Gündem

Devrimci Hareket – Piyasacılık ve öznellik mi, Devrimci Yolculuk mu?

Devrimci Hareket

Piyasacılık ve öznellik mi, Devrimci Yolculuk mu?

Giriş

Tarih anlatımı, veri toplama yönteminden doğru kaynaklara başvurulmasına kadar çeşitli açılardan bir birikim, bir özen ve etik gerektirir. Bilimsel/akademik çalışmalar, ortaya konulan her verinin mümkün olduğunca enine boyuna incelenmesini ve öznellikten, duygusal ve psikolojik etmenlerden arındırılmış bir perspektifi gerektirir. Çalışma yapanın, akademisyenin veya araştırmacının bizzat kendisinin öznellik içinde olması çalışmayı pek çok açıdan sorunlu hale getirir.

Bir süredir Devrimci Yol’un geçmişi, sahip olduğu nitelikler, darbe öncesi ve sonrası yaşananlar ve benzer süreçler hakkında, pek çoğu “kişisel bakış” sınırlarında kalan, çeşitli kitaplar yayımlanıyor. Bu alanda kişiselleştirme ve sorumsuzluk öylesine boyutlandı ki uyarı ve etik/yöntem hatırlatması yapmak, zorunlu hale geldi.

Aşağıdaki metni bu ihtiyaca bağlı olarak hazırladık. Konu ettiğimiz kitaplar çok daha boyutlu ve derinlemesine eleştirilebilir. Ancak bizim burada amacımız kitapların her noktasında problemli her meseleyi ortaya koymak değil, nasıl bir hataya/yanlışa düşüldüğünü göstermek ve Devrimci Yol’un tarihine böyle bir haksızlığı yapmanın kimsenin haddi olmadığını anımsatmaktır.

Devrimci yol bir harekettir; örgütlü bir yapıdır. Kişilerden oluşsa da kişisel bir mesele değil siyasal bir olgudur. Eğer değerlendirme yapılacaksa sınıflar mücadelesi pratiğinden kopuk, akademik-entelektüel bir zeminde değil sorumluluk gerektiren örgütlü bir zeminde yapılmalıdır.

Bu, konu seçimi için de kitapların adlandırılma yöntemi için de geçerlidir. Karakurt’un yaptığı gibi çalışmanın “Devrimci Yol Hareketi” olarak adlandırılması, “Sen bu hakkı nerden buldun; hareket adını kullanmak keyfi bir tercih olabilir mi; meydanı bu denli boş mu zannettiniz?” dedirtecek türden bir sorumsuzluk ve had bilmezliktir. Ve aynı zamanda apolitikliğin, bir siyasal hareketi keyfi/kişisel yorumlara sığacak türden basit, metinler toplamı bir olgu zannetme cahilliğinin göstergesidir.

Amacımız polemikten çok Devrimci Yol’un sahipsiz olmadığını bir kez daha anımsatmak ve başvurulan yöntemin yanlışlığına dikkat çekmektir.

Yöntemsel anımsatmalar

Anımsanacak olursa henüz ortalığı “anı kitapları” (buna bilimsellikten uzak öznellikle malul üretimler de diyebiliriz) bu denli kaplamamışken, Özgür Açılım yayınlarından “Tarihle Söyleşiler” isimli bir kitap yayımlandığında ‘Tarihle Söyleşiler’ mi Tarihin Öznelliğe Kurban Edilmesi mi? başlıklı bir değerlendirme yapmış, “Tarih yazımı, bireysel değil toplumsal, keyfi değil bilimsel olmalıdır” diyerek yöntemsel anımsatmalarda bulunmuştuk. Ne var ki sonrasında hemen hiçbir yöntemsel kaygı duymaksızın adeta bir “öznel üretim sağanağı” gerçekleşti. Ve kısa bir süre önce bu ülke, Cevahir’i anlatırken Mahir’in “erkeksi performanslarının” derdine düşmüş “Bülent Küçük” vakası yaşadı (THKP-C’den; ideolojik politik hattından ayrı bir Cevahir yoktur).

Bu yazı kapsamında bunlara tek tek değinme şansımız yok ancak büyük oranda “yazarlarının kendi ihtiyacı” olarak tanımlanabilecek türden çalışmalar olduğunu söylemek haksızlık sayılmayacaktır.

Son günlerde biyografi ve anı kitapları yerini doğrudan hareketin (Devrimci Yol’un) kendisinin değerlendirilmesine bıraktı. Düşünün ki bir döneme damgasını vuran bir siyasal hareket konu ediliyor. Yani mesele, bir biyografiden çok daha öte kapsam ve içeriktedir. Dolayısıyla yanılgıya düşme ve zarar verme olasılığı bir biyografiden çok daha fazladır.

Devrimci Yol elbette değerlendirilir, değerlendiriliyor da. Ancak 40 küsur yıl sonra kişilerin kendi bireysel süreçlerini dahi aktarmada öznelliğe ve yanılgıya düşmeleri hiç de zayıf bir olasılık değildir. Hele ki konu siyasal bir hareketin değerlendirilmesi ise bu olasılık çok yüksektir. Buna kişilerin değişen duruşunu ve öznel hesaplarını eklediğimizde tablo daha da sorunlu hale gelir ve ortaya bırakalım objektifliği veya bilimselliği, hareketle hiç ilgisi olmayan türden değerlendirmeler çıkar.

Bu tür değerlendirmelerin sınıflar mücadelesi dışında “masada” üretilmesindeki temel sakınca; kişiselleştirme, bağlam kurmada yanılma ve amaçtan kopma ihtimalidir. Çünkü geçmiş değerlendirmeleri, bu işin yöntemi/sosyolojisi gereği mücadelenin ihtiyacına bağlı ve mücadelenin içinde üretilmesi gereken içeriklerdir. Mevcut kitapların temel problemi budur. “Ben bugün durduğum yerden böyle görüyorum” diyerek yapılacak değerlendirmeler, olsa olsa yazarın kendi ihtiyacını karşılar. O kişiye, değer istismarına bağlı olarak para da kazandırabilir ama mücadeleye yarardan çok zararı olur. Örneğin devrimcilerin darbe öncesi potansiyel gücü evet bir iktidar alternatifi olma niteliği taşıyordu. Sürecin yenilgiyle noktalanması ne bu potansiyeli hafife almaya ne de yarı mizahi bir edayla “yakın devrim hayalleri kuruyorduk” küçümsemelerine sebep olmalıdır.

