Genel

EMEKÇİ MECLİSLERİ VE PARTİ İKİNCİ BÖLÜM: SOSYALİST POLİTİKADA ÇOK SESLİLİĞİN SORUNLARI

Sinan Dervişoğlu / 13.01.2022

PARTİ VE KONSEYLER ARASINDAKİ İLİŞKİNİN TEMEL PARADOKSU

Öncelikle burada, her türlü “kişisel hata” ya da “gizli niyet”in ötesinde, Parti ve konseyler ilişkisinde karşı karşıya olduğumuz temel ve önemli bir sorunu, bir mantıksal paradoksu ortaya koymak zorundayız:

  • Emekçi meclisleri, sahip oldukları tüm devrimci potansiyele rağmen, şayet yanlış politik görüşlerin etkinliği altında olursa, kaçınılmaz olarak burjuvaziye güç katmaktadır. Menşevik ve SR’lerin etkinliği altındayken Sovyetler, iktidarı burjuvaziye teslim ettiler ve Ekim Devrimi olmasaydı (aynen Kerenski’nin planladığı gibi) yok edileceklerdi.
  • Buna karşılık bu organlarda tek bir partinin doğru ve devrimci çizgisi egemen olunca, bu sefer bu organlar, Parti iradesinin tekrarlayıcısı ve kopyası durumuna düşmekte, kendi iç hiyerarşik yapısı içinde kararları alan Parti, bu kararları meclislerdeki çoğunluğu sayesinde bire bir geçirmekte, bu meclisler birer siyasi karar organı olarak işlevlerini yitirmektedir.

Bu paradoksu çözmenin iki yolu vardır. Birincisi oldukça bariz, hatta zorunlu, ancak pratikte ciddi zorluklar içeren bir yaklaşımdır. Diğeri ise mevcut “parti “anlayış ve paradigmalarımızın biraz dışına çıkmayı, onların dışında düşünmeyi gerektiren daha radikal ve yenilikçi bir yaklaşımdır. Önce birinci yaklaşımdan başlayalım:

KONSEYLERDE FARKLI FİKİRSEL-POLİTİK OLUŞUMLARIN VARLIĞININ VE KATILIMININ GARANTİ EDİLMESİ

Bu yaklaşım, yukardaki paradoksu çözmek için akla gelen en bariz yoldur ve bir haklılığı vardır. Nitekim, böylesi bir konsey yapısında:

  • Ne kadar güçlü olursa olsun, Marksist partinin aldığı kararlar aynen tekrar edilmeyecek, diğer oluşumların da onayı ve desteğinin alınması zorunlu hale gelecektir.
  • Böylece konseyler, siyaset üretiminin farklı ve özgün bir uğrak noktası olacak, Parti kararlarının otomatik onaylanması söz konusu olmayacak, Parti bu kararları hayata geçirebilmek için değişik ilerici-sol kesimlerin onayını almak ve bir konsensüs sağlamak için sürekli bir çaba içinde olacak; bu da Partiyi politik açıdan sürekli diri bir konumda tutacaktır.
  • Parti (AKP misali!) “nasılsa bende çoğunluk var, istediğim kanunu çıkarırım” türü bir çarpıklığa savrulsa dahi, bunu konseyde yaratacağı gerilim topluma da yansıyacak, Parti kendi keyfi yaklaşımının bedelini bu gerilimi göğüslemek zorunluğunda kalarak ödeyecektir.

Bu yaklaşımın ilk akla gelen bu avantajları doğru ve haklıdır. Bu yaklaşımı kapitalist toplum koşullarında hayata geçirmek kolaydır; zira kapitalist toplumda asla KP ”tek siyasi özne” olmadığı için kaçınılmaz olarak konseylerde başka siyasi eğilim ve yapılarla bir arada yaşamak ZORUNDA olacaktır. Ancak Marksist-sosyalist görüşün ve onu en güçlü temsil eden partinin belirleyici bir siyasi güç haline geldiği sosyalist iktidarlarda bu yaklaşım (hem teorik, hem de pratik kökenli) ciddi zorluklarla karşılaşmaktadır.

