri ile duyular kendini sadece düşünceleri aracılığıyla değil ama duyuları
aracılığıyla da olumlayan insanın insanlaşmasının dışa vurumu durumuna gelmişlerdir. Bu durum, Marks’ a duyumların kuramcılar durumuna geldiklerini
söyletir.Marks, böyle demekle, soyut dışa vurumlarını düşüncede bulan insanlığın ilerlemelerinin duyular aracılığıyla duyulur dünyanın bilince aktarılmasıyla
gerçekleştiğini söyler.
Duyuların insanallaşması onların nesneyi sahiplenme biçimleri aracılığıyla gerçekleşir.Bunun gerçekleşme biçimi her nesnenin öznel doğasına ve
sahiplenilmesine uyarlanmış duyuya bağlıdır.Nesne ile onun sahiplenilme biçimi arasındaki ilişkinin özelliği her duyu ile birlikte değişir. Burada , her bireyin
diğer insanlardan öznel nitelikleri ile farklılaşmış tikel bir varlık olması kadar insanın emek ürünü nesnelerin nesnel bir varlık olmaları da önemlidir.Öznel
duyularla nesnel gerçeklik arasındaki ilişki öznelden nesnele nesnelden öznelere sürekli geçişler oluşturarak insanal duyuları biçimlendirir. Örneğin, bir
fotoğraf makinesi nesnel olarak diğer fotoğraf makinelerinden farklı olmayan bir nesnedir.Ancak, birey bu fotoğraf makinesi ile kendisi için önemli olan anılarını
fotoğrafladıkça bu makine diğer makinelerden farklı olarak onun için öznel bir nitelik kazanır.
Göz nesnesi kulak nesnesini tıpkısı değildir ve onun göz tarafından sahiplenilme biçimi kulak tarafından sahiplenilme biçiminden farklılaşır.İnsanın kendisi
tarafından emek etkinliği aracılığıyla dönüştürülmüş dünyayla ilişki kurduğu ve varlığının evrenselliğini yansıtan duyular deyince Marks, sadece beş duyuyu
değil ama düşünceyi, seyredalmayı, istenci de, yani, insanın doğayı sahiplenmek için sahip olduğu ve insanın tüm zenginliğinin, öznel farklılıklarının gelişmesi
ile insanlaşmış tüm araçları da düşünür.
İnsanın doğayla duyular aracılığıyla olduğu kadar, düşünce, seyredalma, eylem aracılığıyla da kurulan her ilişkisi ve bu araçların kendi nesneleri
karşısındaki davranışı, insan ile doğanın bağlılaşık insanallaşmasını dışavurumu oduğundan, bunun sonucu insan tarafından doğaya getirilen değişiklik, insan
organlarının, nesnelerin bu organlar tarafından sahiplenilmesinin biçimini aşamayan bir değişikliği gerektirir.
Bu insanlaşma, insanallaşmış insan duyularının insanlıktan yoksun insan duyularından farklılaşmasını da açıklar. Böylece, kaba gereksinmeleri karşılamaya

yönelmiş insan duyuları kaba ve sınırlı kalırlar.Müzik eğitimi görmemiş insanın kulağı müziğe duyarsız kalır ve sıkıntı içinde kıvranan insan biçimlerin güzelliği
duyusundan yoksundur.Bu olgu, insanın kendisini kendi emek etkinliği ile üretme biçiminin, onun kendisi dışındaki öteki insanlarla ve nesnelerle ilişkilenme
biçiminin insanlaşma sürecinin de niteliğini belirlediğini gösterir.
Varlığının uyumlu gelişmesi aracılığıyla, duyuların ve duyu nesnelerinin insanallaşması aracılığıyla, insanın, kendini yalnız düşüncede değil ama kendi
etkinliğinin ürünü içinde duyulur biçimde olumlamasını sağlayan dopdolu gerçekleşmesi, özel mülkiyetin yarattığı genel yabancılaşma nedeniyle özel mülkiyet
rejiminde olamaz; Bu rejimin komünist bir rejim ile değiştirilme zorunluluğu da işte buradan doğar.
Doğanın insan emeği ile değiştirilmesi sonucu insanın kendi kendini yaratması süreci insanal tarihi oluşturur. İnsanal tarih doğa tarihine organik olarak bağlı
bulunduğundan, bunun sonucu, insanlığın her gelişme evresine doğanın bir insanallaşması süreci karşılık gelir. İnsanın kendi kendini yaratma sürecinin
belirleyici öğesi Marks’ın sanayi tanımı altında belirtttiği üretim araçlarıyla gereksinmelerin karşılanmasıdır.Bundan dolayı tarihin gelişmesi sayesinde insanın
doğayı kendi yapıtı haline getirdiği sanayinin gelişmesyiile içiçe bir süreçtir.
Marks, iktisatçılardan üretimin önemi görüşünü alır. Ama buna karşılık üretimi salt yararcı bir açıdan değerlendirmez. Marks, bu süreçte insanın kendi
emek etkinliği aracı ile kendi kendisinin tarihini gerçekleştirmesi gerçeğinden hareket eder.
İnsanın doğa ile dolayımsız ilişkisinin yerine insanın kendi üretimi ile ilşkisini geçiren sanayi , böylelikle insanın dopdolu gelişmesinin nesnel koşullarını
yaratır. Ancak, bu nesnel koşulların insanın insanal niteliklerinin açılıp serpilebilmesini sağlayabilmesi için emek etkinliğini çereleyen özel mülkiyet ilişkilerinin
yaratttığı insanın kendi kendine yabancılaşmasının ortadan kaldırılması gerekir.
Sanayinin ilerlemesi şimdiye kadar Marks’ın teknik geliştirmeyi kolaylaştırmış olmasını yadsımadığı özel mülkiyet ilişkileri altında gerçekleşmiş
bulunduğundan, insanın insanlaşması yerine insanın kendi üretimine ve kendisine yabancılaşmasına neden olmuştur.Bununla birlikte, sanayinin özel mülkiyet
rejimi altında gelişmesi varlıklılarla yoksullar arasındaki sınıf çelişkilerini kızıştırarak proletaryanın özel mülkiyet rejimini kaldırarak komünizmi
gerçekleştirmesinin nesnel koşullarını da yaratmıştır.
