Genel

FRANSA PARLAMENTO SEÇİMLERİ ÜZERİNE NOTLAR…

Mahir Konuk / 22.06.2022

İki tur üzerinden ve “dar bölge” sistemine göre gerçekleştirilen milletvekili seçimleri, Fransa’daki politik yapılanmanın güncel durumunu, iki ay kadar önce sandıktan çıkan sonuç itibariyle değil, ama gerçekte olduğu biçimiyle onaylamış bulunmaktadır. Neticede, kendisinin Cumhurbaşkanı seçilmesine rağmen, Emmanuel Macron partisi “Assemblé Nasyonal”de (Fransız parlamentosu) “mutlak çoğunluğu” 577 sandalyeden sadece 245’ini alarak elde edememiş, böylece de çeşitli manevralarla ele geçirdiği iktidarı kullanamaz durumda bulunmaktadır. Macron’un parlamenter ayağının aldığı oy oranı toplam oyların sadece %38’i kadardır ve bu miktar bile Fransa’daki seçmen geleneğine bağlı olarak abartılı bir durumu yansıtmaktadır. Bizce bu liberal faşist başkanın efektif oy potansiyeli iki ay önce seçilirken birinci turda aldığı %28’lik oranı bile geçmez. %31 kadar oyla sadece 131 sandalyeye sahip olan yeni sol birlik adlı ve halkçı sol muhalefeti temsi eden ve Jean-Luc Melenchon tarafından yönlendirilen oluşumunun (NUPES) aldığı oy oranı gerçeğe en yakın olanıdır. %17 gibi bir oranla 89 sandalye alan “aşırı sağcı” Le Pen’in partisinin skoru ise, bu partinin her tabakadan halk muhalefetinin oylarını “sağ seçmenlerin” de desteğiyle aldığını göstermektedir. Fransız Parlamentosundaki sandalyelerin bu şekilde gerçek durumla örtüşmesi tartışmalı olan dağılımı, iki basamaklı ve “yerel belirlemelere” bağlı olan seçim sistemidir. Her hâlükârda, mevcut Fransız siyasetinin –eğer sayıları %54’ü bulan oy vermeyen kitle sayılmazsa- bu üç siyasi blok tarafından temsil edildiği elle tutulur bir şekilde ortada olan görünürdeki bir olguyu yansıtmaktadır.

                                        (Seçimin galibi Nupes lideri Jean-Luc Melenchon halk arasında)

Görünürdeki ve “temsili sistem” tarafından doğrudan doğruya belirlenmiş olan bu olgunun yanında, genellikle kimsenin pek hesaba katmadığı, ama yine de maddi bir gerçekliği de olan siyasi hayatı yapılandırmada devreye giren bir olgu daha bulunmaktadır. Belirttiğimiz gibi, Parlamento çoğunluğu ile taçlanan temsili sistemin siyasi eylemliliği, mutlak bir biçimde “kurumsal iktidar” ve yine “kurumsal muhalefet” tarafından paylaştırılmış durumdadır ve sadece ve sadece, kapitalist sistemin hakimiyetinin devamını öngören siyasi manevra alanına hapsedilmiş durumdadır. Oysa ki siyasi manevra alanı, yerleşik düzen temsilci ve savunucuları isteseler de istemeseler de, yine somut bir olgu olarak yerleşik düzenin “kurumsal alanın” dışına taşmış bulunmaktadır. Türkiye’de (Haziran Ayaklanması) olduğu gibi Fransa’daki Sarı Yelek İsyanından beri yerleşik toplumsal yapılanma, kurumsallığın bu dar alandaki paslaşmalarının çok ilerisine geçerek, Parlamenter işleyişin gereği olan “temsili sistem” yerine “doğrudan demokrasi”nin hayata geçirildiği yeni bir işleyiş biçimi ve siyasi yapılanmayı siyasetin gündemine getirmiş bulunmaktadır.

