Hayat “tatil”e sığar mı?
Yukarıdaki başlığı “Hayat kaçışlarımızın toplamı mıdır?” veya “Hayatın anlamı sadece tatil, eğlence vb. anlarda mı ortaya çıkar?” biçiminde de atabilirdik.
Mehmet Yeşiltepe
Devrim gibi aşkın da çarpıntılı bir nabzı olur.
Bu nedenle şiire çok yakışır.
Devrim toplumsal güzelleşme halidir.
Aşk bunun küçük bir kesitidir.
Devrimde halk şiirleşir
Aşkta ise yürekler dizeleşir.
Yukarıdaki başlığı “Hayat kaçışlarımızın toplamı mıdır?” veya “Hayatın anlamı sadece tatil, eğlence vb. anlarda mı ortaya çıkar?” biçiminde de atabilirdik.
Gördüğü halde görmeyen, bildiği halde yapmayan, kendinden bile kaçan bir topluma dönüştük. “Piyasa” kısır döngüsü içinde satın alıyor ve satıyoruz. Piyasa değerleri, gerçekte nitelikten, sorumluluktan, derinleşmeden, kaliteden ve tam da Fromm‘un dediği gibi özgürlükten kaçıştır. Herkesin ve her şeyin pazarlanmasıdır. “İnsan yalnızca meta satmaz, kendisini de satar ve kendisini de bir meta olarak görür. Eliyle koluyla çalışan işçi, fiziksel enerjisini satar; iş adamı, doktor, memur, kişiliklerini satarlar. Ürünlerini ya da hizmetlerini satabilmek için ‘kişilik’ sahibi olmaları gerekir.” (Erich Fromm, Özgürlükten Kaçış)
Kaçıyoruz…
Derinleşemeyen, günü kurtarmakla yetinen, her konuda yüzeysellikle malul bir toplum olduk. Sanatta bile yüzeylerde dolaşıyor; filmde estetiğe, belgeselde bilgiye ulaşamıyoruz. Eser bize aitse, niteliğinden bağımsız olarak önemsiyoruz; reklam dünyasında edindiği yer oranında mutlanıyoruz. Buna, “sanatı beceremeyenler kolaya kaçar” da diyebiliriz. Halbuki sanatın kolayı da taklidi de olmaz. Tarkovski’nin “Dünya mükemmel olmadığı için sanat vardır” demesi boşuna değildir.
Bilinir ki siyaseti beceremeyenler, dar pratikçiliğe ve reelpolitiğe sığınırlar. Solu, sosyalistliği, alternatifi beceremeyenler, sınıf karşıtlarını taklit ederler. Hayatı beceremeyenler, hazla oyalanmayı seçerler; küçük-bireysel mutlulukların peşine düşerler, rekabetçi ve “benci” olurlar. Toplumsallığı beceremeyenler ise bireyselliğe sığınırlar. Gerçekte bunların hepsi birer kaçıştır.
Gerçeklikten kaçış veya kolaya kaçış
Bugün tam da böyle bir süreçteyiz. Kolaya kaçmak ve tembellik, emeğin ve sabrın; imitasyon ise gerçeğin ve değerin yerini almış durumda. Herkes bir oyuncuya dönüştü; gençler tüketirken tükeniyor. Bu nedenle ve ısrarla yaşamda anlam arayışı, nitelik ve derinlik konularına değinme ihtiyacı doğuyor. Konumuz gereği sorarsak; kaçış değilse ne? Bu soruya yanıt ararken, Cemal Süreya ve Jorge Luis Borges’in Dostoyevski için söyledikleri, bir yol haritası, bir işaret fişeği niteliğindedir.
Jorge Luis Borges, “Aşkı ilk defa yaşamak gibi, denizi ilk defa görmek gibi, Dostoyevski’yi keşfetmek de insanın hayatında önemli bir tarihtir,” derken; Cemal Süreya da “Aslında ikinci bir doğum tarihim de var benim: 1943. Dostoyevski’yi okudum, ondan sonra hiç huzur kalmadı bende. Beni edebiyata, şiire iten şeylerde tuhaf bir şekilde en çok bir romancının, Dostoyevski’nin etkisini buluyorum,” diyerek bu görüşü güçlendirir.