Bu noktada, 1917 Ekim sonrasında bu yaklaşımı (çok partili bir Sovyet yönetimini) hayata geçiren Rusya Sovyet yönetiminin, Sol SR’lerin provokatif isyanından sonraki anı konu alan, ve muhtemelen 1980’lere doğru çekilen bir Sovyet filminden, “Lenin’in Ofisinde 1 Saat”ten, büyük olasılıkla gerçeklere dayanan, ancak asla bir belge olarak kabul edilemeyecek bir diyalogu, sadece duruma ilişki bir fikir vermesi için aktaralım. Lenin, ofisinde Moskova Sağlık Müdürü ve hastanelerin yöneticisi Sol SR Grahovski’yi isyan ertesinde ofisinde kabul eder. Önce hastanelerdeki durumu ve yapılacak işleri konuşurlar; daha sonra özetle şu diyalog geçer:

Lenin: Yoldaş Grahovski, siz Sol SR partisinin bir üyesisiniz değil mi?

Grahovski: Evet Lenin yoldaş.

Lenin: Sol SR’lerin isyanı hakkında ne düşünüyorsunuz?

Grahovski: Bu karşı devrime hizmet eden bir eylemdir. Benim de Bolşeviklerin kararlarına ilişkin endişelerim var; ancak bu isyan Sol SR partisisin üye tabanından habersiz gerçekleştirilen bir komplodur ve tüm üyeler sorumlu tutulmamalı.

Lenin: Sol SR liderlerden Zaks ve Ganiçev’den bana gelen mektuplar da aynı görüşü vurguluyor. Biz de sadece bize karşı silah çeken Sol SR’leri tutukladık. Sovyet iktidarını kabul eden dürüst SR’lerle çalışmaya devam etmek istiyoruz.

Grahovski: Evet, Moskova’da durum bu; ancak çevre bölgelerde tüm SR’lere yönelik tutuklamalar sürüyor.

Lenin: Karşı devrime hizmet eden eylemlerin üzerine gitmek zorundayız. Siz, Sol SR partisinin geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Grahovski: İhanet eden liderleri tasfiye ederek yeni bir parti, “Halkın Komünistleri Partisi” adı altında Sovyetlerde çalışmaya devam etmek istiyoruz. Bu noktada ben size bir soru sorayım Lenin yoldaş: Bolşevikler olarak ülkeyi tek başına yönetme ihtimali sizleri korkutmuyor mu?

Lenin: Emekçi halk ve devrim için gerekli tüm sorunlulukları üzerimize almaya hazırız. (bkz. Filmatek.net, Sosyalizmin Sineması Veritabanı, “Lenin’in Ofisinde 1 Saat”)

Bu diyalog, çok partili bir Sovyet demokrasisini sürdürmek için hem olanakların (Sol SR’lerin yeni bir parti halinde örgütlenmesi) hem de karşılıklı niyetlerin en azından üst seviyede var olduğunu ortaya koymaktadır. Ancak Rusya siyasetinin gerçeği, bu olanakları ve niyetleri ezip geçecek, belgeler üzerinden yorum yapan tarihçi E.H.Carr, hiçbir demokratik geleneği olmayan bu ülkede “karşılıklı siyasi tahammülsüzlüğün ve beraber çalışma isteksizliğinin” sadece Bolşeviklerde değil, Sol SR’lerde de varlığını sürdürdüğünü, tutuklamalar ve karşılıklı husumet devam ettiği için Sol SR’lerin bir parti olarak var olma imkânlarının fiilen ortadan kalktığını belirtir. Parti kapanır, üyelerin bir kısmı siyasetten çekilir, bir kısmı ise Bolşevik Parti’ye katılır.