Devrimci Yol hala yaşıyor ve hala öğretiyor. Bugün gelinen aşamada “devamlılık” iddiasında olan bazı kesimlerde görülen zayıflıklar, yabancılaşma ve kopukluklar, bu gerçekliği değiştirmiyor. “Türkiye’nin Marksizmi” olarak kavrandığında görülecektir ki sorun Devrimci Yol’da değil bu yolda yürüdüğünü iddia ettiği (zannettiği) halde çok farklı patikalara sapmış olanlardadır. İşte ister kişisel ister örgütsel olarak bu şekilde Devrimci Yol’dan sapmış/uzaklaşmış olanların Devrimci Yol’a dair isabetli değerlendirme yapma şansı yoktur.

Sanki hareket kişilerle özdeşmiş gibi ve sanki bilinmeyen bir süreç keşfediliyormuş gibi ısrarla belirli kişilere (söz söylemeyi hak etse de etmese de) mikrofon tutarak veya aynı kişilerin yazdığı anı kitaplarından aktarma yaparak yani yanlış/öznel bir tarih yorumunu başka bir yanlışa dayanak yaparak tarih yazdığını sanmak, olsa olsa neoliberal dönemin ruhuna uygun bir araçsallaştırma ve yabancılaşma halidir.

Kişilerin dün nerede durduğu elbette önemlidir, ölçülerden biridir; ancak sonrasında ne yaptığı, değerlerini ne denli savunduğu, daha da önemlidir. Bugün konjonktür bu türden değer sömürüsüne/istismarına fırsat veriyor olabilir ancak Devrimci Yol’un sahipsiz olmadığı ve bunun böyle devam etmeyeceği bilinmelidir.

Birinci örnek: Mehmet Süreyya Karakurt’un “Öncülük Olarak Politika” ve “Devrimci Yol Hareketi” kitapları

Mehmet Süreyya Karakurt’un yazdığı “THKP-C Devrimci Yol geleneğinde ÖNCÜLÜK OLARAK POLİTİKA İki Bakış İki Devrimci Yol” kitabı 2017’de Belge Yayınları’ndan çıktı. Adından başlayarak söylersek, Devrimci Yol kültürüne vakıf biri Devrimci Yol’u “THKP-C Devrimci Yol” olarak tanımlamaz. Bu daha çok savcı/iddianame dilidir.

Kapsamına baktığınızda askeri olandan siyasal olana, Mahir Çayan’dan Devrimci Yol’a kadar onlarca konu var. “Bu nasıl bir özgüven?” demiyoruz. Buna olsa olsa “Bu nasıl bir cehalet ve öznellik?” denilebilir. Vereceğimiz diğer örneklerde de görüleceği gibi söz konusu yazarların en büyük yanılgısı, meseleyi pratiğin dışında ve hatta masada bir “tez hazırlama” kolaycılığında (kapsam ve sınırlılığında) görmektir.

Bakın daha Önsöz’de Karakurt Devrimci Yol’u nasıl tanımlıyor:

Devrimci Yol’un politik gücü mağdurlardan yarattığı bu gruptan başka bir şey değildir. (…)Devrimci Yol’a bunun için sempati, umut ve güven duymuşlar, onu umut bellemişlerdir.79 sonlarından itibaren ise bu becerilememiş, o zamana kadar Devrimci Yol’un etkisi altında olan kitleler bile ‘İşlevi daha iyi dolduran başka bir güce’ yönelmişlerdir. Devrimci Yol’un ayağının altındaki zemin yok olmaya başlamıştır. Bu nedenle darbe karşısında tutunamamış, bir daha ayağa kalkamadığı ağır bir yenilgi yaşamıştır…” (age, S: 13, abç)

Dikkat edin, Devrimci Yol’un ayrılık sonrası toparlanarak en bütünlüklü ve güçlü göründüğü 1979’un sonlarını kastediyor Karakurt. Ve tam da sözünü ettiğimiz kolaycı yöntemle, darbe karşısında neden tutunulamadığını bir çırpıda çözüveriyor!

İnanıyoruz ki bırakalım Devrimci Yol’u süreklilik içinde bugüne taşıyanları, Devrimci Yol’u hafızalarında şu veya bu oranda taşıyanlar, kitabın buradan sonrasında Devrimci Yol’a hangi haksızlıkların yapıldığını okumak bile istemeyeceklerdir. Ama biz yine de merak edenler için ve ortadaki “problemli duruşu” görünür kılmak açısından birkaç noktaya daha değineceğiz.

Mücadeleyi bir anlamda gönüllü şekilde, kendisinin zayıf, darbe heveslilerinin güçlü olduğu zemine ve yöntemlere odaklar. Bu yönelme neticede kendi meşruiyetini zayıflatan, muhtemel bir darbenin meşruiyetini güçlendiren sonuçlar çıkmasına hizmet etmiştir. Devrimci Yol, amiyane tabirle, darbe öncesi politikalarıyla bir bakıma ‘kendi ayağına sıkmıştır.’” (age, S: 363)

Bu cümle, ancak böylesi süreçlerin değerlendirilmesinin “herkesin harcı” olmadığına dair bir örnek olabilir. 1980, Devrimci Yol’un en iradi ve en örgütlü olduğu, gelmekte olan zorlu koşullara hazırlık bağlamında nitelik artırıcı adımlar attığı; Tariş, Çorum gibi tarihe geçecek derslerle dolu direnişlerin yaşandığı bir yıldır. Sonuçta yenilginin olması bu gerçekliği değiştirmiyor. Kısacası, 1980 Devrimci Yol’u nereden, hangi bakış açısıyla, hangi verilerle değerlendirildi de yukarıdaki sonuca varıldı; bu keyfiyet ve çarpıtma çabası neyin ihtiyacı?

Yazar bugün artık solun büyük çoğunluğu tarafından şu veya bu biçimde örnek/ölçü alınan Direniş Komiteleri’ni de kendi kafa karışıklığına “alet” etmiş.