Tarihsel gelişme içinde özel mülkiyet sisteminin oluşup gelişmesinden ve komünist bir sistemle değiştirilme zorunluluğundan tarihin iki döneme bölündüğü
anlamı çıkar: İnsanın yabancılaşmanın egemenliği altında kendini gerçeklemeye çalıştığı dönem ve yabancılaşmanın nesnel koşullarının ortadan kaldırılarak
insanın evrensel varlığının özgürce geliştiği yeniden insanallaşma dönemi.
Özel mülkiyet sistemi tarafından yaratılan sınıf savaşımları çerçevesinden doğanın insan emeğiyle değiştirilerek insanın kendi kendisini yaratması
felsefesi üstünde geliştirilen bu materyalist tarih görüşü, iktisadi ve toplumsal gelişmelerin açıklanması ile birlikte bunlar tarafından belirlenen ideolojilerin
açıklanmasını da verir.
İnsanın pratik etkiliği kadar kuramsal etkinliği de toplumsal varlığı tarafından belirlenmiştir, dolayısıyla, ideolojisi, yani, düşüncesinin din, felsefe sağtöre,
sanat, hukuk, bilimler gibi biçimleri kendisi de üretim ilişkilerinin gelişmesi tarafından belirlenen toplumsal gelişmenin yansımalarından başka bir şey değildir.
İnsanlığın özel mülkiyet ilişikileri içinde kendi emeğinin sonuçlarına ve kendisne yabancılaştığı tarih öncesi dönem üretici güçlerin eşitsiz gelişme
yasasının dolaysız egemenliği altında geliştiği dönemdir. Özel mülkiyet ilişkilerinin hukuku eşitsiz gelişme yasasının üretici güçlerin gelişme diyalektiği
üstündeki dolaysız hakimiyetini tescil etmekten başka bir şey yapmaz.Sanayinin gelişmesi ile birlikte emeği toplumsal bir etkinlik haline getiren proletarya
sınıfının doğuşu ile insanlık, doğanın ve toplumların birincil yasası olan eşitsiz gelişme yasasının da üretici güçlerin gelişme diyalektiği üstündeki dolaysız
egemenliğini kaldırmanın nesnel koşullarını yaratır. Böylelikle insanlık tarihin kendi iradesi dışında tamamen doğal yasaların özne rolünü üstlendiği karanlıklar
çağından tarihin insan iradesinin nesnel sonucu olarak şekillendiği aydınlık bir çağa ilerlemenin tarihsel olanağına kavuşur.
Özel mülkiyet sistemi ile birlikte eşitsiz gelişme yasasının bu aşılma olanağı proleter sınıfın üretim araçları karşısındaki konumunu siyasal bir iradeye
dönüştüren proleter öncü tarafından gerçekleştirilir. Proletarya sınıfının siyasal örgütlülüğü böylelikle tarihsel gelişmenin iradi öznesi durumuna gelir.
Proleter öncü tarihsel özne, sınıf ise onun nesnesi olduğu gibi sınıfın tek tek bireyleri de kendi öznellikleri olan birer özne ve onlar için proleter öncü
siyasal bir nesne haline gelir. Tarihsel öznenin iradi bir nitelik kazanması ile özne ile nesne arsındaki karşıtlık da aşılma yoluna girer. Sınıf mücadelesinin
zorunlulukları proleter özne ile sınıf arasındaki ilişkinin niteliğini belirlerken tek tek bireylerin öznel kolektif nitelikleri tarihsel gelişmeyi ve sınıf mücadelesinin
seyrini belirler. Feda ruhu, özveri, dürüstlük, samimiyet vb. gibi kendileri sınıf mücadelesinde örgütlü bireyin nesnel kolektif öznellikleri olan nitelikler bireyler
için öznel bir varoluş biçimi olduğu kadar sınıf mücadelesinin zorunluluklarına karşı aynı zamanda nesnel niteliklerdir. Proleter öncü ile bireyler arasındaki
ilişkinin niteliği bu nesnel nitelikler tarafından belirlenir ve sınıf mücadelesinin tarihin seyrini değiştirici iradi niteliğni de belirleyen proleter öncünün sahiplendiği,
tek tek bireylerde öznel biçimler almış olan bu nesnel niteliklerdir.
Sınıf mücadelesinin zorunluluklarının özneleştirdiği bu nesnel nitelikler aracılığıyla proleter öncü tarihsel özne rolünü oynar. Bu nesnel nitelikler özel mülkiyet sisteminin ekonomipolitiği için hiç bir değeri olmayan ve onun tarafından değersizleştirilmiş , ancak kolektif üretim ilşkilerinde bir değeri olan eşitsiz
gelişme yasasına karşıt olarak gelişmiş birer varoluş biçimleri olarak sınıf mücadelesinin seyri içinde özel mülkiyet hukukunun aşılmasında sınıfa siyasal bir
dinamik oluşturacak olan tarihsel nitelikler haline gelirler. Böylelikle, tarihsel özne olarak proleter öncünün sınıf için ve sınıfın da onun nesnesi olarak proleter
öncü için bir zorunluluk haline gelmesi ile özne ile nesne arasındaki özel mülkiyet ilişkilerinin yarattığı yabancılaşmanın neden olduğu tarihsel karşıtlık da
aşılmış olacaktır.Özel mülkiyet ilişkilerinin emek etkinliğini ve emek ürününü salt bir niceliğe, bir değişim değerine indirgeyen niteliğine karşıt olarak komünizm
insanal nitelikleri kolektif üretim ilşkilerinin etiği haline getirerek özne ile nesne, emek ile emek ürünü, insan ile insan arasındaki yabancılaşma sorununu
tarihsel olarak çözer.
Burada, Althusser’in öznesiz ve ereksiz tarih tezinin tarihsel materyalizm bilimine aykırı olduğu anlaşılır. Tarihin ereksiz bir süreç olduğuna dair Marks’ın
yaptığı tesbit Hegel diyalektiğine karşı bir eleştiridir. Hegel’e göre tarih ”yabancılaşmış zamanın tinidir.” Hegel, tarihi mutlak fikirin kendisini yabancılaşmış bir
biçimde gerçekleştirmesi olarak görür. Marks, tarihin mutlak fikirin bir yabancılaşması gibi aşkın bir nitelik taşımadığını , insanlığın maddi yaşamlarını
sürdürmek için içinde bulundukları maddi üretim ilişkilerinin çelişkileri sonucu gelişen bir süreç olduğunu ve dolasısıyla, bu anlamda aşkın bir erek
taşımadığını gösterir. Tarih, tarih olarak ereksiz bir süreçtir. Ancak tarihi yapan sınıfların ereği vardır. Tarihsel özne ise proletaryanın emek etkinliğni henüz
toplumsallaştırmadığı süreç için doğanın ve toplumların birincil yasası olan eşitsiz gelişme yasasıyken, proletaryanın tarih sahnesine çıkması ile onun siyasal
öcüsüdür.