Bir yandan Sol SR’lerin Bolşeviklere katılması partiye hem güç kattı, öte yandan da bu yeni katılanlar kendi ideoloji ve politik reflekslerini de partiye taşıdılar. Lenin’in deyimiyle “Tüm Rusya’nın siyasi yaşamı Partinin içine taşındı”. Stalin yıllar sonra, kendisinin sık sık suçlandığı “kişiye tapma” alışkanlığının ”Bolşevik partisinin geçmişinde asla olmadığını, bunun partiye SR’ler tarafından, köylü devrimciliğine has bir refleks olarak taşındığını” iddia edecektir. “Kişiye tapınma” olgusunu tek başına SR’lere ihale etmek ne denli doğru olur bilemeyiz; ancak bu “yeni gelenlerin” kendi ideoloji ve reflekslerini partiye taşıdığı açıktır.

Öte yandan bu tek partili Sovyet demokrasisi ve kaçınılmaz sonucu olan parti ve devletin iç içe geçmesi, önce Bolşeviklerde “partimiz işçi sınıfının partisi, Sovyetler de işçi sınıfının devleti; iç içe geçmelerinde ne sakınca olabilir?” tür bir yaklaşımla (yerli bir deyim kullanmak gerekirse ”oğlan bizim, kız bizim” iyimserliğiyle !) karşılandı ve yola aynen devam edildi. Yıllar sonra, 1930’ların sonunda partinin bir devlet ve hükümet organı gibi çalışmasının zararları gündeme gelecek, başka bir yazımızda aktardığımız gibi (bkz. Komünist” sayı 13, Sinan Dervişoğlu, “Sosyalist İktidar Pratiklerinin Temel Sorunu: Parti Devlet Bütünleşmesi”) partinin ve Sovyetlerin fonksiyonlarını ayırma ihtiyacı 60 yıl boyunca gündeme gelecek, ancak asla başarılamayacaktır.

Şiddet kullanarak yapılan ve düşmanlarını ezerek kazanımlarını sağlamlaştıran her devrimden sonra “çok partili/ çok sesli” bir yapıya geçme çok hassas ve kritik bir konudur. SSCB’de yukarıda değindiğimiz bu başarısızlığın yanı sıra, benzer bir denemeyi başka bir sınıfın düzleminde, ülkemizdeki burjuva Kemalist iktidarın pratiğinde ele alalım:

MUSTAFA KEMAL’İN ÇOK PARTİLİ REJİM DENEMELERİ

Bir burjuva devrimcisi olan Mustafa Kemal, 1923 sonrasında iktidara gelip tek parti diktatörlüğü kurduktan sonra, bir muhalefet partisinin de kurulması için 2 defa girişimde bulunur. Bunlar kendi açısından gerçekten samimi girişimlerdir (zira “dostlar alışverişte görsün” diye yapılan hiçbir girişim 2 defa yapılmaz). Onu harekete geçiren motivasyon, kendi ifadesiyle “hükümetin murakabesizliğinden müşteki olması” (denetlenmemesinden şikayetçi olması)dır. Yeni parti kurulması için gösterdiği esnekliği ve teveccühü elbette sosyalistlere göstermeyecek, onlar 1923’den beri yakalanmaya ve hapiste çürümeye devam edecektir. Burjuva CHP’nin yanı sıra, Cumhuriyetin ilkelerine bağlı başka bir burjuva partisi kurulmasını hedefleyecektir. Hesabı ise kendi açısından doğru ve akıllıcadır: Cumhuriyet rejimin benimsemiş ikinci bir parti, hem rejimin demokratik meşruiyetini artıracak, yönetimin odağı olan Meclis daha fazla görüşü (ve vatandaşı) temsil eder hale gelecek, bu ikinci parti birincinin halkta tepki yaratabilecek adımlarını frenleyerek rejimin istikrarını artıracaktır.