Direniş Komiteleri söz konusu olduğunda, anlatımdan Devrimci Yol’un Marks’tan çok Arendt’e yakın durduğu söylenebilir. (…)

Halk iktidarı olacaksa, konsey sisteminin dışında herhangi bir güç ve iktidar biçimi/odağı söz konusu olmamalıdır. Devrimci Yol burada proletarya diktatörlüğünden Arendt kadar uzak bir yerde durur.” (S:342)

Aslında alıntı her şeyi anlatıyor. Ama yine de soruyoruz: Devrimci Yol’dan bir nebze haberli bir insan Direniş Komiteleri’ni de Devrimci Yol’u da Marx’ı da bu kadar yanlış değerlendirebilir mi? Bir süredir Fatsa’ya, Direniş Komiteleri’ne her aklı esenin yorum geliştirdiğini görüyoruz. Bu konuda yeterince yazıp eleştirdik. Belki Devrimci Yol’un temel tespitlerine uzak bir yerden yazıp konuşan Karakurt’a değil onu önemseyenlere bir iki anımsatma yapmakta yarar görüyoruz.

Direniş Komiteleri, Leninist Devrim anlayışının gereği halk iktidarı perspektifli bir önermedir. Böyle bir organlaşma proletarya diktatörlüğünün reddi değil, güvencesi ve tamamlayıcısıdır; Lenin’in “hem parti hem sovyet” dediği Mahir’in “hem parti hem cephe” olarak somutladığı durumdur.

Yazar, 407’nci sayfada Devrimci Yol’dan şu paragrafı aktarır: “Burjuva demokrasisi, son çözümlemede burjuvazi için tam bir demokrasi ve ezilenler için bir diktatörlüktür; ama bu diktatörlük ‘demokratik’ bir yoldan sürdürülmekte ve kâğıt üstünde de olsa bütün vatandaşlara devleti yönetmede ‘eşit’ haklar tanımaktadır.” ve devamında “Demokrasinin de diktatörlük olduğu, ama bu ‘diktatörlüğün ‘demokratik’ yoldan sürdürüldüğü gibi Devrimci Yolcuların bugün muhtemelen hicap duyacakları ifadeler olmalıdır” (abç) değerlendirmesini yapar. Bu akla ziyan cümlelerin sahibini ciddiye alıp yanıt veriyor olmak gerçekten üzücü. Bu akılla yazar, farkında mıdır bilemiyoruz ama hemen tüm Marksist Leninistlerin “hicap duyması” gerektiğini söylemiş oluyor. Çünkü demokrasinin, sınıf diktatörlüğünün bir biçimi olduğu, Marksist Leninistler için genel bir kabuldür.

İşte Devrimci Yol’a bu denli vakıf (!) olan Karakurt’un ikinci kitabı “Devrimci Yol Hareketi” Notebene’den çıktığında, muhtemelen adına ve kapağına bakılarak sosyal medyada büyük “alkış” aldı. Özetle Karakurt yukarıda değindiğimiz birinci kitaptan sonra hızını alamayıp “Devrimci Yol Hareketi”ni yazdı. Karakurt’un bu ikinci kitabını, değerlendirme ihtiyacı duymadık. Merak edenler bu kitapta kendisiyle de görüşülmüş olan Hasan Kaplan‘ın “düzeltme” metnini, Karakurt’un kitabı nasıl bir özensizlikle hazırladığını gösteren bir örnek olarak okuyabilir. (*)

İkinci Örnek: Ertuğrul Bilir’in “Darbeden Sonra Devrimci Yol 1980-1992” kitabı

Yukarıda aktardığımız gelişmelerin peşinden Notabene, bırakalım ders çıkarmayı adeta “çıta yükselterek” Ertuğrul Bilir’in kitabını bastı. Arka kapağa düşülen nottan aktarıyoruz:

Devrimci mücadelenin 1970’li yıllarına dair pek çok anı yayımlandı. Yeni yeni de bütünsel değerlendirmeye yönelik kitaplar çıkmaya başladı. Bunlar artık bir külliyat oluşturarak 1970’li yıllara dair olgun değerlendirmeler yapılabilmesine olanak sağlayan bir tablo yarattı. 1980-85 yıllarına ilişkin ise az sayıda anı kitabı yayımlandı ve henüz bütünsel bir tablo oluşmadı. 1985 sonrası gibi zor bir dönem ise büyük ölçüde karanlıkta kalmış durumda.”

Tüm eleştirilere ve ortaya çıkan olumsuz örneklere rağmen, aynı yöntemsel yanlışta ısrar ediliyor. Ortalık bırakalım aydınlatıcı/öğretici kaynak olmayı, olsa olsa dönemin yanlış anlaşılmasına sebep olacak, tarihsel ve siyasal hiçbir yararı olmayan öznel üretimlerden geçilmiyor. Bunun “teknik” bir mesele olmadığını, “anıları birleştirir bütünsel bir tablo oluştururum” kolaycılığında ele alınamayacağını defalarca yazdık/söyledik. Buna rağmen, öyle görünüyor ki öznel çıkarlar ve fayda hesapları aklı çelmelemeye, gerekliliği baskılamaya yetiyor.

Daha da vahimi, yayınevi, yukarıda değindiğimiz Servet Karakurt vakasından sonra ve bir yanıyla ona atfen “Yeni yeni de bütünsel değerlendirmeye yönelik kitaplar çıkmaya başladı.” diyebiliyor.

Yazar Ertuğrul Bilir kitaba “’Tekrar tekrar aynı soru: O dönemi araştırmanın, anıları okumanın, yazmanın bir yararı var mı?’ Var. Hem de çok var.

Herkes yakınıyor: ‘Her anlatan öznel anlatıyor, anlatılanlar içinde çok yanlış var. Ne bekliyorduk ki? Herkesin aynı olayı aynı şekilde hatırlamasını mı ve anlatmasını mı?‘” biçiminde bir girişle başlıyor. Bu, aynı zamanda keyfiyetin ve öznelliğin itirafıdır.

Ortalık anı ve öznel değerlendirme kitaplarından geçilmediği için “Herkes”in bunu söylediği doğru değil ama evet biz söyledik, yöntemsel olarak eleştirdik, olacaksa nasıl olacağını, çeşitli değerlendirmelerle gösterdik ve yine söylüyoruz.