(Neoliberal Macron politikalarına karşı Fransız devrimci geleneğinin kökenlerini vurgulayan pankartla Sarı Yelekliler eyleminden bir kare. editör)

Dünyamızda değişen sadece “küresel liberal ekonomik yapı”nın yerleştirilmesi ve bu yeni yapılaşmaya bağlı olarak dünyanın birçok ülkesinde “liberal faşist diktatörlüklerin” ikame edilmesi değildir. Bunu ancak görüş ve düşünce ufkunu “kurumsal” yani “yerleşik siyasi iktidarın” dikte ettiği sınırlara hapsetmiş olanlar iddia etmektedir ve asla “bilimsel bir gerçeklik” olarak değerlendirilemez. Saydığımız bu değişikliklere bağlı olarak ve onlarla eş zamanlı gerçekleşen yeni toplumsal yapılanmalar ve bu yapılanmaların doğurduğu siyasi dinamiklerde hesaba katılmadan “gerçekçi” olduğu iddia edilen görüş ve düşünceler imkan dahilinde değildir. Son Fransa seçimleri üzerine düşüncelerimiz ifade ederken işte bu yeni dinamikleri ön plana çıkarmaya çalışacağız.

1) Anlaşılması gereken yerleşik ekonomik ve siyasi düzenden yana olan iktidar yapılanması ve onun hakimiyetini son Parlamento seçimlerinde olduğu gibi “kör-topal” bir şekilde de olsa yürütebilmesi meselesi olmaktadır. Bu noktada cevaplandırılması gereken ve artık “resmi” bir şekilde de sorulan soru şu: Nasıl oluyor da sondajlarda bile Fransa’nın en “tiksinilen” bir Cumhurbaşkanı olan E. Macron hala yeniden CB seçilebildi ve Parlamento’da mutlak çoğunluğa erişmese de %38’lik bir oy potansiyeli yaratabilmekte? Aynı soruyu, bütün olup bitenlerin ortada olmasına rağmen, Türkiye’de 20 yıldır iktidarda olan AKP ve onun başı için söyleyebileceğimiz gibi, dünyanın herhangi bir ülkesi için de söyleyebileceğimiz konusunda geniş bir konsensüs içinde olabileceğimiz açık bir olgudur sanırız.

Böylesi soruları genellikle ufku yerleşik siyasi ve ekonomik dizenin ufkunu geçemeyen, siyasi eylemlilik ve başarının yolunun her tarihsel ve toplumsal şartlarda “hesap makinesinden” geçtiğini zanneden, “kurumsal” (veya “sahte”) muhalefet partisinin sorumluları ve düzen partilerinin “rasyonalist” –ki, onlar kendilerini “gerçekçi” sanmaktadırlar- destekçileri sorabilmektedir. Oysaki, siyaset denilen toplumsal nitelikli mücadele alanının sadece ve sadece küçük bir bölümü hesaba kitaba vurulacak yanı bulunmaktadır ve bu işlem bize yine sadece ve sadece yüzeysel gerçekliklerin anlık durumları (mesela sondajlar gibi) hakkında sınırlı bir fikir verebilir. Toplumsal olayların arasında sadece bir “tür” teşkil eden siyaset, eğer gözümüzü yerleşik düzenin ötesine dikersek kolaylıkla görebileceğimiz gibi, her şeyden önce nicelik meselesi değil ama nitelik meselesidir.

