Genel

BİR ÖĞRENME YÖNTEMİ: PİŞMAN EDİLEREK ÖĞRENME

İki bölümden oluşan Salih Zeki Tombak’ın bu makalesinin ilk bölümünü yayınlıyoruz.

Salih Zeki Tombak 05.10.2021

Birinci Bölüm: Devşirme Müessesesi

@tombak_salih

Türkiye devletini kuranlar, Osmanlı bürokrasisinin temelini oluşturan “devşirme” geleneğini Cumhuriyete taşıdılar.

Osmanlı hanedanı devletti. Padişahın kendisinden ziyade Hanedana ve devlete sadakat esastı. Ayaklanan yeniçeri tahttan alaşağı ettiği padişahı boğazlarken bile, “o herc-ü merc arasında”, hanedanın bir erkek mensubunu yedeklemeyi ihmal etmezdi. Tahta geçen de, oluşan kardeşlerinden alternatiflerini yok ederek kendi padişahlığını garanti altına almaya çalışırdı. Hanedanın sürekliliğinin güvenliği herkesin güvensizliği üzerine kuruluydu. Hanedan ne kadar güçlüyse, herkes o kadar güvencesizdi. Hanedan zayıfladığında vezirler, paşalar, bürokratlar güçleniyor, altınlar yığılıyor, alt hanedanlar oluşmaya, var olanlar güçlenmeye başlıyordu.

(1.Dünya Savaşı Yıllarında önemli bir mizah ve muhalefet odağı olan Karagöz dergisinden bir karikatür. Karikatürde, levazım depolarını soyan Osmanlı militeri fare olarak betimlenmiştir. Karikatürde savaş vurgunculuğu eleştirilir-editör)

Devşirme kurumu zaten bu ihtiyaçtan doğmuştu. Küçük yaşta ailesinden alınıp Türk ve müslüman bir aile ortamı içine sokulan ve sonra yeteneğine göre eğitilerek Yeniçeri Ocağı’nda veya bürokrasi içinde görev verilen, köklerinden koparılmış, kendi kimliğine yabancılaştırılmış Hıristiyan ahalinin çocukları devleti, yani hanedanı canları pahasına savunuyorlardı. Ait oldukları şey, devletti. Devlet fikri Türklük ve İslam inancından motiflerle oluşturulmuş güçlü bir ideolojik bütünlük idi.

İlber Ortaylı’nın deyişiyle “İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı”nın başında Yeniçeri Ocağı, sonunda Osmanlı Hanedanı, tarih oldu.

Ama devleti, halkın, toplumun, milletin çok üstüne koyan; teker teker bütün bireyleri ve toplumun tamamını “devlet için” var olan, devlete sadakat ve hizmetle yükümlü olarak tarif eden, devleti fetiş haline getirmiş sivil-asker bir bürokratik zihniyet yaşamaya devam etti. Devlet topluma hizmet için mevcut değildi; aksine toplum/millet, devlet içindi.

Bu durumdan 1960’larda, “zavallı burjuvazi, çilekeş sermaye sınıfı” sonucu çıkaranlar, Türkiye’de “Asya Tipi Üretim Tarzı-ATÜT”; o iddia çok sakil durunca, “Çarpık ATÜT” görenler olmuştu.

(Asya Tipi Üretim tarzı tartışmaları sınıflar mücadelesi olgusunu inkar ederek, liberalizme alan açmış ve sosyalist solun bir bölümünün meseleleri yanlış kavramasına neden olmuştu. -editör)

Sonra, 1987’de, legale çıkmak amacıyla ülkeye dönen Nihat Sargın-Haydar Kutlu (Nabi Yağcı) TBKP’si TÜSİAD’a “Türkiye’nin geleceğinden siz de sorumlusunuz” mektubu yazdı.

“Büyük burjuvaziye de tahakküm eden devlet” fikrinin yol açtığı fantastik yaklaşımların içinde en zararlı olanı, büyük sermayenin bu tahakküme karşı, diğer tahakküm ve sömürü ilişkileri altındaki kesimlerin de yararlanacağı bir demokrasi inşa etmeye istekli olacağı varsayımıdır.

Türkiye büyük sermayesinin demokrasiyle ilişkisi Cumhuriyet tarihi boyunca demokrasi düşmanlığından ibaret olmuştur. Darbe davetçiliği, darbecilere alkış, darbelere meşruiyet atfetme, darbeciye “istek mektubu” gönderme (Vehbi Koç‘tan Kenan Evren’e) ve daima darbe ve baskı dönemlerinden işçi hakları başta olmak üzere, demokratik hak ve özgürlüklerin aleyhine faydalanma, bazen de orta ve küçük sermayeye karşı yeni avantajlar peşinde koşma ve darbe hükümetlerine bakan verme büyük sermayenin süfli tarihidir.