Özel mülkiyet sistemi tarafından yaratılan yabancılaşmanın tinsel yansıması olan din, sömürülen insanı köleleştiren üretim ilişkilerinin tahakkümü üstüne
tanrıya kulluğu da ekleyerek ve bunu tanrısal istencin bir yansıması olarak göstererek insanın köleleştirilme koşullarını daha da ağırlaştırır.
Dine karşıt olarak sanat insanal varlığın gerçekleşmesinin en üst biçimini üretir.Çünkü, sanat ile özü içinde değerlendirilen doğanın yeniden üretimi en
yüksek yetkinlik derecesine ulaşır. Din insanal varlığın yadsınması olduğu halde, sanat, duyular ve duyu nesnelerinin insanallaşması ile gelişen tarihsel bir
olgudur.Ancak, sınıflı toplumlarda sanat da sınıfsal bir nitelik taşır.
Marks, doğa bilimleri ile insan bilimleri arasında sıkı sıkıya bir bağlantı kurar; çünkü, her ikisi de insan emeği ile doğaya getirilmiş değişiklikler zemininde
temellendirilmiştir.
Marks, feuerbach gibi doğanın tüm bilimlerin temelini oluşturduğu görüşündedir. Ancak, feurbach’tan farklı olarak doğayı ilkel biçimiyle değil , insan emeği
ile, üretim ve sanayi ile değiştirilmiş biçimiyle değerlendirir.
” Din, aile, devlet, hukuk, sağtöre, bilimler, sanat vb. üretimin özel biçimlerinden başka bir şey değildirler ve onun yasaları tarafından yönetilirler.” age.
Marks, sanayi tarihinin kendisiyle ilişkisi içinde diğer bilimlerin açıklama anahtarını verdiği görüşündedir.Şimdiye kadar bütün bilimler sanayi ile ilişkileri
dışında soyut biçimde düşünüldükleri için gerçek bilimler kurulamamışlardır.
Tüm bilimlerin temel eksikliği, doğanın insan bilimlerinin ve insanın da doğa bilimlerinin nesnesini oluşlturduğunun görülememesi ve böylece doğa
bilimlerinin insan bilimlerinden ayrılmış olmasıdır.
Doğa bilimleri, irdeleme konusu olarak ancak insan tarafından dönüştürülmüş doğayı ele aldıkları ve teknik ve sanayinin gelişmesini göz önünde tuttakları
zaman gerçek doğa bilimleri olabilirler.
Gösterdikleri büyük gelişmeye karşın irdelemelerinin temel nesnesi olarak insan tarafından değiştirilmiş doğayı ele almadıkları için doğa bilimleri soyut ve
eksik kalmışlardır. Gelişimini kolaylaştırdıkları sanayi aracılığıyla, doğal bilimler, insanal yaşamın dönüştürülmesine git gide daha çok katkıda bulunmuşlardır,
ama, gerçek bilimler haline gelmek ve insanal bilimlere temel oluşturabilmek için insanın pratik etkinliğiyle ilişkilendirilmeleri gerekir.

Doğa bilimleri insanal tarihi değerlendirmedikleri için soyut ve eksik kalmışlarsa, insan bilimleri de, insan tarafından dönüştürülmüş doğanın insan yaşamının
ve insanal etkinliğin temelini oluşturduğunu göz önüne almadıkları için eksik kalmışlardır.
” Sanayi, doğayı tarihe ve dolayısıyla doğa bilimlerini insana bağlayan gerçek bağı oluşturur. Onu insan güçlerinin dışlaşması olarak göz önünde tutarak,
doğanın insanal özü ile insanın doğal özünün kavrayışına erişilir. Doğal bilimler o zaman soyut maddi niteliklerini, ya da, daha doğrusu idealist eğilimlerini yitirir
ve insanal bilimlerin temeli durumuna gelirler; tıpkı daha önce- yabancılaşma biçimi altında olsa da- insanın somut yaşamının temeli biçimine gelmiş
bulundukları gibi. Oysa yaşamın bilimlerinkinden ayrı bir temeli olduğunu düşünmek, çelişkiye düşmektir.’ age.
” İnsan, doğa bilimlerinin dolayıımsız nesnesini oluşturur. İnsan için duyulur, dolaysız doğa, öteki insanlarda onun karşısına çıktığı biçimde duyulur
insanal gerçekliktir. Onun kendi öz duyulur gerçekliği, gerçekte onun için ancak öteki insanların dolayımı aracılığıyla insanal bir gerçeklik durumuna gelir. Doğa
da, kendi köşesinde, insanal bilimlerin dolayımsız nesnesini oluşturur. İnsan için ilk nesne, gerçekte doğal duyulur bir varlık olan insan ile, insanın ancak doğal
nesneler içinde somutlaşabilen ve ancak doğanın özünün bir çözümlenmesi aracılığıyla gerçekten tanımı anlaşılabilen tikel, duyulur güçleridir. Düşüncenin,
onun dışavurumunu sağlayan öğesi olan dilin kendisi de duyulur niteliktedir. Toplumsal doğa gerçekliği ile doğal insan bilimi özdeş terimlerdir.” age.
” Doğal bilimler büyük ölçüde gelişmiş ve artan bir nicelikte gereci özümlemişlerdir. Gene de onlar felsefeye ne kadar yabancı kalmışlarsa, felsefe de
onlara o kadar yabancı kalmıştır. Geçici birlikleri – Hegel ve Schelling sistemlerinde gerçekleşmiş bulunduğu biçimi ile- salt aldatıcı olmuştur. Bu birliği
gerçekleştirme isteği vardı, ama, yetenek eksikti. Tarih doğal bilimleri ancak ikincil olarak göz önünde tutar; o bu işi, büyük türetimlerin nitelik ve yararlılığının
açıklanmasını sağladıkları ölçüde yapar.” age.