(Kemalizm döneminde yapılan ilk burjuva muhalefeti denemelerinden biri de Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’ydı. Parti 1925’te Şeyh Said isyanı bahane edilerek, Takrir-i Sükun yasasıyla kapatıldı. Fotoğrafta partinin kurucuları soldan sağa: Adnan (Adıvar), Ali Fuat (Cebesoy), Kâzım Karabekir, Rauf (Orbay) ve Refet (Bele) –editör)

Amacı kendi kurduğu burjuva rejime güç ve istikrar katmak olan bu hedefte, M.Kemal’in her iki girişimi de bilindiği gibi başarısızlıkla sonuçlanacak, kurulmasını kendi teşvik ettiği partileri gene kendisi kapatacaktır. Sebep ise açıktır: Kurduğu rejimin yaptığı dönüşümlerin kitlelerdeki kabul ve benimsenme seviyesi, kendi tahminlerinin çok altında çıkması. Birinci denemede yeni kurulan parti (Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası) hızla büyüyen, sertleşen ve kontrol edilemez  bir kitlesel muhalefetin odağı haline geldiği, 6 yıl sonra kurulan ikincisi de (Serbest Fırka) aynı yönelimi gösterdiği için kapatılmıştır. Kemalist yorumcular, ülkedeki gerici-padişahcı potansiyelin hala güçlü olduğu, buralara aktığı, bu yüzden de cumhuriyeti tehdit eder hale geldiği için kapatıldıklarını iddia eder; ancak resmi Kemalist tarihçilerin birçok tezi gibi bu da gerçeklikten uzaktır. Gerçek sebep, yani bu partilere “akan” kitlesel muhalefetin gerçek kaynağı “padişahçılık özlemi” veya “şeriatçılık” değil, o dönemki TKP raporlarında da isabetle belirtildiği gibi tek parti bürokrasisinin keyfi despotizmi ve onu etrafında oluşan yeni türedi ve asalak zenginler karşısında yoksul halkta yaygınlaşan genel nefrettir.

Kendi komünist geleneğimizin “siyasal yaşamda çok seslilik” sorunlarını tartışırken burjuva (ve anti-komünist) bir liderden, Mustafa Kemal’den örnek vermemizin amacı nedir? Burada amaç, biri teorik, diğeri pratik 2 noktaya dikkat çekmektir:

Olayın teorik boyutu şudur: Rejime güç ve istikrar sağlamak için bir burjuva politikacı olan M.Kemal’in başarısız olsa dahi ısrarla denemek ve başarmak istediği böylesi bir adım, niçin Lenin, Stalin, Mao, Ho..vs gibi ondan çok daha birikimli ve tüm halkın çıkarlarını savunan bizim liderlerimizde gündeme gelmedi? Sebep açıktır: M.Kemal ve içinden çıktığı Jön Türk geleneği, Fransız ihtilalinden, Voltaire, Rousseau, Montesquieu gibi düşünürlerden esinlenmiştir ve “hukukun üstünlüğü, hukuk devleti, iktidarın denetlenmesi, fikir özgürlüğü” gibi kavramlar bu düşünce geleneğinin merkezinde yer alır. Bu kavramlar, sadece cumhuriyetle değil, ondan çok önce, 1908 Meşrutiyet devriminden beri Osmanlı-Türk siyasal yaşamının gündeminde yer almış, İttihat ve Terakki’nin ilk kurucuları, daha sonra Hürriyet ve İtilaf Fırkası, Kurtuluş Savaşı esnasında demokratik bir siyasal yaşamı savunan 2.Grup bu fikirleri hep diri tutmuştur. Aslında tüm bu gelenek içerisinde M.Kemal’in tek parti diktatörlüğünün kendisi bizzat bir aykırılık ve istisnadır; M.Kemal’i çok partililiği denemeye iten biraz da bu bariz aykırılıktır. Sorun tam da buradadır: Yukarda zikrettiğimiz kavramların, yani hukukun üstünlüğü, hukuk devleti, yargının bağımsızlığı, iktidarın keyfiliğini denetleyecek kurumların varlığı, meşru bir muhalefetin gerekliliği gibi düşüncelerin bizim Marksist-Leninist siyaset teorimizde HİÇBİR KARŞILIĞI YOKTUR! 100 yıl boyunca uluslararası komünist hareketimiz bu kavramları “burjuva aldatmacaları” olarak nitelendirmiş, bunun bedelini de ağır ödemiştir. Örneğin “yargı bağımsızlığı” bir “aldatmaca” değildir; zira tüm yargıçların KP üyesi ya da denetiminde olduğu bir iktidarda, bir KP üyesini mahkûm etmek kanuna değil, gene KP’nin iznine bağlıdır; aynı şekilde parti MK’sının “zararlı” gördüğü her unsuru yargıçlar mahkûm etmek durumundadır. “İktidarı dengeleyecek kurumlar” bir aldatmaca değildir, zira iktidardaki KP saçma politikalarla bizzat sosyalizme zarar vermeye başladığında ona “dur” diyecek kimse kalmamaktadır. 1991’de sadece 3 hain (Yeltsin, Kravçuk ve Nazarbayev) etraflarındaki birkaç yüz yardakçı ile “SSCB’nin varlığına son veriyoruz” deyip orak-çekiçli kızıl bayrağı çöpe attığında, milyonlarca Sovyet vatandaşı ve dürüst komünist 20.yüzyılın bu en büyük ihanetini ve yıkımını gözyaşları ile izlemekten başka hiçbir şey yapamamıştır; şimdilerde “sosyalist geçmişe yapılan övgüler” ise, milyonlarca emekçinin kanı ve gözyaşıyla elde edilmiş kazanımlar yok edildikten sonra açıkça beyhudedir. Bunun tekrarına izin vermememin yolu, bizzat burjuva rejimlerine esneklik, süreklilik ve istikrar katan bu mekanizmaları proleter bir temelde, emekçi halkın çıkarları doğrultusunda yeniden düşünmek, üretmek ve bu üretimi teorimizin merkezine yerleştirmektir.

Olayın ikinci boyut ise pratiktir ve zamanlamaya ilişkindir. M.Kemal kendi burjuva hedefleri açısından bir zamanlama hatası yapmıştır. 1923 sonrasında ağırlıklı olarak devlet şiddetiyle sağladığı istikrarı “halkın yeni iktidarı benimsemesi” olarak algılamış, halkın Kemalist iktidara olan bağlılığının ne kadar düşük, ve varsaydığı istikrarın ne kadar kırılgan olduğunu fark ettiğinde ise geri atmak zorunda kalmıştır. Politikada yetkinliğin ve ustalığın temel kriteri zamanlama, yani doğru adımı doğru zamanda ve koşullarda atmaktır. Doğru bir adımı yanlış zamanda atmak, (Lenin’in mizahi benzetmesiyle) bir iyi niyet temennisi olan “Hayırlı olsun, inşallah devamı gelir” türü bir ifadeyi bir cenazede tabut taşıyanlara söylemeye benzer. Sosyalist devrimin konsolide olmadığı, karşı devrimin henüz belinin kırılmadığı, ya da toplumun sosyalizmin nimetlerinden yararlanarak onun değerlerini içselleştirmediği bir ortamda (iktidar bloğu içindeki çok seslilik dışında) her türlü çok seslilik denemesi risk taşımaya mahkumdur. Bu konudaki adım, aşı yapmaya benzetilebilir. Aşı, farklı ancak zararsız canlıları vücuda sokarak vücudun direncini artırmayı hedefler. Bünye zayıfken aşı yapmak, ya da bünye güçlüyken bu sefer güçlü mikropları enjekte etmek, vücudu yıkıma götürür. Geleceğin sosyalist iktidarları, devrimin kazanımlarını koruyarak ve güçler dengesini kollayarak doğru bir zamanlama ile toplumda farklı seslerin kendilerini ifade edebilmesinin yolunu açmak, bu “ustalığı” göstermek göreviyle karşı karşıyadır. Oluşan istikrarın üstüne yatıp tek seslilik ve tek merkezlilikte ısrar etmenin bizi nereye getirdiği ortadadır.