Birincisi, anı yazılmaz değil yazılır; ama kendini “temize çekme” ve bir hareketin tarihini askerlik anılarına çevirme basitliğine düşmeden; yazanın kendi ihtiyacı olarak değil, olgunun niteliğine bağlı sorumluluğun bilincinde/ciddiyetinde olarak yazılır.

İkincisi, bu bir ‘olay’ değil; bir hareketin tarihinin anlatımıdır, hatta yazarın ifadesiyle bir “geçmiş değerlendirmesi”dir; eylemi/olayı farklı kişilerin farklı anımsaması basitliğine indirgenemez veya anı kitaplarını taramaktan, birilerine mikrofon tutmaktan ibaret olamaz. “Ben o zaman yaşım gereği sürecin içinde değildim ne yapabilirim” deniliyorsa; bu aynı zamanda yapılan yanlışın ikrarı olur. Çünkü bu, masa başında çözülecek akademik bir mesele değil; tez hazırlamaya benzemez. Buradaki en temel yanlışlardan biri de bugün düne karşı nerede durduğuna bakmaksızın “herkese” mikrofon tutmak, her yazılıp söyleneni, kime ait olduğuna bakmaksızın veri kabul etmektir.

Üçüncüsü, “aynı şeyleri yapıp farklı sonuçlar beklerken” düşülen temel hata; siyasal kültür, değer ve mücadele deneyimi aktarımı yerine kişisel anıların tercih edilmesi ve siyasal sürecin bu anılar üzerinden aktarımı yoluna gidilmesidir.

Bu öylesine ters ve yanlış bir yöntemdir ki Devrimci Yolcuların içinde yer almadığı, eleştirdiği “Kuruçeşme Tartışmaları”ndan bile daha geri, daha apolitiktir.

Bir başka yöntemsel anımsatma da 1972 sonrası için yapılabilir. O süreçte hiçbir siyasal yapı geçmişle bağını, “kişisel anılar” üzerinden kurmadı. Çeşitli açılardan farklı düşünsek de hemen her yapının geçmiş değerlendirmesini siyasal süreç üzerinden ele aldığını söyleyebiliriz.

Peki Ertuğrul Bilir’in bu çalışmasının “Bir yararı var mı?” Çok sınırlı düzeyde olabilir ama verdiği/vereceği zararın yanında lafı bile olmaz.

Yazar “bu çalışmada, doğal olarak, mücadeleyi bir şekilde sürdürmeye çalışanların yaptıkları, sorunları, sınırları ve yapamadıkları üzerinde durulacaktır” diyor ama salt başlıklar bile tarandığında kaynak bağlamında kantarın topuzunu, bir tarafa/eğilime, bugün nerede ve nasıl durduklarına bakmaksızın bazı kişilere doğru zorladığı görülecektir. Belirli oranlarda süreci 2000’in başlarına kadar taşırken, o toplam tarihte gerekli ve anlamlı olmayan kimi konuları ara başlık haline getirirken, kimi olgu ve süreçleri de itinayla yok sayarken “Çalışmanın kapsamı ve yöntemi” konusunda pek de objektif olduğu söylenemez. Bu bağlamda biz kitabı adım adım inceleyip her noktasına yanıt vermeyi gerekli görmüyoruz. Bunun yerine okuyucuların, ortadaki hatanın/yanlışın boyutunu fark etmelerini, “bu iş neden böyle olmaz”ın görünür kılınmasını sağlayacak değinme ve örneklerle yetineceğiz.

Tüzük ve partileşme tartışması

Gerçekte bu tartışma, farklı bir devrim anlayışı, örgüt anlayışı ve çalışma tarzı tartışmasıdır; niyetten bağımsız olarak Devrimci Yol’un ideolojik muarızlarına hak vermek, “Devrimci Yol’un kendiliğindenci bir hareket olduğu” haksız eleştirisini onlarca yıl sonrasında doğrulama durumuna düşmektir.

Yazarın kitabının birinci bölümünün ilk paragrafını aktarıyoruz:

Başlarken, Devrimci Yol’un örgütlenme yapısı ve ‘merkez’ üzerinde durmakta yarar var. Devrimci Yol’un bir tüzüğü, tanımlanmış bir üyelik sistemi, üyelerin ve yöneticilerin görevleri, hakları, seçim ve atama yöntemi gibi konularda yazılı, en azından ilgilileri tarafından net olarak bilinen, kuralları yoktur.” (age, S: 19)

Çok açık söylüyoruz bu paragraftan sonra kitabın geri kalanının bir anlamı kalmıyor. Ve iddia ediyoruz, Devrimci Yol’un D’sinden haberli hiç kimse bir paragrafa bu kadar yanlışı sığdıramaz, Devrimci Yol’u bu kadar yanlış anlatamaz. Devrimci Yol gibi bir örgütlenmeden şekilsiz bir arkadaş grubuymuş gibi sonuçlar çıkarmak ancak işin mizahı olur, kendisi değil. Ayrıca kurulan mantık ve dilde Devrimci Yol kültürünün ve dilinin olmadığını da belirtmekte yarar görüyoruz. Buna şaşırdığımızı da söyleyemeyiz. Devrimci Yol’u bizzat mücadelenin içinden değil, sağda solda dedikoduya varan duyumlardan öğrenebileceğini sanmanın sonuçlarıdır bunlar.

1980 öncesinde bir Devrimci Yolcu’ya “sen görevlerini de haklarını da bilmiyorsun, zaten böyle bir tanım da yok” denilse herhalde ya şaka yaptığınızı düşünür ya da uzaydan falan geldiğinize kanaat getirirdi.

Devrimci Yol, şekilsizliğin ve hukuksuzluğun değil örgütlenmeyi ve hukuku şekli olarak algılayan, işin basit bir düzenlemeden ibaret olduğunu zanneden yapıların/anlayışın alternatifiydi; THKP-C dahil o güne dek yaşanmış örneklerin hem birikimini hem de eleştirisini içeren bir yapıydı. Partileşme süreci, partinin reddi değil Leninist perspektif gereği ciddiye alınmasıydı. Diğer bir ifadeyle Devrimci Yol’un bir hareket olması, partileşmeyi aceleye getirmeyerek bir olgunlaşma ve nitelik kazanma süreci olarak görmesi, eksiklerinden değil artılarından biriydi; devrimi ve örgütlenmeyi hafife değil ciddiye almasıydı.