Aşık olmak, aşkı ilk kez yaşamak, denizi ilk kez o muhteşemliği ile görmek veya denize ilk kez kocaman bir sevgili ile kucaklaşır gibi girmek; önemsiz olabilir mi? Tabii ki önemli. Ancak bu tercih; sudan çıkmamak, başka bir şey yapmamak anlamına gelmeyecekse yerini bulur. Tam da bu noktada akla, yaşamın bütününün sevgiliye dönüştürülmesi, hemen her eylemini aşkla yapmak geliyor; söz konusu “kavga” da olsa onu aşkla yapmak…
Burada Ataol‘un “Yaşadın mı büyük yaşayacaksın” diyen dizeleri, Nazım‘ın “yetmişinde ağaç dikme” öğüdü vb. gelip yazıdaki bağlam ihtiyacını gideriyor. Ancak bu türden çıkış yolu gösteren pek çok dizeye rağmen, Fromm’un değimiyle “özgürlükten kaçışa” yaygınlıkla rastlanıyor.
Erich Fromm, Özgürlükten Kaçış adlı eserinde insanın ne yapmak gerektiğini bilmedikçe kaygılandığını ve bu kaygıları aşmak için özgürlükten kaçtığını anlatır.
Özgürlükten kaçış; nasıl?
Fromm, kitabında özgürlükten kaçışın çeşitli biçimlerinden söz eder. Bunlar içinde en yaygın olanlarından biri “mekanik uyum” da diyebileceğimiz, toplum neyi öne çıkarmış ve ilgi odağı haline getirmişse (popüler kılmışsa) bunu benimsemek ve ona göre davranmaktır. Bugün düşünceler kadar, beğenilerin, davranış ve hatta hayallerin tek tipleşmesi bundan.
“Tektipleşme” deyince aklımıza Pink Floyd’un The Wall (Duvar) şarkısı ve filmi geliyor. Öyle ki filmde öğrenciler tek tip maskeler takmış olarak robotlar gibi yürüyüp büyük bir kıyma makinesinin içine düşmektedir. Buradaki gerek öğretmen-öğrenci gerekse iktidar-halk ilişkisini, “insandan tuğlalar ören” sistemi eleştiren şarkıdan dönemin İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher’in nefret etmesi ve tersine özgürlükçü düşünceden, yaşamdan yana olan herkesin bu şarkıyı sevmesi bir tesadüf değildir.
Ne istediğini bilmek
Eğer özgürlükten kaçmayacak, hak ettiğimizi doğru tanımlayacak ve alacaksak, öncelikle özgürlüğün kaçılacak değil kazanılacak bir olgu olduğundan hareket etmeliyiz. Bu noktada ne istediğini bilmek, savrulmamak ve kolaya değil doğru olana yönelmek çözümün anahtarıdır.
Susanna Tamaro, “Sessizlik Bir Erdemdir”de hayatın zorunlu akan rutinini ve bu koşturma sonunda yaşanan tükenmeyi anlatır. Devamında da “Bu nedenle mi, diye soruyordum kendime, bu nedenle mi geliyoruz dünyaya? Hayat, tekdüze bir zaman ve enerji kaybı değilse, nedir?” diye sorar. Benzer şekilde Erich Fromm, “Özgürlükten Kaçış”ta insanların peşinden koştukları amacın, bizzat kendilerinin istediği şey olup olmadığını sorgulamadıklarına, “Bütün bunları isteyen gerçekten ben miyim?” diye sormadıklarına, o sokuldukları ortamın gereği olan sınavlar/ölçüler dahilinde biçimlenmiş red ve kabuller içinde hareket ettiklerine dikkat çeker. Gerçekte insanın içine sokulduğu koşulların belirlediği/sınırladığı bir mutluluktur söz konusu olan. Bu, bir çeşit “zorunlulukların esiri olmaktır” ki orada bırakalım gerçek mutluluğu, özgürlük de yoktur.