” Sanayinin tarihinin ve onun gerçek gelişmesinin, nasıl insanın somut güçleri ile insanal tinin açınlanması oldukları böylece görülür. İnsanal tin şimdiye
değin insanın özünün kendisi ile ilişkileri içinde değil ama ona dışsal ilişkiler içinde irdelenmiştir; çünkü, şimdiye değin, sadace insanın, kendini dinde gösteren
biçimiyle soyut, yabancılaşmış özü ve tarihin, kendini insanın özsel güçlerinin gerçek dışavurumları olarak, onun ortaklaşa varlığının belirtileri olarak göz
önünde tutulmuş siyaset, sanat, edebiyat biçimi altında gösteren soyut özü kavranmaya çalışılmıştır.” age.
” İnsanal tarih, doğa tarihinin bütünleyici parçasıdır, doğanın insanlaşmasının tarihidir. Bundan ötürü, doğa bilimleri, daha sonra tıpkı insanal bilimlerin
doğal bilimleri bir araya topladıkları gibi, insan bilimlerini bir araya toplayacaklardır, öyleki artık sadece bir tek bilim olacaktır.” age.
İnsanal bilimlerin soyut niteliği, insanal etkinliğin pratik niteliğini ihmal eden ruh bilimde özellikle belirgindir.Doğa bilimleri ile insan bilimlerinin bu pratik
ilişkisi sayesinde gerçekte sadece insanı içinde bulunduğu doğa ile birlikte irdeyen tek bir bilim vardır. O, tarih bilimidir.
Marksist tarih, varoluş ve öz, öznelcilik ve nesnellik, özgürlük ve zorunluluk, düşünce ve varlık arasındaki ilişkiler sorunu gibi toplumsal gelişmeye bağlı
bulunan ve açıklanmalarını ancak toplumsal gelişmenin çözümlenmesi ile bulabilen kuramsal sorunların çözümünü de verir. Bu sorunların çözümleri onların
toplumsal yaşamla ilişkileri içinde tahlil edilebilir. Böylelikle, söz konusu kuramsal sorunlar fizik ötesi görünümlerini yitirirler.
Bu kuramsal sorunlar kapitalist rejimde toplumsal bağlantıların, sınıf ilişkilerinin çelişik niteliğinden kaynaklanır. Gerçek çelişkilerin kendini soyut bir biçimde
gösteren yansımalarından başka bir şey değillerdir. Bu biçimde değerlendirildiklerinde bu çatışkılar çözülemez çatışkılar olarak kalırlar. Bu çatışkılar, gerçek
çözümlerini ancak üretim ilşkilerinde yabancılaşmanın nedeni olan özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ile komünizm de bulabilirler. Söz konusu sorunların
nesnel çözümü için yalnızca özel mülkiyetin yerine toplumsal mülküyetin geçirilmesi gerekli koşuldur, ancak, yeter koşul değildir. Bu çelişkilerin aşılabilmesi
için doğanın ve toplumların temel yasası olan eşitsiz gelişme yasasının üretici güçlerin gelişme diyalektiği üstündeki dolaylı ve dolaysız egemenliğinin de
aşılması gerekir.
Varoluş ve öz arasındaki çelişki kapitalist toplumda emek etkinliğinin gerçek doğasının, yani, emek etkinliğinin bireyi her bakımdan olumlaması gereken
sonuçlarının bireyin karşısına kendisine yabancılaşmış bir biçimde çıkmasından kaynaklanır. Kapitalist üretim ilşkilerinde proleter birey yaşamını
sürdürebilmek için emeğini satmak zorundadır. Bu zorunluluk sonucu olarak bireyin emeği bir değişim değerine, bir niceliğe indirgenir. Bireyin emeğinin salt bir matematik niceliğe indirgenmesi emek etkinliğinin her türlü insancıl niteliklerden soyutlanması anlamına gelir. Sermaye, artı -değerin oluşum süreci içinde
proleterin emeğinin kendi karşısına onu köleleştiren bir güç halinde çıkmış biçimidir. Varoluş ile öz arasındaki kapitalizmin neden olduğu bu çatışkı ancak
proleterin emeğinin sermaye tahakkümünden kurtulması ile komünist toplum tarafından çözülebilir.
Bu komünizm doğanın insanallaşmasının ve insanın somutlaşması, ‘”doğallaşması'”nın dopdolu gerçekleşmesi olarak, insanı doğadan ve kendi
varlığından ayıran karşıtlığın gerçek çözümü, varoluş ile öz arasındaki, insan güçlerinin somutlaşması ile insan varlığının gerçekleşmesi arasındaki, özgürlük
ile zorunluluk arasındaki. birey ile tür arasındaki çelişkinin gerçek çözümüdür.'” age.
‘”Toplum ile ilişkileri içinde gözönünde tutulduklan zaman, öznelcilik ve nesnelciliğin, tinselcilik ve materyalizmin, eylem ve acının çelişik niteliklerini ve
çelişik terimler olarak varlık biçimlerini nasıl yitirdikleri görülür. Kuramsal karşıtiıkiann çözümünün, nasıl sadece pratik düzeyde, nasıl sadece insanal pratik
etkinlik aracıyla elde edilebileceği ve bu çözümün nasıl hiç de bir salt bilgi işi değil ama yaşamın kendisinin karşısına çıkan bir iş, felsefenin bu sorunlan
sadece kuramsal düzeyde gözönünde tuttuğu için çözenemiş bulunduğu bir iş olduğu görülür.” age.
Öznelcilik ve nesnelcilik arasındaki çelişki de kapitalist rejimde, insanın, kendi güçlerinin somutlaşması olarak kendi emek etkinliği ile kendi kendisini
gerçekleştirme sürecinin onun öznelliğinin olumlanması, gerçekleşmesi değil yadsınması olarak ortaya çıkmasından kaynaklanır.
Özgürlük ve zorunluluk arasındaki çelişki de ancak bunlar soyut, fizik ötesi olgular olarak değil diyalektik olarak birbiriyle ilşkili varoluşsal etkinlikler olarak
kavrandığında çözülebilir. Marks^ta Hegel gibi özgürlük ve zorunluluğun birbirinden ayrılamayacağını düşünür. Bu, zorunluluksuz özgürlük olamayacağı
anlamına gelir. Ancak, Marks Hegel’e karşıt olarak özgürlüğün dünyanın ussal kavranışından, yalın tinin kurgusal etkinliğinden değil insanın pratik faaliyeti ile
özgürlük alanını sürekli geliştirmesinden doğduğunu düşünür.