Adeta dağa taşa adını yazdıran, hayatın her alanında örgütlenmesi olan, dar kadro örgütlenmesi ile yetinmeyip, Direniş Komiteleri gibi cephesel örgütlenmeler geliştiren, 1978 ayrılığından sonra hızla toparlanan, kadro eksiğini tamamlayan, binlerce insanı ülkenin dört bir yanında farklı eylem türlerinde çeşitli kampanyalarda birleştiren; sahadan gelen verileri sentezleyip alanlara aktaran, askeri olandan siyasal ve demokratik olana kadar hiçbir yapıda görülmemiş başarılar ve ihtiyaca göre örgütlenmeler yaratan Devrimci Yol şekilsiz, örgütsüz ve kendiliğindenciydi öyle mi? 

Öyle anlaşılıyor ki kimse sana Necdet Erdoğan Bozkurt’un İskenderun’da ne yaptığını ve oradaki görevlerinin ne olduğunu, Ordu Valisi Reşat Akkaya’ya karşı nasıl merkezi bir kampanya örgütlendiğini, o kampanya kapsamında ülkenin dört bir yanında eşgüdüm halinde neler yapıldığını, hemen hiçbir harekette rastlanmayacak nitelikteki İstiklal Caddesi korsanının ne anlama geldiğini veya 1980’in ortalarında nasıl bir yeniden görev paylaşımı yapıldığını, buna hangi hazırlıkların eşlik ettiğini, DSB’nin görev paylaşımı/tanımı ve merkezileşme olmadan neden oluşturulamayacağını ve benzerlerini anlatmamış. Veya şöyle de diyebiliriz; bu anlama gelen anlatımlar gibi bunun tersi anlatımlar da var. Ama yazar “yazılı tüzük” olmamasından hareketle bu yanlış kanaate/sonuca varmış. Nitekim kitabın daha 21-22. sayfasında “Çukurova bölgesinde resmi faşist güçlerin artan saldırıları ve yaklaşmakta olan askeri bir darbeye karşı kırsal kesimde hazırlık yapılması kararlaştırılmıştır. Yapılan hazırlıklardan biri de kırsal alanda faaliyet yürütecek DSB ekibi oluşturulmasıdır” deniliyor. Peki “üyelerin ve yöneticilerin görevleri”nin net olarak bilinmediği bir harekette bunları kim tayin ediyor, kimler nasıl karar veriyor? Kaldı ki kitabın ilerleyen bölümlerinde Devrimci Yolcuların nerede, nasıl görevlendirildiğine dair bir yığın örnek/anlatım vardır. Hatta Devrimci Yol’un “aşırı merkeziyetçi” olduğuna dair eleştirilerin olduğu da bilinir.

Hemen belirtelim ki bu paragrafın altına eklenen Melih Pekdemir’in sözlerinden bu sonuç çıkmaz. İşte yöntemsel sorun tam da burada başlıyor. Melih “ilk çember” diyor. “75’ten beri var olan arkadaş topluluğuydu” diyor. Ama “Genel Komite” olarak adlandırılacak arkadaşların “zaten öyle olması gereken arkadaşlar” olduğunu vurguluyor. Yani Melih’in ne demek istediği ve hangi ifadeyi hangi bağlamda kullandığı anlaşılmalı. Veya kişi süreci bizzat yaşamış olmalı ki “Melih şunu kastediyor” diyebilsin. Bu örnek aynı zamanda, böylesi süreçlerin/tarihlerin öznelerinden alınan her anlatımın her söz ve cümlenin doğru bağlamlar içinde yerli yerine oturtulması gerektiğini gösteriyor. Bu da salt mikrofon tutmakla, söylenenleri derlemekle olacak iş değil; yazarın bizzat kendisinin sürece tüm olguları birbiriyle doğru bağlayacak, doğru ilişkilendirecek düzeyde vakıf olması gerekiyor. Örneğin yazarın, 49. sayfada, Devrimci Yol’un örgütsel yapının ve hiyerarşinin adını koymamış olmasını ve bu durumun yarattığı “çelişki”yi anlatmak için “TKP ve TKP/İşçinin Sesi grubunda yer almış olan Haluk Yurtsever’in değerlendirmeleri üzerinden anlatmaya çalışması hem inanılır gibi değil hem de bizzat Devrimci Yol pratiğinde (yaş veya başka nedenlerle) yer almamış olanların ne türden eksiklikler taşıyacağını, dolayısıyla da neden bu böylesi üretimlere kalkışmaması gerektiğini gösteren çarpıcı bir örnektir.

Bildirge partileşmenin bir ‘hiyerarşi oluşturmak’ olarak kavranamayacağını belirtti…

Oysa örgütlenme bir hiyerarşi oluşturma işidir. Kendisi sorundur, doğru. Ama zorunludur. Kaldı ki, örgütlenmenin ilk adımlarını atan sınırlı sayıdaki insanın birbirlerini yönetmek ve ilişkilerini şemalaştırmak üzere oluşturacakları bir hiyerarşinin kısıtlayıcı ve tutucu bir işlev göreceği açık olmakla birlikte, belli bir sayıya ve hareket gücüne ulaşan bir örgütlülüğün temsil ve yetki devri düzeneklerine, kolektif hukuka, kurallara hak-ödev tanımlarına sahip olmaması fiili durumda hiyerarşi olmadığı anlamına gelmemektedir.” (Yurtsever, 200 s. 277)

Bunu bilmeyen bir Devrimci Yolcu yok gibidir; TKP, elbette onların tercihidir ama örgütlenme meselesini, dünyadaki bazı Komünist partilerini (özellikle de SBKP’yi) şablon kabul eden bir örgütlenme anlayışına sahipti. Böyle bir kitapta olsa olsa “nasıl yapmamalıya” örnek olarak verilebilir. Bir tarafta şablon, diğer tarafta hakkını vererek adım adım örgütlenme. Bu, Devrimci Yol’un, tartışmalar içerisinde tüketilmiş en bilindik niteliklerinden biridir; örgütlenme, şematik bir mesele değil bizzat pratik içinde gelişecek bir niteliktir. TKP, bu konuda bırakalım “örnek model” olmayı, olsa olsa Devrimci Yol ile arasındaki fark açısından ve “nasıl olmamalıya” dair bir örnek olarak verilebilir. Bir Devrimci Yolcu bunu kendine ve harekete neden yapmaması gerektiğini bilmiyorsa bu işe hiç kalkışmamalıdır.