Özgürlüğün olmadığı, yanıltıcı izleklerle yol alındığı yerde yaşamsal açlık, doyurulmamışlık, tamamlanmamışlık tüketiciliği (doyumda obeziteyi veya savrukluğu) sabırsızlığı, yanlış yerde çözüm aramayı ve hatta değersizliği kamçılar. Planlama, uzun vadeli değil anlık olur. Biçim, niteliğin önüne geçer. Ondan sonrası “ikinci el” bir tükenme ve tekrar halidir.
İşte tam da bu nedenlerle ve Fromm’ca söylersek; insana asıl acı veren, yoksulluktan çok büyük bir çarkın küçük bir dişlisi, bir robot haline gelmiş olması, yaşamının boş ve anlamsız olmasıdır. Yaşamın ne olduğu, anlamın ne olduğu, hedefin ne olduğu giderek karışıyor. Artık adeta hiçbir şeye insanın kendisi karar vermiyor. Bir reklam eli, bir gizli el toplumsal bir yönlendirme söz konusu.
Haz anlamın, biçim özün yerini alıyor ve bu yolda her şey araçsallaştırılıyor. Kafalar bu konuda karmakarışık; illüzyon gerçekliği baskılıyor, gencecik bir insan bile yaşamda istediği her şeyi denemiş olduğu ve “hedefe ulaştığı” inancıyla anlamsız bir boşluğa, “ikinci el” bir tükenme haline yuvarlanıyor.
Fromm’un kuramında bu durum aynı zamanda ‘kendin olmak’ ya da ‘birey’ olmak anlamını da taşımaktadır. Ona göre, insanın kendi olmasından ya da birey olmasından vazgeçmesi, yaşamının engellenmesiyle sonuçlanır. Biyolojik açıdan canlıyken, ruhsal açıdan robot olmak, coşkusal ve zihinsel açıdan ölü olmak demektir. Bu bağlamda Fromm, günümüz çağdaş insanının -kendi olmaktan vazgeçirilip bir robota dönüştürüldüğü için- doygunluk ve iyimserlik maskesi arkasında son derece mutsuz olduğunu ve yaşam açlığı çektiğini düşünür. Bu yüzden de toplumun büyük bir kısmı ‘düzmece bir bilinç’ -false consciousness- halini yaşamaktadır; bilinçlerinin içeriği birçoğu toplumun dikte ettiği, gerçeğe uymayan kavramlardan ve uydurma unsurlardan oluşmaktadır.
Sonuç yerine
Yaşamın anlam ve niteliği hep bir “soru işareti” olarak çıktı insanların karşısına; içi ya doldurulamayan ya da eksik ve farklı doldurulan. “Yaşamsal açlık,” hemen her süreçte bir şekilde var oldu. Bunu Akira Kurosawa başka türlü anlattı; Sabahattin Ali, Saramago, Platon vb. başka türlü… Arkadaşının intiharına kızan ama kendisi de 37 yaşında intihar eden Mayakovski veya 38’inde kurşuna dizilen Lorca, yaşamamış veya eksik mi yaşamış oluyor gerçekten?
Bugünden vaktimiz varken Akira Kurosawa‘nın “Yaşamak” filminin içine girelim, empati kuralım ve doyurulmamış, eksik vb. yanları varsa yaşamımızın, şimdiden tamamlayalım. Veya “Ruhunuzu iyileştirmek için çocuklarla vakit geçirin.” diye tavsiyede bulunan Dostoyevski’ye, “Bir insan bir hayvanı gerçekten sevene kadar, ruhunun yarısı uykudadır.” diyen Anatole France’ye kulak verelim. Daha da önemlisi, kendimiz için, geleceğimiz için kesin ve net biçimde karar vermek durumundayız: Duvardaki tuğlalardan biri mi olacağız yoksa duvarı yıkanlardan mı; hayatın anlamını yılda 5-10 günlük tatilden, kutlamalardan vb. ibaret mi göreceğiz yoksa hayatın tatile ve törenlere sığmazlığının bilinciyle mi hareket edeceğiz?