Aklını ve eylemliliğini bu tür sorularla ve olaylara bakışını yerleşik düzenin gittikçe de daralan ufkuyla kilitleyenler, Fransa Parlamentosu seçimlerine bakınca %54’ü geçen “oy kullanmayanlar” olgusu karşısında “demokrasinin tecelli etmesi zarara uğradı” türünden geçiştirmelerle timsah gözyaşları dökerler. Aksi taktirde yaptıkları, temsili parlamenter sisteme dayanan “burjuva demokrasisinin” geniş halk kitleleri tarafından açıkça reddedilmiş olduğunu gündeme getiren bu ölçülmüş olgu karşısında, ya “görmezden gelme” tavrının arkasına saklanırlar, ya da suçu hemen “bilinçsiz” buldukları geniş çalışan halk kitlelerine atarak onları biraz da alçakça “kara cahil” ilan ederek “suçlu” sandalyesine oturtuverirler. Sağcısı ve solcusuyla, iktidar ve muhalefetiyle “düzen erbabı” siyasetçilerin sormadıkları veya domuzuna düşünce ve siyasetin gündemine sokmak istemedikleri sorular şunlardır: Nasıl oluyor da neo-liberal ideoloji ve siyasetin Fransa gibi bir ülkede iktidar ve muhalefeti ele geçirmeden önce %80’lerin çok üzerinde seyreden oy kullanma oranı, son seçimlerde %50’lerin de altına kadar düşmüş bulunmaktadır? Bu olguyu doğuran toplumsal iç dinamikler nelerdir? Yine bu olgunun ezici çoğunluğu emekçi halk kitlelerinden oluşan vatandaşların yeni tarihsel şartlara uygun beklenti ve bildirimini yaptığı taleplerle ilişkisi nelerdir?

Açıktır ki; bu tür bir soruya cevap verebilmek, toplumsal dinamiklerin irdelenmesini yani siyasi bilincin neo-liberal dönemde nasıl oluştuğunu gündem getirdiğinden, ancak nitel bir bakış açısı getirdiğinden yerleşik düzen ufkunun da ötesine geçmektedir. Buna karşın, toplumsal dinamik ve tarihsel değişimleri gündemine alan bir bakış açısı, kapitalist sistemin toptan çöküşe geçişi ile birlikte, halkın talebine de uygun olarak geçmişteki gibi “iradi” bir nitelikte değil ama daha çok “nesnel tabiatlı” hale gelen yeni bir siyasi tarzı ve yapılanmayı da gözler önüne serebilecektir.

2) Fransa’daki yerleşik düzen erbabı ile emekçi halk arasındaki sınıfsal nitelikli tarihi ve toplumsal kopuş, sadece yerleşik siyasi iktidarın tanımı ile ilgili bir kopuş değildir. Daha önce de belirttiğimiz gibi böylesi bir kopuş, yerleşik iktidara “muhalif” olduğunu iddia edenlerin arasında da kendisini göstermektedir: Kurumsal ve sahte muhalefet ve emekçi halkın gerçek muhalefeti. Anlaşılacağı üzere kurumsal muhalefet yerleşik siyasi düzene bütün siyasi temelleri ve ilkeleriyle bağlı ve bir “burjuva demokrasisi” çığırtkanlığı yapmasına rağmen, liberal faşist diktatörlüğün F. Hollande’ın başkanlığı döneminde çok net bir şekilde gözlemlenebileceği gibi, militanca hizmetçiliğini de yapmaktadır.

Fransa’daki kurumsal-halkçı muhalefet ayırımında ilk önemli kopuşu temsil eden tarihi “siyasi bir özne” konumunda “Boyun Eğmeyenler” hareketi (BEH) bulunmaktadır. Liderliğini Jean-Luc Melenchon gibi eskinin “Sosyalist Partisi” (Bugünün, sapına kadar düzen erbabı olan Hollande’ın partisi) bulunmaktadır. “Boyun Eğmeyenler” hareketinin” düşünce ve eylem babası olan fevkalade bir konuşmacı kimliğiyle de öne çıkan bu lider, daha baştan beri, Fransa’da kabarmaya başlayan “emekçi halk muhalefetinin” 2005 Avrupa Birliği referandumundan beri gerçekleşen ayrımının da “sol içindeki” yönlendiricilerinden birisidir. En son Parlamento seçimleri esnasında BEH önderliğinde kurulan NUPES (Birleşik sol halk cephesi) de Jean-Luc Melenchon önderliğinde gerçekleşmiştir.