Geçmiş değerlendirmesi mi kişisel ihtiyaç ve gözlem mi?

Yazar, Önsöz’de “’geçmişin değerlendirmesini ancak gelişkin bir devrimci hareket yapabilir’ ifadesi 1975 ve sonrasında THKP-C hakkında yapılan tartışmalar sürecinde ifade edilmiş ve o zamandan beri Devrimci Yolcuların genel bir kabulü olmuştur. Bu tespit genel bir doğru olmakla birlikte, bu yaklaşımdan ‘gelişmiş bir devrimci hareket yoksa geçmiş değerlendirmesi yapılamaz’ sonucu çıkarmak abestir’” diyor ve bir anlamda “böyle bir hareket yoksa bu ihtiyacı ben karşılarım” özgüveniyle yola çıkıyor.

Yazarın özgüvenle önüne koyduğu sürecin bir özelliği de yenilginin dağıtıcı, bozucu, kafa karıştırıcı etkisi altında olmasıdır. Bu durum, o süreçten alınmış kişisel anlatımların, duyum ve notların bütünlüklü değerlendirilmesini sadece güçleştirmez yer yer imkansıza yaklaştırır. Örneğin kitapta hiç geçmeyen bir pratik ile bir ara başlıkta yer verilecek kadar önemsenmiş bir pratik arasındaki önem kıyaslaması ve tercih, hangi birikim, deneyim ve ölçülerle yapılmıştır?

“Peki nasıl olmalı?” diye sorulabilir. Yazarın andığı ama “olmasa da olur” demeye getirdiği, Devrimci Yol’un bir hareket olarak THKP-C’yi/geçmişi değerlendirirken izlediği yöntemdir başvurulması gereken. Anımsanacak olursa o süreçte hareket, bugün yaygınlıkla yapıldığı gibi kişisel anlatımlara başvurmamış, yenilginin sebeplerine ders çıkararak yer veren bir değerlendirme yapmış ve kısa sürede o eksiklikleri giderecek teorik/pratik adımlar atmıştır. Örneğin Direniş Komiteleri önermesi de Devrimci Yol’un “hızla bir kongre toplayıp partileşmek” biçimindeki yöntemi tercih etmemesi de çıkarılan dersler gereği varılmış sonuçlardır.

Devrimci Yol aynı zamanda bugünden sosyalizmin bürokratik biçimine alternatif çözümler düşünen, bunları embriyon düzeyinde de olsa hayata geçiren bir harekettir. Bu, örgütsel yapıda bir “iç kültür” oluşturmuştur. Yani yapı “hukuksuz” değildi aksine “yoldaşlık hukuku” vardı. Bireyin yoldaşlarına yoldaşların bireye karşı sorumluluğu, birkaç şekli maddeye sığdırılamayacak kadar kapsamlı ve anlamlıydı. Devrimci Hareket dergisinin (Kitapta özenle yok sayılan derginin) daha sonra “Fiili Tüzük” değerlendirmesi yapması tam da sorunu bu kitaptaki gibi biçimsel veya dogmatik anlama ihtimali olanlar içindi.

Devrimci Hareket fiili bir tüzüğü tercih ederken, gerçekte zoru denemektedir. Bu, hemen her yoldaşımızın, işleyiş kurallarına, hareketi oluşturan değerler bütününe vakıf olmasını gerektirirken, aynı zamanda yorumlama şansı verir. Böyle bir tercihin, kimi durumlarda; hareketin oturmuş bir işleyişe sahip olmadığı, her kafadan bir ses çıkabildiği veya kuralların eğilip bükülebileceği (uygulanmayabileceği) izlenimini verir. Tabii ki bu doğru bir izlenim değildir. Ve tersine Devrimci Hareket, kişisel ve siyasal yaşamın her alanına, sürprizler dahil her gelişmeye müdahale edebilme ve yol gösterme iddiasına sahip bir organizasyondur.

Uygulamada tanıdığı tolerans ve sahip olduğu esneklik, iddiasızlığından değil, kendine güveninden gelmektedir.” (Devrimci Hareket, Sayı 14-2004)

Darbeye karşı mücadele

Devrimci Yol’un anlaşılmadığı ve haksızlığa varan tartışmaların konu edildiği meselelerden biri de darbeye karşı mücadeledir. Satır aralarında veya yazıların anlatım sınırlılığından hareket edip “çelişki” aramanın anlamı yok. Evet Devrimci Yol olası bir darbeden bahsetmiş ve kimilerinin iddia ettiğinin aksine o günün koşullarında organlaşmadan teknik olanı dahil gerekli araç ve yöntemlere kadar önemli hazırlıklarda bulunmuştur. Kadroların 1978 Aralık ayından beri sıkıyönetim koşullarında mücadele ediyor olması da bir çeşit hazırlık olarak görülmelidir. Cunta karşısında da sıkıyönetim karşısında olduğu gibi kararlı açıklamaların yapıldığı doğrudur. Sürecin farklı gelişmiş olması, bu hazırlık ve iddiayı yok saymaya sebep olmamalı, kimi yapıların yaptığı gibi temeli olmayan ve araştırmaya değil rekabetçi bir duruşa/psikolojiye dayanan yakıştırmalara haklılık oluşturur duruma düşülmemelidir. Mücadelenin içinde bulunan ve o süreçten fikri ve ruhsal kopma yaşamamış olan Devrimci Yolcuların ciddiye alacağı iddialar değildir bunlar.

Aradan onlarca yıl geçtikten sonra bugün mikrofon tutulan arkadaşların söyledikleri ile cuntaya karşı/dair yapılan değerlendirmeler arasında çelişmenin olması anlaşılır bir durumdur. Bu anlaşılır farklar, siyasal muarızların temelsiz iddialarına dayanak haline getirilmeyecek bir içerikte ele alınmalıdır.