Bu noktada, 100 yıllık geçimimizde parti kontrolü dışındaki güçlere siyasetin yolunu açmayı hedefleyen TEK denemeyi gündeme getirelim: Bu denemeyi planlayan, hakkında oluşan kalıplaşmış önyargılar göz önüne alındığında sürpriz bir isimdir: Stalin !

STALİN’İN (ASLA UYGULANMAYAN !) ÇOK ADAYLI SOVYET SEÇİMLERİ PLANI:

Stalin, 1936 yılında son yıllara kadar kimsenin bahis dahi etmediği, bugün egemen olan klişeler açısından tam anlamıyla “ezber bozan” bir öneri getirmiştir. Tüm bölge Sovyetlerine çok adaylı demokratik seçim!

Stalin ve ekibinin önerisi ve yaklaşımı şudur: Ülkemizde sosyalizm zafere ulaşmış, burjuvazi tüm uzantılarıyla birlikte tasfiye edilmiştir. Halkın Sovyet iktidarına ve sosyalizme güveni tamdır. Dolayısıyla, yerel iktidar organlarının seçimlerine tek adayla gitmek yerine çok adayla gidilebilmeli, Partinin gösterdiği adayların yanı sıra, Partisiz şahıslar da bağımsız olarak adaylığını koyabilmelidir. Şayet Partinin adayı belli yerlerde kaybederse (ki bu küçük bir risktir ve göze alınabilir), o bölgede Partinin iyi çalışmadığı ve emekçi halka iyi önderlik edemediğin anlar ve oradaki parti yapısını düzeltmeye gideriz. Bu, parti çalışmasını iyileştirmek için de bir itici güç sağlayacaktır.

Stalin bu doğrultuda geliştirdiği yaklaşımı, Amerikalı gazeteci Roy Howard ile 1936’da paylaşmış, farklı yurttaş örgütlerinin Komünist Parti’nin adaylarına karşı alternatif adaylar gösterebileceğini söylemiş ve şöyle devam etmiştir:

Seçimlerde çekişme olmayacağını düşünüyorsunuz. Olacak ve şimdiden seçim kampanyalarının bile düzenlenebileceğini öngörüyorum…(Oy verilecek adaylar için – SD) İyi bir okul inşa ettiniz mi, etmediniz mi? Barınma koşullarını geliştirdiniz mi? Bir bürokrat mısınız? Emeğimizi daha verimli ve hayatlarımızı daha verimli kıldınız mı? Milyonlarca seçmenin uygun adayları seçip, uygun olmayan adayları elerken, en iyisini ve en doğrusunu seçerken kullanacakları ölçütler bunlar olacak. Evet, seçim kampanyaları renkli olacak….SSCB’deki evrensel, eşit, doğrudan ve kapalı oy verme sistemi, kötü çalışan devlet birimleri karşısında toplumun elindeki kamçı olacak (abç). Bana soracak olursanız, yeni Sovyet anayasası tüm dünyadaki en demokratik anayasa olacak.    (Stalin ve Demokrasi, Troçki ve Naziler”, Grover Furr, Yazılama Yayınları, 2012, s.211)

Ancak “partinin bu çözümü ne kadar desteklediği”ne göz atacak olursak, sonuç tam bir hayal kırıklığıdır. 1937 Şubat’ındaki MK Plenumunda, sıradaki gündem maddesi olan “çok adaylı seçim” konusuna gelmiş, oturumu yöneten Stalin konu için söz alınmasını beklemiş; ancak görüş bildirmek için kimse söz almamış, ertelemeye çalışmıştır (“hazır değiliz, sonra konuşalım”..vs) Bu sessizliğe Stalin tepki göstermiş ve yakın arkadaşı E.Yaroslavski’ye (bir anlamda “zorla”; “kalk ve konuş” diyerek) söz vermiştir. Yaroslavski, önce “bunun güzel bir öneri olduğunu”, belirtmiş, ama “bölgelerde anti-sovyet elemanların hala olduğunu, bu seçim sisteminin onlara cesaret vereceğini” söylemiştir.