https://youtube.com/watch?v=Uu8d8tTUmUw%3Ffeature%3Doembed

(Seçim gecesi NUPES lideri Jean-Luc Melenchon’un yaptığı konuşma)

Sonuçta, kendisini “parlamenter demokrasi” sınırları içinde hareket eden bir “siyasi eylemlilik” olarak isimlendiren BEH, FKP’de dahil olmak üzere çeşitli varyantlarıyla içinden çıktığı “kurumsal sola” da muhalif bir program geliştirerek bugün kendisini siyasi arenaya kabul ettirmiş bir hareket konumuna ulaşmış bulunmaktadır. Son Parlamento seçimleri, diğer parti ve kuruluşların “emekçi halk muhalefeti”nden yana olan militan kesimi, “hainlik yapmış” olan eskinin kurumsal merkezlerinden koparılarak yeni ve çok daha geniş çaptaki bir parlamento ağırlığı oluşturulmasına sahne olmuştur. Fransızca NUPES olarak adlandıran siyasi birlik hareketi, bu başarının sonucunda kurulmuş olup “Sosyalist Parti”, “FKP” ve çevreci örgütün emekten ve halktan yana olan kesiminin BEH’nin programı temelinde katılımıyla oluşturulmuştur

3) Ancak, bu oldukça tedrici başarı, iktidarı yıpratacak kadar yine tedrici bir seçim başarısı elde etmenin dışında, kabaran emekçi halk hareketinin oluşturduğu gerçek muhalefetle kucaklaşmış olmaktan henüz çok ama çok uzaktadır. Bunun başlıca göstergesinin “oy kullanmayan %54’lük geniş halk kitleleri gerçeği olduğu kadar, Le Pen’in partisine kaptırılan %17’lik oy potansiyelidir. Sahte sol muhalefet gerçeğinin yanında bir de gerçek halk muhalefeti olduğunu, onların içinden kopup gelmiş bir siyasetçi olarak bilen Melenchon’un da doğru bir şekilde tespit ettiği gibi, Le Pen’in partisinin gerçeği de dünyadaki bütün siyasi gerçekler gibi ikiye ayrılmış durumdadır.

Bunlardan birincisi neo-liberal politikalara tepkici yaklaşan ve hatta çoğunun “solcu” veya “komünist” geçmişi olan “kızgınlar” (“Les fachés) kesimidir. Bu kesimin kızgınlığı sadece Macron iktidarına karşı yönelmemiştir; işbirlikçi “hain sol” örgütlere de yönelik, çaresizliğin ürünü olan bir kızgınlıktır. Bu örgütsel “hain sol” yapıların içinden 2005 yılından beri kopup gelmiş olan Melenchon’da genellikle de önyargılı bir biçimde “kızgınların“ hedefinde bulunmaktadır. Le Pen’in partisinin geri kalanı ise taşranın küçük ölçekli şehir ve kasabalarının krizden en fazla etkilenen ve geleneksel olarak radikal sağcı “Faşo” (“Les fachos”) olan kesimdir.

Seçim sonuçlarına yakından bakıldığında, “kızgınları” örgütlü ve “kurumsal” muhalefete dahil etmek, mahallere ve hatta sokak ve spor alanlarına kadar inen bir çalışma yapmayı gerektirmektedir. Nitekim evvelce Le Pen partisinin ablukası altındaki bir seçim bölgesi, başlangıçta “umutsuz” olarak görülmesine rağmen, François Ruffin adlı genç bir “boyun eğmeyen” tarafından sağ ablukaya rağmen kazanılabilmiştir.