Operasyonların hareketin merkezi yapısını dağıtmasından sonra yaşanan süreç, zorlu takip koşullarında gerçekleşen toparlanma çabalarının da olduğu çok yönlü ve çok bileşenli bir süreçtir. Özellikle yenilgi psikolojisinde Devrimci Yol’un ideolojik politik hattıyla açı oluşturan tartışmaların yaşanmış olması, Devrimci Yol’un Türkiye’nin Marksizmi olduğu gerçekliği üzerinde bozucu bir gölge haline getirilmemelidir.

Kısacası örgütsel problemlere gündelik akılla veya matematik problemi çözer gibi kesinliğe varan tanımlamalarla çözüm aranması, işi hafife almanın dolayısıyla da siyasal yetersizliğin ifadesidir. Bu türden değerlendirmelerin nasıl “olmaması” gerektiğine, ne “yapılmaması” gerektiğine dair kitaptan bir yığın örnek vermek mümkün. Mesela “Örgütsel Süreklilik Açısından Diğer Gruplarla Karşılaştırma” başlığı tam da işi masada tez hazırlamak olan birinin aklına gelecek bir başlık. Böyle bir karşılaştırma bizce gerekli değildir ancak yapılacaksa da bu denli basit ve geçiştirme olmamalıdır.

Tartışma Süreci

Kitabın 508’inci sayfasında “Tartışma Sürecinin Başlaması” başlığı var. 2 sayfalık bu bölümde sadece “Devrimciler Platformu” temsilcileri ile Oğuzhan Müftüoğlu arasında geçen görüşmeye/tartışmaya yer veriliyor. 523’üncü sayfada ise “Tartışma Süreci ve Sonrası” başlığı var. Bu başlık altında da yazar önceki başlıkta olduğu gibi Oğuzhan Müftüoğlu ile anılan duruş dışında yalnızca “Devrimciler Platformu” dediği çevreden birkaç kişinin duruş ve eğilimlerine değiniyor.

Bazı eleştiriler ve rahatsızlıklar olmakla birlikte Devrimciler Platformu örgütlülüğünün önemli bir kısmı tartışma sürecine katılmıştır. Devrimciler Platformu dışında kalan eski Devrimci Yolcuların birçoğu da tartışma sürecine katılmıştır.” (age, S:523)

Dikkat edin “birçoğu katılmıştır” yani katılmayanlar var ise de bunların kimler olduğu yazar için önemli değildir.

Önem verdiği kişi ve çevreleri ayrıntılandırdıktan sonra yazar 525’inci sayfada yanılgıyla veya dalgınlıkla açıklanamayacak ve “öznelliğin bu kadarı sana hiç yakışmadı” dedirtecek türden bir yoruma yer veriyor.

Devrimci Yol Taraftarları otonomu Tartışma Süreci’ne katılmamıştır. Tartışma Süreci’ne tepki duyarak ayrılanların bir kısmının da katılmasıyla bu otonom bir miktar genişlemiştir. Bu çevre “Özgürlük” isimli dergiyi çıkarmış, daha sonra kendi içinde bölünmesinin ardından bir kısmı “Devrimci Hareket” dergisini çıkararak faaliyetini sürdürmüştür. Bu çevrelerle ilişkili olarak bazı soygun girişimleri sonucunda yakalanmalar olmuştur. Daha çok Devrimci Yol’un sembollerine ve geçmişine bağlı olan bir çevre olarak varlığını sürdürmüştür.” (age, S:525)

Normalde bu çarpıtma ve özensizlik cevap vermeyi hak etmiyor. Ama biz okurlarımıza saygı ve doğrunun bilinmesi açısından meseleye kısaca yer vereceğiz.

Devrimci Yol Taraftarları’nın Devrimci Hareket’le hiçbir ilgisi yoktur. “Taraftarlar” olarak bilinen grubun Tartışma Süreci’ne katılmadığı doğrudur. Söz konusu grup, çok kısa ve reddetmekten ibaret bir metin yayınlamıştır. Öyle ki Oğuzhan Müftüoğlu, bir toplantıda “sürece itiraz eden kimse yok mu?” sorusu geldiğinde adeta “zayıf ve kötü bir örneği” öne çıkarırcasına “evet var” deyip bu itiraza işaret etmişti.

Sonradan Devrimci Hareket adını alacak olan örgütsel yapı ise Devrimciler Platformu’yla da Taraftarlar otonomu ile de hiçbir ilgisi olmayan, bağımsız hareket eden, kendine has örgütlenmesi, pratiği ve teorik üretimleri olan bir yapıdır. O süreçte henüz süreli yayını olmadığı için teorik meselelere yayımladığı broşürlerde yer vermiştir. Bunların ilki, Tartışma Süreci’nin ilk metni olan “Satır Başları” yazısından hemen sonra yayımlanan “Sorunlarımızın Çözümü Devrimci Geleneğimizde Yatıyor” broşürüdür ve sanıldığının aksine çok büyük ilgi görmüş, ileride Devrimci Hareket’e dönüşecek örgütlenmenin zeminini oluşturmuştur. Hareket kendini hiçbir zaman “otonom” olarak tanımlamamıştır. 1994 yılında kısa süreli de olsa Devrimci Gençlik adlı bir dergi çıkarmıştır. 1995’te kendi içinden bir grup ayrılmış ve bu grup kendini “Özgürlük” dergisiyle ifade etmiştir. Yani ne Özgürlük, Taraftarların dergisidir ne de Devrimci Hareket, Özgürlük çevresinin kendi içinde ayrışmasından çıkan bir yapıdır. Yazarın bir paragrafa bu kadar yanlışı sığdırması, dalgınlıkla açıklanacak bir durum değildir. Yazının başından beri anlatmaya çalıştığımız problemin sağlamasıdır. Tam da bu nedenle diyoruz kibir hareketin geçmişi, kimsenin gösteri veya tatmin aracı değildir.

Devrimci Hareket, 1997’nin başında yazarın yer verdiği Devrim dergisi ile eşzamanlı olarak çıkmıştır. Hareket’e, Devrimciler’den de Taraftarlar’dan da süreç içinde katılanlar olmuş ancak bunun yazarın tanımlarını doğrulayan hiçbir yanı yoktur.