Yaroslavski böyle bir “açılış” yapınca, arkadan gelen tüm konuşmacılar aynı temayı işleyerek konuyu gündemden düşürmüştür: “Karşı devrim tehlikesi sürmektedir, “beyaz haydutlar” dağlardan henüz tam temizlenmedi, bizim bölgede kiliseye giden sayısı hala çok fazla….vs. (The Road to Terror”, J.A. Getty ve Oleg Naumov, Yale University Press, s.182). Sonuçta, bu proje “ertelenmiştir”.

Bu gerekçelerin anlamlı olmadığı aşikârdır. İç savaşın bittiği 1922 sonrası karşı devrime ait her türlü direniş ezilmiş, böylesi bir direnişe maddi temel sağlayabilecek kulaklar da zaten 1929 kollektivizasyonu ile fiziken ortadan kaldırılmıştır. Gösterilen direnişin gerçek sebebi açıktır: Kutsal bir fikri savunmak ve devrim yapmış bir partiyi temsil etmek dışında herhangi bir meşruluğu olmayan yerel liderler, iktidarlarını halka onaylatma konusunda kendilerine güvenmemekte, onları buna zorlayacak bir seçim sistemini, elde ettikleri yetki ve iktidar için bir risk olarak görmekte ve bu riski engellemek için sürekli gerekçe üretmekte ya da yaratmaktadır; bu direnci de SSCB yıkılana kadar sürdüreceklerdir. Hatırlayalım: Bu tarzda çok adaylı bir seçim değil Stalin’in zamanında, Kruşçev ve Brejnev dönemleri dahil, SSCB yıkılana kadar asla yapılmamıştır. Sadece son dönemde, Gorbaçov Marksizm’in ve sosyalizmin prestijini sıfıra indirdikten sonra bu tarzda çok adaylı bir seçime gidilmiş, “doğru adım yanlış zamanda atılmış”, “zayıf bünyeye güçlü mikrop verilmiş”, burada da Yeltsin gibi sahtekârlar kazanmıştır.

20. YÜZYIL SOSYALİST İKTİDARLARINDA “DİĞER” PARTİLER

Yukardaki tespitlerimizle çelişir gibi görünen bir olguya değinelim: 20 yüzyılda kurulan sosyalist iktidarlarda, SSCB, Küba ve Vietnam hariç hepsinde KP dışında başka partiler de vardı ve bu partiler iktidar ortağıydı. Doğu Avrupa Halk Demokrasisi ülkelerindeki “cephe iktidarları’nda bu tarz partiler var olmuştur (Bulgaristan Halk Cumhuriyeti’nde Halk Çiftçi Birliği, Demokratik Almanya’da Sosyal Demokrat Parti ve Hristiyan Demokrat Parti..vs) Bugünkü Çin Halk Cumhuriyeti’nde ise (az bilinen bir gerçek!) ÇKP dışında 8 adet yasal parti vardır (Çin İşçi Köylü Demokratik Partisi, Çin Demokratik Ligası, Kuomintang Devrimci Komitesi…vs). Bu partilerin adayları seçimlere katılmakta ve mecliste görev yapabilmektedir.