4) Sermayenin toplumsallaşmasının durduğu ve hatta gerilediği (“negatif kar oranı” bunun bir göstergesidir) ve dolayısıyla kapitalist sistemin toptan çöküşe geçmesine rağmen hala hiçbir şey olmamış gibi siyasi egemenliğini sürdürmeye devam etmesi, Fransa’da olduğu gibi, “küreselleşmiş kapitalist sistem” ile birlikte bütün dünyada toplumların ve devletlerin siyasi hayatını yapılandırmaktadır. Fransa “Başkanlık seçimleri” olduğu gibi “Parlamento seçimleri” de, genel siyasi hayatın böylesi bir ortamda yapılandırıldığı şartlarda gerçekleştirilmiştir. Hem yönetenler ve hem de yönetilenler açısından izlenen siyasetler, küresel planda belli tarihsel ve toplumsal nedenlerden dolayı farklılıklar gösterse bütün ülkelerdeki toplumsal sınıfların siyasi stratejik yönelimlerini benzer şekilde biçimlendirmektedir.

Örneğin, Fransa’da neo-liberal ideolojinin yönlendirdiği yerleşik kapitalist yapıyı işler kılmada, Macron gibi birisinin finans ve “havuz medyasının” desteğini alarak iktidar olması, burjuvazinin ve sermaye çevrelerinin onu “maharetli bir fahişe” (alıntıdır) olarak her isteneni yapar kabiliyette olmasından dolayı gerçekleşmiştir. Yoksa onunla kendi siyasi ailesi içinde Fransa emekçilerinin asırlara sarkan kazanımlarını liberal faşist yöntemlerle (tıpkı Macron’un da uyguladığı faşizan yöntemler gibi) uygulamaya hazır başka adaylar da mevcut bulunmaktaydı. Diğer yandan, neo-liberal ideoloji ve siyasetin Türkiye’ye dinci bir iktidar” tarafından uygulanmış olması da sadece ülkede bu işin böylesi bir yöntemle daha etkili ve kolay şekilde hayata geçirilmesi ile açıklanabilecektir.

Aynı şekilde, daha çok “orta sınıf” ağırlıklı sol kesimden bireylerin, önceki yerleşik siyasi parti ve örgütlenmelerinden koparak ve radikalleşerek “NUPES” adı altında biçimlenerek yeni tipte “siyasi özne” haline gelmeleri de, yönetilen emekçi kesimlerin de eskisi gibi edilgen ve sistemin dümen suyunda gidemeyeceğini göstermektedir. S. Peker’in yerinde bir şekilde ama başka bağlamda ileri sürdüğü gibi, bu radikalleşmenin sosyolojik ağırlığı “40 yaş altı” gençlerden oluşmakta ve ortaya yeni bir siyasi düşünme biçimine hazır, durmadan içinde yaşadığımız tarihi ve toplumsal şartlar tarafından biçimlendirilen bir kitle çıkmaktadır. Önyargılı bir kuşak öncesinin bireyleri tarafından iddia edildiği gibi NUPES adlı yapılanma, siyasi hayattan yaşı gereği uzaklaşmaya başlayan Jean-Luc Melenchon gibi “eski tüfeklerin” kariyer planının bir parçası değildir. Gerçekte olup bitenlere yakından bakılınca bunun tersinin geçerli olduğu görülür.

Bir önceki dönemde, sadece 17 milletvekili ile gerçek ve dişe diş bir mücadele yürüten BEH’nin tecrübesiz gençleri, dört beş yıl gibi kısa bir sürede oldukça başarılı olmuş, sözcüleri olan “İhtiyar kurt” kadar karalılık ve beceri sağlamışlardır. François Ruffin gibi 40’ını biraz geçmiş “aktivist” gelenekten gelen gençlerin yeni bir siyaset yapma biçimi, genellikle komünist geleneğin geçmişinde uyguladığı siyasi ahlakı yeniden canlandırmışlardır. Sayıları giderek artan NUPES vekillerinin de katılımıyla bu siyasi yaratıcılığın daha da geliştirileceği, siyasi deneyimlerden de faydalanarak, “Sarı Yelek Hareketi”nin de içinden gelen Le Pen’i oylayan “Kızgınları” yeniden kazanmanın yollarını arayarak daha da güçlenecekleri umudu doğmaktadır.