(Vehbi Koç, darbecilere gönderdiği mektubunda, “yakalanan anarşitlerin süratle cezalandırılmasını” talep ediyor ve darbecilere “muvaffakiyetler diliyor ve emirlerine amade olduğunu” bildiriyordu-editör)

Zaten devletin sınıf karakteri, devletin bizzat iktidardaki sınıfın mensuplarınca yönetilmesi anlamına gelmez. Devleti Rahmi Koç veya Güler Sabancı yönetecek değil. Türkiye büyük burjuvazisi, devletin Demirel, Türkeş, Erdoğan veya Memduh Tağmaç ve Kenan Evren paşalar tarafından yönetilmesinden; sürekli olarak Parmaksız Hamdi gibi işkenceci siyasi şube şefleri veya Mehmet Ağar gibi sadece işkenceci değil, aynı zamanda katliamcı yarı mafya/yarı polis karakterler tarafından korunmasından hiç rahatsız olmadı.

Arada bir darbeci paşalardan veya siyaset erbabından azar işittiler; ama Padişahların boğazlandığı bir tarih göz önünde bulundurulursa, azar işitmek nedir ki?..

Dolayısıyla Türkiye’nin büyük sermayesi Türkiye’nin geleceğinden değil; bugün geldiği berbat durumdan, devşirme takımıyla birlikte doğrudan sorumludur.

İkinci Bölüm: “Hak yok, vazife vardır”

(Ziya Gökalp, Tanrı Dağından Şiirler)

Tabii ki, “topluma hizmet için var olan devlet” diye bir şey gerçekte hiç olmamıştır.

Genel olarak devlet, mülk sahibi sınıfların çalışan sınıflar üzerindeki tahakküm aracıdır. Ordu, polis, istihbarat, diplomasi, yargı vb mekanizmalarla tahakkümü sağlar; partiler, seçimler, parlamento ve yerel yönetimler gibi temsili mekanizmalarla tahakküme meşruiyet kazandırırken; her zaman sınıflı toplumun karakteristik çizgilerini şu veya bu görünürlükte taşıyan sağlık, eğitim, enerji, iletişim, ulaşım ve benzeri alt yapı hizmetleri gibi bir dizi organizasyonu da gerçekleştirir veya gerçekleşeceği ortamı hazırlar. “Topluma hizmet için var olan devlet”, devletin bu yüzünden ibarettir.

Ama devşirme zihniyeti bu kadarını bile vatandaşın hakkı olarak görmez: “Hak yoktur, vazife vardır.”

(Takrir-i Sükun’a rağmen Adana Demiryolu işçilerinin 1927’de örgütlediği grev, “hak yok vazife vardır” ve “imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz” sloganlarının ters yüz edildiği grevdi-editör)

Bu zihniyetin derin ve geleneksel izleri yüzünden, Cumhuriyet tarihinin içe kapanma ve demokrasinin sınırlarını daraltma eğiliminin güçlendiği her dönemde üzerine bir üniforma giyen, devlette bir masanın arkasına geçen neredeyse herkes, kendisini devletin bir parçası, hatta devletin ta kendisi olarak görmeye ve herkese devletlik taslamaya yönelmiştir.

“Devletlilerin” en altından örnek vereyim. Nazım’ın “Akşam Gezintisi” adlı muhteşem şiirinde geçer,

“Uzak Asya’da bir memleket.

Sarı, ay yüzlü insanlar

beyaz bir ejderhayla dövüşmekteler.

Oraya gönderildi seninkilerden

dört bin beş yüz tane Memet

kardeşlerini katletmeye.

Kızarıyor yüzün öfkeden ve utançtan

ve umumiyetle filan değil, sırf sana ait

ve eli kolu bağlı bir hüzün:

Karını arkadan itip yere yuvarlamışlar da

düşürmüş gibi çocuğunu

yahut yine hapisteymişin de karakolda yine

dövdürülüyormuş gibi

köylü jandarmalara köylüler.”

Ben köylü jandarmaların, fukara erlerin, onbaşı ve çavuşların, sadece öyle emir verildiği için değil; keyif almaya çabucak alışarak insanları öldüresiye dövdüklerini ve üniformalarını çıkarıp zavallı hayatlarına döndüklerinde o zalimlikleriyle övünemeseler bile, pişmanlık da duymadıklarının, çok sayıda örnek üzerinden tanığıyım.

Pişman olmak, yanlışıyla yüzleşmeye, hesaplaşmaya zorlayan insani bir derinlik gerektirir. Bu yüzden pişman olmaların çoğu, pişman edilmekten kaynaklanır. Yaptığın yanlışın bedeli vardır, ödetirler, öğrenirsin.

Tıpkı Nazileri iktidara getiren Alman halkının pişman edildiği gibi.

Devşirmeliğe ve devşirmelere döneceğim.

(Devam edecek)

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

Başa dön tuşu