Ancak gözen kaçırılan bir sorun vardır. Bu partilerin hepsinin ortak özelliği (ve varlıklarını mümkün kılan koşul) “Komünist Partinin önderliğini kabul etmek”, yani KP’nin siyasi otoritesini kabullenmektir. Bu durum karşısında bizde oluşacak ilk tepki “ee, ne güzel işte, bizim partinin önderliğini kabul ediyorlar” şeklinde olabilir. Görmediğimiz ise şudur: Ne kadar yakın olursa olsun, başka bir partinin otoritesini ve direktiflerini baştan kabullenen bir parti, kendi kimliğinden en az %50 vaz geçmiş demektir. Otoritesini kabul ettiği ”önder parti” hata yapmaya, sosyalist değerlere zarar vermeye başladığı zaman bu partilerin hiçbiri ortaya doğru ve alternatif bir politika koyamayacaktır. Nitekim bir Todor Jivkov’un Bulgaristan’da devreye soktuğu çılgın ırkçı ve şoven “Bulgarlaştırma” politikaları, veya Romanya’da Çavuşesku’nun halkı açlığa mahkum eden “sıfır borç” politikaları devreye girdiğinde bu tür partilerin hiçbirinden çıt dahi çıkmamış, çıkamamıştır. Bu çok partili yapının “KP önderliğini kabul etme” temelinde kurulmasının, gerçek bir emekçi Sovyet demokrasisi olmadığını, pratikte “Tek parti yönetiminin başka bir biçimi” olduğunu dürüstçe kabul etmemiz gerekiyor. O halde çözüm nedir?

Sosyalist bir yönetimde, herhangi bir partiyi “meşru” kılacak tek kriter, başka bir parti ile olan ilişkisi üzerinden değil, tüm toplumu kapsayan ve bağlayan sosyalist hukuk üzerinden tanımlanmalıdır. Devrim kendi düşmanlarını tepeleyip konsolide olduğunda, toplum sosyalizmin kazanımlarından yararlanıp bunları benimsediğinde, bu kazanımları tanımlayan (eğitimin ve sağlığın bedava olması, konut sorununu çözmenin devletin görevi olması, sanayide ve tarımda işçi denetimi, ekonomide kârın değil ihtiyaçların belirleyici olması, ekonomik direktiflerin emekçi temsilcisi kurumlarca alınması..vs) bir hukuk sistemi bağlayıcı olmalı, bu hukuk çerçevesine sadık kalan her kişi ya da kurum siyaset yapabilmeli, bu hukuk (KP dahil !)  tüm siyasal oluşumları bağlamalıdır.

Bu konuda son olarak siyasal gerçekçilik adına “zamanlama” konusuna yeniden değinmek zorundayız. Sosyalist sistemin dünyanın üçte birini kapladığı ve gücünün zirvesinde olduğu bir dönemde rahatlıkla atılabilecek bu tür adımlar, bugün emperyalizmin olağanüstü güç kazandığı, kalan sosyalist ülkelere yönelik provokasyonlarını her geçen gün arttığı bir ortamda ne yazık ki zorlaşmıştır. Bu sebeple, örneğin Küba ve Vietnam “ülkelerindeki demokrasinin asla Batılı tarzda çok partili bir demokrasi olmayacağını” söylemektedir ve haklıdırlar. Bu ülkelerde siyasal çoğulculuğa şu aşamada izin verilmesi, doğru adımı yanlış zamanda atmak, ve emperyalizme bedavadan ciddi bir hareket alanı hediye etmekten başka bir şey ne yazık ki olmayacaktır. Ancak bu durum dahi, parti dışındaki emekçileri siyasete ve siyasi kararların alınmasına katmak görevini geçersiz kılmamaktadır ve bunun örneklerine aşağıda değinilecektir. Emperyalizm karşısında elimiz güçlendikçe çok sesliliğin önünü açmak temel görev olmaya devam etmektedir.

Buraya kadar “birinci çözüme”, yani iktidara yürüyen ve iktidara geçen bir sosyalist harekette çok sesliliği sağlamanın önemine ve bunun teorik-pratik sorunlarına değindik. Ancak konseylerle, emekçi meclisleriyle uyumlu bir parti kimliği ve bir siyasal kültür olmaksızın bu yaklaşımın eksik kalacağını da görmemiz gerekiyor. “İkinci çözüm”, yani yeni bir parti kültürü inşa etme sorunu, bir sonraki yazımızın konusu olacak.

Yazı serisinin ilk bölümü: Emekçi Meclisleri ve Parti: Birinci Bölüm: Temel Kavramlar

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

Başa dön tuşu