5) NUPES içinde biraz da kendi geleneksel seçmenlerinin zorlamasıyla yer alan FKP’nin (Fransız Komünist Partisi) son seçimlerde gösterdiği tavrı özellikle ele almak, siyasi olayları ileriye dönük bir bicinde “yerli yerinde” değerlendirebilmek için gerekli olacaktır. FKP, her şeyden önce bütün “3. Enternasyonal KP’leri” gibi geçmişi sınıf mücadeleleriyle geçmiş ve bu yüzden sahip olduğu tarihi prestiji hak etmiş bir partidir. Fakat 2. Dünya savaşı sonrası şartlarında gelişen ve bizim “toplumsal ilerlemeci” dediğimiz, sınıf işbirliğine bulaşmış dünyadaki bütün KP’lerden birisi olup çıkmıştır. Son 40-50 yıllık dönemde ise kapitalist sistem içinde oluşan yeni tarihsel ve toplumsal şartlara, bir komünist ve Marksist olarak gerekli uyumu gösteremeyerek sürekli gerileme kaydetmiş bulunmaktadır. Böylece emekçi kitlelerden soyutlanmış, sol içinde çağına uymaya çabalayarak yeni devrimci bir siyasi çizgi geliştirme yerine, yerleşik düzene uygunluk sağlamaya çabalayan gerici bir unsur olarak taş çatlasa %2’lik bir seçim başarısı sağlayabilen bir duruma düşmüştür. Bugünün FKP’si şanlı geçmişindeki kazanımlarını tüketen basit bir “siyasi unsur”, “hesaba katılmasa da olur” cinsinden “adı var kendi yok” olan hayalet bir yapılanma olup çıkmıştır.

FKP, daha önce Melenchon’un “Sol Birlik” partisi ve diğer birkaç yapılanmanın da katılımıyla “Halkçı Birlik” hareketini kurmuş ve çöküşe geçen bugün NUPES’e dönüşen radikal sol kesimi yeniden yaygın bir şekilde canlandırmada vesile olmuştur. Halkçı Birlik, FKP’nin liberal faşist iktidarın doğrudan organik bir parçası haline gelmiş olan F. Hollande gibi liberal faşist ve azılı halk düşmanı birisinin “Sosyalist Parti”si ile seçim ittifakı yapmayı (tıpkı “toplumsal ilerlemeci” diye nitelediğimiz dönemin ruhuna uygun olarak) dayatması ve “siyasi kopmadan” vazgeçmeyen BEH’nin buna itiraz etmesiyle dağılmıştır. NUPES’in kurulmasına kadar geçen dönemdeki gelişmeler ve giderek artan seçim ve kitlesel başarılar bu alanda Melenchon’un çizgisini doğrulamış, Sosyalist Parti son seçimlerde siyaset sahnesinden silinerek yok olmaya dönmüştür. Gelinen yerde bu Partinin kalıntılarının bir kısmı “hainler” olarak Macron’a biat ederken diğer bir kısmı da NUPES’e katılarak yeni “sol ve halkçı birlik” içinde yer almıştır.

FKP’nin yöneticilerinin son başkanlık seçimlerinde BEH’nin liderinin Cumhurbaşkanı seçilememesinde, adeta “Fransa derin Devleti” üyesi gibi davranarak, doğrudan Macron’u destekler bir tavır içine girmesi, durumun vahametini gözler önüne sermek için önemlidir. Neticede, bu yöneticilerin tavır ve siyasetlerinin aynı zamanda Le Pen’in partisinin içine kayan emekçi “kızgınlar” denilen kesimin sağa kayması ve son Parlamento seçiminde “Faşolar”ın ekmeğine yağ sürmesinde de en fazla sorumluluk sahibidir.