Devrimci Hareket’le ilgili olarak yazarın kullandığı “Bu çevrelerle ilişkili olarak bazı soygun girişimleri sonucunda yakalanmalar olmuştur. Daha çok Devrimci Yol’un sembollerine ve geçmişine bağlı olan bir çevre olarak varlığını sürdürmüştür.” biçimindeki ifade ise ancak siyasal cehaletle ve saygısızlıkla açıklanabilir. Yazar bunu, bugüne dek 72 sayısı yayımlanan, Güncel Defterleri, kitapları olan ve çok daha önemlisi dünya ve ülkeye dair yaşanan her gelişmede, hemen her konuda sınıfsal bir bakış sunan bir hareket için kullanmaktadır. Yazarın “Semboller” deyip küçümsediği olgu gerçekte Devrimci Yol değerleridir, bu değerlerin güncellenmesi ve yeniden üretilmesidir. Devrimci Hareket’in ısrarlı yer vermesi üzerine bugün “Yıldızlaşan yumruk” bu zemindeki hemen tüm çevrelerin yayınlarında ve hatta yazarın kitabının kapağında yer alır hale gelmiştir.

Tartışma Sürecine gelince; sürecin ilk etabından itibaren yaptığımız değerlendirmelerin arkasında durarak söylersek; Tartışma Süreci 1990 sonrasında çeşitli yapılarda görüldüğü gibi “kendi kendini tasfiye” olarak da tanımlanabilecek bir süreçtir. Amaç, başından itibaren bellidir. Yapılan tartışmalar amaca varmak için “rıza oluşturma” çabasıdır. Yazar kitapta değinmiyor ama Tartışma Süreci’nde dayatılan şartlardan biri de var olan tüm çevrelerin, örgütsel varlıklarının dağıtılmasıdır. Mesele sadece “yasal parti” tartışmasına indirgenirse tasfiyecilik hafife alınmış olur. Sorun legalite-illegalite değildir. Bunlar birer araçtır ve mümkündür. Asıl sorun şu ki o süreçte Devrimci Yol’dan kalan ne varsa tasfiye edilmek istenmiştir. Kurgunun/duruşun temel mantığı ise o gün de kullanılan bir cümle ile ifade edersek, “Kimse bir 11 yıl daha yatmak istemiyor” fikri/hesabı ve hatta kolaycılığı üzerine oturmaktadır. Bu tanım ve sınırlama aynı zamanda ÖDP’nin ufku ve sınırlarıdır (ÖDP halkın veya mücadelenin değil, kurucularının ihtiyacıydı).

İlerde kendini Devrimci Hareket olarak tanımlayacak olan yapı, mücadelede ölümsüzleşen kadrolardan yıldız yumruğa, temel tezlerden güncel meselelere kadar kendini teorik ve pratik zeminde Devrimci Yol değerleri ile ifade ederken, “bunlar 1980 öncesi bir dergiye ait tanım ve semboller” denilerek hafife alınmış, yakışık düşmeyecek bir rekabetçi anlayışla karşılanmıştır.

Özetle kitabın bütününde konu seçimi, kişi seçimi, yer verme oranı ve biçimi üzerinden, bilenlerin rahatlıkla izleyeceği bir “tercih” ve yer yer “taraf olma” söz konusu. Doğal olarak bu, yazarı ve kitabını objektiflik konusunda sorunlu hale getiriyor.

Sonuç yerine

Görüldüğü gibi kitabın her noktasını eleştirmek ve abartısız 576 sayfalık kitaba 576 sayfalık eleştiri yazmak mümkün. Ama bu, çeşitli açılardan doğru olmaz, gerekli de değildir. Bu nedenle yöntemsel bağlamda son bir anımsatma ile yetineceğiz.

Bu türden tarihler/süreçler, aynı konuda birden çok veriyi içerir. Bir haber, bir bilgi doğru bile olsa sadece “şöyle şöyle oldu” denilerek aktarıldığında eksik ve yanlış anlamayı beraberinde getirebilir. Örneğin sorgu süreçlerinden işkenceye, illegalitenin ele alınış biçiminden hareketin dağılma sebeplerine veya toparlanma güçlüklerine kadar kitapta yer verilen meseleler ne gelişmeleri yeterince aktarmaya yarayacak ne de geleceğe ders olacak niteliktedir. Olsa olsa bugünün dünü merak eden insanına kafa bulandırıcı etkide bulunur, taşınmakta olan olası saygıyı da zayıf düşürür.

Demek ki herkes sınırlarını bilmeli ve kapasitesini aşan işlere kalkışmamalıdır. Ve çok daha önemlisi bilim etiğinin, yazarlık ve yayıncılık etiğinin gelişmeleri eğip bükmeden, objektif ve tutarlı olmayı gerektirdiği akıldan çıkarılmamalı, hiçbir sebeple üzerinden atlanmamalıdır.

Bilinir ki amaca yabancılaşma ve pragmatizm, yaşamı bir pazara, insanı da bir tüccara çevirir. Bunun politik izdüşümü, neyin gerekli ve doğru olduğuna göre değil neyin toplum piyasasında karşılık bulduğuna göre davranmak, tercihlerde bulunmaktır.
Bu bağlamda, değerlere bağlılık testinde sınıfta kalmış olanların, böyle bir zeminde/piyasada bir “eksper” gibi rol alması şaşırtmamalıdır.

Eğer neoliberalizm; araçsallaştırma, kişiselleştirme, nesneleştirme ve metalaştırma ise yapılan tam da budur ve Devrimci Yol tarihine, mirasına ve değerlerine yapılabilecek en büyük haksızlıktır. Bu metalaştırma ve özelleştirme yayınevine belki para, yazara da ilgi ve para kazandırabilir ama kaybettireceği şeyler inanıyoruz ki çok daha fazla olacaktır.

Devrimci Hareket

30 Ocak 2024

 

  • Bu makalede yer alan fikirler Devrimci Hareket yazarına aittir ve Gazete KÖK’ün  editöryal politikasını yansıtmayabilir.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

Başa dön tuşu