Marks bilgi sorununu da yani, düşünce ile varlık arasındaki ilişkiler sorununu da pratik etkinlik açısından inceler. Hegel, dünyanın insan tarafından
sahiplenilmesini onun yasalarının kuramsal bilgisine indirgiyordu. Oysa, Marks, dünyanın insan tarafından sahiplenilmesini yalnızca kuramsal bir sorun olarak
değil insanın pratik etkinliğinin bir sonucu olarak görür. Marks, varlık ve düşünce birliğinin pratik etkinlik aracıyla gerçekleştiğini düşünür. Düşüncenin, bilincin
gerçekte toplumsal bir niteliği vardır. Düşünce, bilinç, toplumsal yaşamın yansımasından, onun kuramsal biçiminden başka bir şey değildir.
“Insanın doğa duyusu, insanın doğa üzerine sahip bulunduğu insanal duyu ve dolayısıyla insanın doğal duyusu kendi ernek ürünü olmadığı sürece,
duyu ile tin arasındaki soyut karşıtlık zorunlu olarak oluşur.” Bkz: ibid., s. 1 16. “Etkinlik ve tinin, hem içerikleri hem de oluşma biçimleri bakırnından toplumsal
bir nitelikleri vardır; onlar toplumsal etkinlik ve toplumsal tindirler.” 256 Bkz: ibid., s. 1 16-117. “Benim bilincim, benim gerçek yaşamımn, benim toplumsal
yaşarmımın canlı biçimi olduğu şeyin kuramsal biçiminden başka bir şey değildir. Yabancılaşrnış yaşam biçiminde bilinç, gerçek yaşamın bir soyutlamasından
başka bir şey değildir ve böylece ona karşıt olarak görünür. Benim gerçek yaşamımın yansıması olarak benim bilinç etkinliğim, benim toplumsal varlık olarak
kuramsal varoluşumu oluşturur … “Kendi bilincinde insan, kendi gerçek, toplumsal yaşamını doğrular ve düşüncede kendi gerçek varoluşunu yeniden üretir;
tıpkı tersine, insanal varlığın, evrenselliğinin bilincine vardığı bilinçte doğrulanmış olması gibi.” age.
Hegel’e karşıt olarak Marks, feuerbach ile birlikte yabancılaşmanın güncel bir sorun olduğunu düşünür. Ancak, feuerbahtan da farklı olarak yabancılaşma
sorununu proletarya açısından ele alarak kapitalizmde emeğin yabancılaşması sorunu özerinde durur. Marks, kapitalizmi işte bu yabancılaşmış emek
açısınsdan irdeler. Çünkü proleterin emeği artı -emek zamanı biçiminde bir değişim değerine dönüşerek onun karşısına kendisini köleleştiren bir güç olarak,
sermaye biçiminde çıkmaktadır. Kapitalist sistemde insan emeği, metalar biçiminde değişim değerine dönüşmektedir. Metalaşan emek etkinliği her türlü
insancıl içeriğinde soyutlanarak bir niceliğe indirgenmiştir. Bu meta değişimi sisteminde emek etkinliği insancıl niteliklerinden soyutlandığı için insanın insanal
niteliklerine uygun bir biçimde kendi kendini gerçekleştirmesine hizmet etmez.Bu sistemde insan ilişkileri şeyleşmiş ve metalar arasındaki bir değişim ilişkisine
dönüşmüştür.
Emeği (çalışmayı) emekçi dışında düşünen ve böylece emeğin kapitalist sistemde nasıl yabancılaştığını önemsemeyen burjuva iktisatçılar, ne bu sistemin
ne de yabancılaşmış emeğin tikel dışavurumları olan değişim, tecim, değer, fiyat para gibi olguların bilimsel bir açıklamasını yapamamışlardır.
”Emek tarafından üretilen nesne, onun ürünü, artık üreticisinden bağımsız bir güç olarak, emeğe karşı bir varlık olarak dikilir. İşçi kendisini işe daha fazla
harcadıkça, kendine rağmen yarattığı nesneler dünyası daha güçlü hale gelir, o kendi iç dünyasında daha yoksullaşır ve daha az kendine ait olur.”
K.Marks
”Ancak yabancılaşma sadece sonuçta değil, üretim sürecinde üretici etkinliğin kendi içinde de ortaya çıkar. Eğer emeğin ürünü yabancılaşmaysa, üretimin
kendisi etkin yabancılaşma olmak zorundadır. Emeğin nesnesinin yabancılaşması, çalışma etkinliğinin kendisindeki yabancılaşmayı adeta özetler.”
K.Marks

” İş işçiye dışsaldır. Onun doğasının bir parçası değildir; o, sonuçta yaptığı işte kendisini gerçekleştiremez; ancak kendisini inkar eder. Bu nedenle işçi,
yalnızca boş zamanı süresince kendisini yuvasında hisseder, işte ise yuvasız hisseder. İşte işçi kendisine değil , başka bir kişiye aittir. Bu, işinin kendisinin
etkinliğiyle kendisine ait olmayan yabancı bir şey olarak, etkinlikle ıstırap çekmek (edilgenlik) olarak kuvvetle güçsüzlük olarak, yaratımla kuvvetten düşme
olarak, işçinin kişisel fiziksel ve zihinsel enerjisi kendi kişisel yaşantısıyla kendisine karşı yönelmiş, kendisinden bağımsız ve kendisine ait olmayan bir etkinlik
olarak ilişkisidir.”
K.Marks
”İnsan başka insanlardan yabancılaşır. İnsan kendisiyle zıtlaştığında başka insanlarla da zıtlaşır. İnsan kendi işiyle, kendi işinin ürünüyle ve kendisiyle ilişki
için geçerli olan başka insanlarla ilişki için de geçerlidir. Her insan başkalarından yabancılaşır. Başkalarının her biri benzer şekilde insan yaşamından
yabancılaşır.”
K.Marks
Marks, bu pasajlarda kapitalizm koşullarında işçinin kendi emeğinin ürününün sermaye biçiminde kendisine yabancı ve kendisini köleleştiren bir güce
dönüşürken özel mülkiyet toplumunda yaşamın nasıl bireyselleşerek yozlaştığını ortaya koymaktadır. Kapitalist toplumda yaşam ne kadar bireyselleşmişse
özel mülkiyete sahip olamayanlar için o kadar yoksullaşmıştır.