6) Sık sık sorulan soru şu: Fransa’nın durumu ve en son Başkanlık ve Parlamento seçimleri, apayrı bir tarihsel ve sosyal geleneği olan Türkiye gibi bir ülkeyi ve onun vatandaşları olan bizim gibi insanları neden ilgilendirebilmektedir ki? Soruyu böylesi bir soruş biçimi; belli bir sorunun, emekçiler ve halklar arasındaki siyasi etkileşim sorununu ele aymaya davet eden bir sorunun, soru haline, “Var olan ilişkiler somut olarak nelerdir ve nasıl gerçekleşmektedir?” şeklinde sorulmasından çok farklı bir meseleye yaklaşıma işaret etmektedir.

Bu soru gerçekte absürt olduğu kadar gözlem ve düşünce alanımıza ket vuran bir “art fikri” de barındırsa, birçok insanın sorduğu bir soru olmaktadır. Bu tip sanki sadece teferruat içeren tali bir meseleye işaret ediyormuş gibi sorulan sorular, cevabı genellikle farklılık ve uzlaşmazlık üreten “art fikri” üreten bir cevaba havale ederek işin içinden sıyrılmaya çalışıldığı hissi uyandıran sorulardan birisidir. Emekçilerin karşılıklı siyasi ve ideolojik etkileşimleri söz konusu olduğunda, iki ülkeye ve iki ayrı kültüre mensup halkın arasındaki farklılıkla uzlaşmazlıkları ön plana çıkarmak, hakim sınıfın ve onun adına yönetenlerin “art fikrine” uygunluk göstermektedir. Konu, akademik kökenli “siyaset bilimcilerin” uzmanlık alanına girdiğinden, genellikle soruyu soran da ve daha önce hazır ettikleri cevap veya cevapları veren de onlardır.

Türkiye’de olduğu gibi Fransa’da da, “siyaset bilimcileri kastı”nın bu alandaki tavrını belirleyen, farklı bir ülkede meydana gelen bir siyasi olayın bir başka ülkedeki siyasi olayla ilişkisi prensip olarak “Devletlerarası yerleşik hukuk kuralları” olmaktadır, şeklindedir. Böylece gerçek “siyasi öznelerin”, siyasi olaylar karşısındaki tavrı genellikle hesaba pek katılmamaktadır. Buradaki “hesaba katmama”dan anladığımız sadece yönetilen konumundaki emekçi “siyasi özneler” değil, ama liberal faşist diktatörlüklerin işlerini çekip çeviren yöneticiler için de geçerlidir. Yerinde bir örnek vermek gerekirse Türkiye’deki “liberal faşist diktatör”ün Fransa’daki “Sarı Yelek İsyanının” daha başında, polislerini yollayarak İstanbul’un Tahtakale semtindeki “Sarı Yelek” satışlarını kontrol ettirmesi olayıdır. Bu olay, yerleşik devlet düzenine endeksli “siyaset bilimi” icra edenler için ancak ve ancak “hiciv” dolu ve eğlendirici bir anekdot niteliği taşımakta ve gerçek bir sınıfsal korkunun sonucunda oluşmuş bir siyasi refleks, dolayısıyla bir tür “uluslar arasında paylaşılmış bir olaya doğrudan müdahale” değildir.