Kapitalist sistemin çelişkilerini çözümleyen Marks, bu rejimde emekçinin emek ürününün kendisine yabancılaştığını, emekçinin ürettiği ölçüde
yoksullaştığını, emeğin kendisinin emekçinin varlığının yaratıcı öğesi ve dışavurumu olacak yerde onun yadsınması haline geldiğini, özel mülkiyet rejiminde bu
yabancılaşmanın tüm insanları kapsadığını, kapitalizmin bir yabancılaşmış nesneler dünyası yaratarak, insanın doğayı insanlaştırmakta yeteneksiz hale
geldiğini ve insanlar arasında oluşan rekabetin toplumda karşıtlıklar ve sınıf karşıtlığı biçimini aldığını, bu yabancılaşmış yaşam biçiminin insanları yalnız kendi
kendilerine değil ama öteki insanlara da yabancılaştırdığını gösterir.
Marks, değer yasasının meta üretiminin bir yasası olarak yabancılaşmış emeğin dışa vurumu olduğunu söylemektedir. Dolayısıyla, bu, değer yasasının bir
sosyalist inşaya temel oluşturamayacağı anlamına gelir. Çünkü, değer yasası emeği insancıl niteliklerinden soyutlayarak bir matematik niceliğe
indirgemektedir. Değer yasası meta üretiminin yassıdır. Oysa, sosyalizmde ne insan emeği ne de emek ürünleri meta değildir.
İnsanın kapitalist sistemdeki bu yabancılaşması dışavurumunu, gereksinmelerin insanal gereksinmeler olmaktan çıkarak gitgide para gereksinmesine
dönüşerek yozlaşmasında bulur. Evrensel değişim aracı olarak para insan ilişkilerini insandışılaştırır ve insanı nesneler dünyasına bağımlı kılar.
Kapitalist sistem ilktisadi ve toplumsal yabancılaşmalarla birlikte burjuva sistemi doğrulamaya yarayan ideolojik yabancılaşmalar da doğurur.
Marks’ta yabancılaşma sorunun çözümü özel mülkiyeti kaldıracak olan komünizme bağlanır. Özel mülkiyetin küçük burjuva biçimlerini benimseyen
reformist sosyalizm ile özel mülkiyeti eşit paylaşarak genelleştirmek isteyen eşitlikçi kaba sosyalizm karşına Marks, özel mülkiyetin radikal bir biçimde
kaldırılması talebi ile çıkar.
Özel mülkiyetin kaldırılması insanın içinde insanal bir biçimde yaşayabileceği yeni bir dünya kurulmasını sağlayarak tüketimle birlikte üretimin de niteliğini
insanallaştırarak insanın evrensel doğasının gelişmesine yönelecektir.
Yabancılaşmış emek etkinliğini çözümleyerek kapitalizmin derin bir eleştirisini yapan Marks, böylelikle, tarihin gelişmesinde emeğin, pratik etkinliğin
”praksis” in rolünün gitgide daha açık bir biçimde bilincine varıyordu.
Marks, toplumun bireylerden oluştuğu ama bireylerin ancak toplum aracılığıyla kendi varlıklarını gerçekleştirebileceği görüşündedir. Böylelikle, insanal
tarih ancak insanın doğallaştırılması ile insan varlığının kendi etkinlik ürünü içinde somutlaşması ile ve doğanın da gitgide insanlaşması ile gerçekleşir.
Kapitalist toplum yabancılaşma sorununu doruk noktasına çıkarmıştır. Emekçinin emeği onun karşısına sermaye biçiminde yabancılaşmış bir güç olarak
çıkar. Emek kitlesi kendi ürününden soyutlanmıştır. İşçi sefil bir yaşam sürmektedir. İşçi, emek faaliyetinin karşılığı olarak aldığı ücretle harcadığı emek gücünü
tekrar yerine koyabilecek kadar nesneye ya sahiptir ya da değildir. İşçi entellektüel faaliyetten dışlanmıştır; bunun için ne zamanı ne de olanağı vardır. İşçi öz
etkinliğine yabancılaşarak makinenin bir eklentisi haline gelmiştir. Kafa emeği ile kol emeği arasında derinleşen işbölümü bu iki emek biçimini bir birine
yabancılaştırmıştır. Kapitalizm, toplumsal öznenin nesne ile ilşkisini para dolayımı ile kesintiye uğratmıştır. Meta ekonomisinde nesneler dünyasının yasaları
özneler dünyasına hakimdir. İnsanlar arasındaki ilişkiler nesneler arasındaki ilşkilere dönüşmüştür. Proletarya, tarihin nesnesi olmaktan tarihin öznesi olmaya
doğru eylemliliğinde, sosyalist inşa sürecinde nesnel yasaları denetim altına alaraki emek etkinliğini meta ekonomisinin nesnel yasalarından özgürleştirmeya
çalışır.
Kapitalist ekonomi politik işçinin emek etkinliğini aralarında uzlaşmaz karşıtlık bulunan iki sürece böler. Emek-zamanı, yani, bir günlük çalışma süresi,
işçinin harcadığı emek gücünü yeniden üretebilmesi iiçn gerekli olan ihtiyaç nesnelerinin karşılığını , yani, ücreti oluşturan gerekli-emek zamanı ve kapitalistin
el koyduğu artı-değere karşılık gelen artı-emek zamanı olarak bölünmüştür. Artı-emek zamanı, yani, kapitalistin el koyduğu artı-değer sermaye dönüşerek
işçiye yabancılaşır.İçinin öz etkinliği onun karşısına kendisini köleleştiren yabancı bir güç olarak çıkar.Böylelikle, kapitalist toplmun temel çelişkisi olan emeğin

toplumsal niteliği ile mülk edinmenin kapitalist biçimi arasındaki çelişki yabancılaşma sorunununda başat çelişkisini oluşturmaktadır.İşçi, gerekli-
emekzamanına karşılık gelen ücreti ile ihtiyacı olan geçim araçlarını ya karşılar ya karşılayamaz. İşçi sınıfı toplumsal maddi üretimi kendi emeği ile üretmesine

rağmen ürettiği ürünlere sahip olamaz; kendi emek etkinliğnin ürünlerine yabancılaşmıştır.
” İşçi ne kadar çok servet üretse, üretiminin gücü ve kapsamı ne kadar artsa, kendisi de o kadar yoksullaşır. Ne kadar çok meta yaratırsa kendisi de bir meta olarak o kadar ucuzlar. Şeyler dünyasının artan değeriyle doğrudan doğruya orantılı olarak insanlar dünyası değersizleşir. Emek yalnız meta üretmez;
kendini ve bir meta olarak işçiyi de üretir – ve bunu meta ürettiği oranda gerçekleştirir. Bu olgu göstermektedir ki emeğin ürettiği nesne -emeğin ürünü- emeğin
karşısına yabancı bir şey, kendini üretenden bağımsız bir güç olarak dikilir. Emeğin ürünü, bir nesneye aktarılmış, maddeleşmiş emektir: Emeğin
nesneleştirilmesidir. Emeğin gerçekleştirilmesi, emeğin nesnelleştirilmesidir. Politik iktisadın ele aldığı durumlarda, emeğin bu gerçekleşmesi, işçiler için
gerçekliğin yok olması şeklinde görünür; nesneleşme, nesnenin yok oluşu ve nesneye kölelik, mülk sahibi ise yabancılaşma, başkalaşma olarak ortaya çıkar.
Emeğin gerçekleşmesi gerçekliğin öylesine bir yok oluşudur ki, işçi açlıktan ölme derecesinde yitirir gerçekliği. Nesneleşme öylesine nesnenin yok oluşudur ki
işçi, yalnız yaşaması için değil, çalışması için de çok gerekli olan nesnelerden bile soyulur. Emek, çalışma, artık işçinin ancak pek büyük çabalar harcayarak ve
iyice düzensiz kesintilerle ele geçirebildiği bir şey olmuştur. Nesneye sahip olmak öylesine bir yabancılaşma olmuştur ki işçi ne kadar fazla nesne üretirse
kendisi o kadar azına sahip olabilir ve kendi ürününün, sermayenin egemenliği altına o kadar girer. Bütün bu sonuçlar şu tanımlamanın kapsamında vardır: işçi
kendi emeğinin ürününe, yabancı bir nesneyleymiş gibi bir ilişkidedir. Bu öncülden bakılınca açıkça görülür ki işçi kendisini ne kadar harcarsa, karşısında
yarattığı yabancı, nesnel dünya da o derece güçlenir, kendisi -iş dünyası- ne kadar yoksullaşırsa, kendine ait şeyler de o kadar azalır. Tıpkı dindeki durum.
Insan Tann’ya ne kadar çok şey verirse, kendine o kadar az şey kalır. Işçi hayatını nesneye koyar; ama artık hayatı kendine degil, nesneye aittir. Dolayısıyla,
bu etkinlik ne kadar fazla olursa, işçinin nesnelerden yoksunlugu da o kadar artar. Emeginin ürünü, kendisi degildir. Onun için bu ürün ne kadar büyükse,
kendisi o kadar küçüktür. Işçinin kendi ürününden dışlaştınlması, sadece emeğinin bir nesne, dışsal bir varoluş oldugu anlamına gelmez, onun dışında
bagımsız, ondan başka bir şey olarak var oldugu, karşısına dikilen bağımsız bir güç oldugu anlamına da gelir; yani işçinin nesneye aktardıgı hayat, yabancı ve
düşman bir şey olarak kendi karşısına çıkmaktadır.”
K.Marks 1844 Elyazmaları
Kapitalist toplumda metalaşmış olan emeğin nesnelleşme süreci insanlık dışı bir süreçtir. Kapitalist toplumda işçi kendi emek ürünü olan nesnelerin kölesi
durumuna gelmiştir. Bu yabancılaşmanın kaynağında üretim araçları üstündeki özel mülkiyet vardır. Üretim araçlarının kapitalist mülkiyeti işçinin emek gücünü metaya dönüştürürken çalışma etkinliğni de işçinin kendisini gerçekleştirdiği, kendisini ifade etttiği bir süreç olmaktan kensdisini yadsıdığı ,geçinmek ve varlığı
sürdürmek için zorunlu olarak yapılan bir iş haline getirir. Böylece kapitalist toplum özgeci bir toplum olarak örgütlenir.
”Doğa, duygusal dış dünya olmadıkça işçi hiç bir şey yaratamaz. Doğa, işçinin emeginin üzerinde gerçekleştigi, üzerinde etkin olduğu gereçtir, işçi dogadan
ve doğa yoluyla üretir. Ancak doğa emeğe yaşama araçlan sagladığı gibi -çünkü üzerinde çalışacak nesneler olmadıkça emek yaşayamaz daha sınırlı
anlamıyla yaşama araçlannı da saglar – yani, işçinin kendisinin fiziksel beslenmesi için gerekli araçlan. Böylece işçi emegiyle dışsal dünyaya, duygusal dogaya

ne kadar çok sahip olursa, kendini iki bakımdan da yaşama araçlanndan yoksun kılmış olur: İlkin, duyusal dışsal dünya gitgide onun kendi emeğine ait bir
nesne olmaktan, emeğinin yaşama aracı olmaktan çıkar; sonra da, dolaysız anlamıyla yaşama aracı, fiziksel beslenme aracı olmaktan uzaklaşır. Böylece bu
iki yoldan işçi kendi yarattığı nesnenin kölesi olur: Bir kere işleyecek bir nesne, yani bir iş kabul ettiği için; ikincisi de, yaşama araçlannı kabul ettiği için.
Dolayısıyla, ilkin bir işçi olarak, sonra da fiziksel bir özne olarak var olur. Öylesine aşın bir kölelik biçimidir ki bu, yalnız bir işçi olduğu sürece fiziksel özne
olarak hayatta kalabilir, ve yalnız bir fiziksel özne olarak işçi olabilir. (Politik iktisat kuralları, işçinin kendi nesnesindeki yabancılaşmasını şöyle dile
getirmektedir: İşçinin üretimi ne kadar çoksa, tüketimi de o kadar azdır; ne kadar çok değer yaratırsa, kendisi o kadar değersizleşir; ürünü ne kadar biçimliyse,
işçi kendisi o kadar biçimsizdir; nesnesi ne kadar uygarsa, işçi o kadar barbardır; emek güçlendikçe işçi güçsüzleşir; emek akıllandıkça işçi ahmaklaşır ve
doğaya köle olur.) Politik iktisat, işçiyle (emek) üretim arasındaki dolaysız ilişkiyi göz önüne almayarak, emeğin kendi içinde yatan yabancılaşmayı gizler. Emek
zenginler için gerçekten çok güzel şeyler yaratır – ama işçi için ürettiği yalnız yoksunluktur. Emek saraylar üretir – ama işçi için ürettiği izbelerdir. Güzellik üretir –
ama işçi için, çirkinlik İnsan emeğinin yerine makinalan koyar – ama işçilerden bazılarını barbarca bir çeşit çalışmaya iteler ve başka işçileri de makinalaştınr.