Aynı şekilde, Haziran ayaklanmasını, “orta sınıfın yürüttüğü bir haysiyet savaşı” olarak gören ve öyle göstererek başkaldırışların sınıfsal karakterini gözlerden gizlemek de bu tür bir çabanın ürünüdür. “Gezi isyanı” ile birlikte ülkenin her yerinde kurulan “mahalle forumları” da sadece basit bir “toplantı yeri” işgali olup, emekçi halkın “doğrudan demokrasi” talebinin açık bir göstergesi değildir. Türkiye’deki 2013 Haziran ayaklanması ile kurulan benzer Forumları haftalarca Fransa’nın çeşitli şehirlerinde sürdüren Fransız emekçilerinin siyasi ve ideolojik özlem ve yönelimlerin bütünüyle kesiştiğinden bahsetmek, “dinozorların romantik devrim rüyaları” görmesinden başka bir şey değildir. Bu gibi liberal solcularla “klinik ulusalcıları” bir yastığa taşıyan siyasi körlükten mustarip olanlar için Sarı Yelek Manifestosunun değişmeyen talebi olan RİC (Vatandaş İnisiyatifi Referandumu) gerçekleşemeyecek bir “doğrudan demokrasi” talebidir ve Gezi İsyanı ile ilişkilendirilemez…

Aslında sadece bugün değil ama dün de, ülkeler arasındaki ilişkiler, iddia edildiği gibi sadece “Ulus Devletler” arasındaki basit çıkar ilişkileri değildir; hele de dünya halkları arasındaki ilişkiler hiç ama hiç değildir! Dünya’nın “iki kutuplu” olduğu dönemde de, hem devletler ve hem de halklar arasındaki ilişkilerin tabiatı sınıf menşeliydi. “Sosyalist-Komünist Blok”, “Kapitalist-Emperyalist Blok” ayırımı başka nasıl ifade edilebilirdi ki? Bu temelde kurulan küresel dengeler, her iki ülkedeki duruma göre olumlu veya olumsuz anlamda dünyadaki SINIF SAVAŞLARI tarafından belirlenmektedir. FKP’nin bugününü de etkisine alan 2. Dünya Savaşı sonrasının Fransa’sında olduğu gibi birçok ülkede de yaşanan “toplumsal ilerlemeci dönem”, iki bloğun arasındaki ilişkinin sınıfsal tabiatından kaynaklanmaktaydı.

Devletler ve halklar arası ilişkilerin “sınıfsal tabiatı” 1990’dan beri “tek kutuplu” hale geldiği iddia edilen dönem için de söylenebilmektedir: Emeğin iktidarlarının ortadan kaldırıldığı, işçi sınıfının kazanımlarının geriletildiği ve hatta eritilip bütünüyle tüketildiği bu dönemde söz konusu olan tahakküm ve ikame edilen liberal faşist diktatörlüklerin kapitalist sistemin ve sermayenin yürüttüğü “sınıf savaşı” sonucunda oluştuğu bir vakıa değil midir? Tıpkı yakın tarihin Fransa’sında olduğu kadar Türkiye’sinde de emek ve emekçi hareketlerinin son 30 yılda sürekli gerileme kaydettikten sonra, eskisinden de daha fazla radikalleşerek son on yılda ileri atılımlar gerçekleştirdiği olgusu da sınıf mücadelelerinin en elle tutulur örnekleri olmuştur.

Fransa ve Türkiye’deki sınıfsal bölünmeler, hala çağdışı biçimlere ve skolastik düşünce kalıplarına uygun olarak siyaset yapanları toplumsal pratiğin kusarak, yeni döneme uygun pratik biçimler ve düşünce kalıpları üretmektedir. Gözlem yapabilecek kadar bize yakın olan bu iki ülkede siyasetin gündemine “doğrudan demokrasi” ve buna bağlı olarak kurulması planlanan “emekçi halkın kendi iktidar organlarının inşası” oturmuş durumdadır. Her iki ülke halkı da hem kendi başlarına ve hem de birbirlerinin hareketlerini gözlemlerken kendi iç dinamiklerinin sonucunda ayrı ayrı ürettikleri bu ortak ilkelere uygun olarak bakmaktadır. Birbirlerine bu kadar benzeyen siyasi duruş arasındaki yakınlığı ve etkileşimi kim ve nasıl engelleyebilecektir ki?

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

Göz Atın
Kapalı
Başa dön tuşu