Zeka üretir – ama işçi için ürettiği aptallık, budalalıktır. Emekle ürünleri arasındahi dolaysız ilişki, işçiyle kendi ürettiği nesneler arasındaki ilişkidir. Zengin kişinin
üretilmiş nesnelere ve üretimin kendisiyle ilişkisi bu iş ilişkisinin bir sonucudur sadece – ve onu pekiştirmektedir. Bu görünümü daha ileride ele alacağız. Bu
durumda, emeğin özsel ilişkisinin ne olduğunu sormamız, işçiyle üretimi arasındaki ilişkiyi sormamız demektir. Şimdiye kadar işçinin yabancılaşmasının, kendi
ürününden uzaklaştınlmasının yalnızca bir görünümünü, yani işçinin, kendi emeğinin ürünleriyle ilişkisini inceledik Ama yabancılaşma üretimin yalnız
sonucunda değil, üretim ediminde (fiilinde) de görülür – yani, üretici etkinliğin kendisinde. İşçi daha üretim ediminde kendini kendine yabancılaştırmasaydı,
kendi etkinliğinin ürünü karşısında nasıl yabancı kalabilirdi? Ürün olsa olsa, üretici etkinliğin bir özetidir. Bu durumda, emeğin ürünü bir soyulma olduğuna göre,
üretim kendisi de hareket halinde soyulma, etkinliğin soyulması, soyulma etkinliğidir. Emek nesnesinin yabancılaşmasında, emek etkinliğinin yabancılaşması,
kendine başkalaşmasıdır sadece. Öyleyse, emeğin kendine başkalaşmasını meydana getiren nedir? Bir kere, çalışma işçinin dışındadır, yani onun özsel
varlığına ait değildir. Onun için çalışırken kendini olumlamaz, yoksar (inkar eder) , mutlu değil mutsuzdur, fiziksel ve zihni enerjisini serbestçe geliştirmez,
bedenini harcar ve zihnini yok eder. Onun için işçi ancak çalışma dışında kendine gelir ve çalışırken kendisinin dışındadır. Çalışmadığı zaman kendindedir,
çalışırken kendinde değildir. Onun için çalışması gönüllü değil, zorlamadır; zorla çalıştınlır. Dolayısıyla bir gereksemenin dayurulması değildir; sadece,
çalışmanın dışındaki bazı gereksinmeleri doyurmak için bir araçtır. Yabancı özelliğini gösteren bir olgu da fiziksel ya da başka türlü zorlamalar ortadan kalkar
kalkmaz, vebadan kaçarcasına kaçılır işten. Dışsal emek, insanı kendine yabancılaştıran emek, kendini kurban etme, alçatmadır. Son olarak, çalışmanın işçi
için dışsal özelliğini gösteren bir başka olgu, işin işçiye değil başka birine ait olması, işçinin çalışırken kendine değil başkasına ait olmasıdır. Dinde insan
imgeleminin, insan beyninin, insan yüreğinin kendiliğinden etkinliği, nasıl bireyden bağımsız bir şekilde işliyorsa -yani yabancı, kutsal ya da şeytani bir etkinlik
şeklinde- işçinin etkinliği de onun kendiliğinden etkinliği değildir. Bir başkasına aittir; kendi benliğinin yitirilmesidir. Bütün bunlann sonucunda insan (işçi) yalnız
hayvansal işlevlerinde (fonksiyonlannda), yani yerken, içerken, çocuk yaparken ve olsa olsa evinde, giyiminde, vb. serbestçe etkin olabilir; insani işlevlerinde
ise iyice hayvanlaşmıştır. Hayvansı özellikleri insani, insani özellikleri hayvansı olmuştur. Şüphesiz yemek, içmek, çocuk yapmak vb. aynı zamanda gerçek
insani işlevlerdir. Ama onlan başka bütün insani etkinliklerin alanından ayıran ve son biricik amaç yapan soyutlamada hayvansaldırlar. Pratik insan etkinliğinin,
emeğin yabancilaşması olayını iki görünümüyle inceledik 1) Işçinin, kendi üzerinde egemenliği olan yabancı bir nesne olarak emek ürünüyle ilişkisi. Bu ilişki
aynı zamanda duyusal dış dünyayla, düşmanca karşısına çıkan yabancı bir dünya olarak doğa nesneleriyle ilişkisidir. 2) Emeğin çalışma sürecinde üretim
edimiyle ilişkisi. Bu ilişki işçinin, kendine ait olmayan dışlaşmış bir etkinlik olarak kendi etkinliğiyle ilişkisidir; acı çekme olarak etkinlik, zayıflık olarak güçlülük,
kısırlık olarak verimlilik, işçinin kendi fiziksel ve manevi enerjisi, kişisel hayatı ya da etkinlik dışındaki hayatıdır – kendine karşı dönmüş, kendisine ait ya da
bağımlı olmayan bir etkinlik. Daha önce şey’in yabancılaşmasını görmüştük, buradaysa kendine yabancılaşmayı görüyoruz.”
K.Marks 1844 Elyazmaları
Yabancılaşma sorununun kapitalist toplumda sermaye egemenliği altında rasyonel bir çözümü mümkün değildir. Bir sosyalist inşa sürecinin yabancılaşma
sorununyla mücadele aşamasında öncelikle işbölümünü ve bürokrasiyi minimalize etmesi gerekir. Yine, yabancılaşma sorununun etkin bir çözümü için emek
etkinliği insanal nitelikleriyle hukuklaşmalı ve kapitalist ekonomipolitiğin ve burjuva hukukunun emek etkinliğini insanal niteliklerden soyutlanmış bir matematik
niceliğe indirgeyen içeriğinden özgürleşmelidir. Yabancılaşma sorununun kaynağında meta ekonomisinin nesneler dünyasının yasalarını özneler dünyasında
hakim hale getirmesi vardır. Proletarya, sosyalist inşa sürecinde, meta ekonomisinin yasalarını denetim altına alarak yaşamsal etkinlik olan emek etkinliğini bu
yasalardan özgürleştirerek sınıfsız topluma doğru ilerler. İnsanlar nesnel yasalara hükmedebildiği oranda tarihin öznesi durumuna gelebilirler.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

Başa dön tuşu