Genel

EKONOMİDE ÇÖKÜŞ: YENİ MODEL DEĞİL, ÇARESİZLİK

Salih Zeki Tombak 

06.12.2021

@tombak_salih

Türkiye’nin düzenli aralıklarla kriz üreten  ve bütün kurumlarıyla krize  göre şekillenmiş  bir sistemi var.

Kriz dinamiklerinden kısaca söz edeyim:

. Türkiye gibi bağımlı ülkelerden merkez ülkelere doğru sürekli bir değer aktarımı gerçekleşir. Emek yoğun, katma değeri düşük mallar satar, merkez ülkelerden katma değeri yüksek mallar ithal ederiz. Türkiye ayrıca petrol ve doğal gazının tamamına yakınını ithal ediyor. Dış ticaret açığını dış borç ile kapatarak yaşamanın bir sınırı var, o sınıra gelindiğinde kriz kapıya dayanmış oluyor.

1950’lerden itibaren, batı müttefiki olup da, neredeyse düzenli aralıklarla kriz yaşamamış, İMF kapısı aşındırmamış ve darbeden darbeye savrulmamış bağımlı ülke yoktur.

(Borçlandırmanın bir siyaset olarak benimsenmesi sonucu Demokrat Parti’nin lideri Menderes sık sık dış borç almak için ABD’nin yolunu tuttu.-editör)

. Popülist sağ iktidarlar başından itibaren, ülke kaynaklarını güçlü bir üretim örgütlenmesi yönünde değil; “plan değil, pilav lazım” zevzekliğiyle çar çur ettiler. Yolsuzluk, yağmalama, israf AKP tarafından zirveye taşınsa da, AKP tarafından icad edilmedi, hep vardı.

. Cumhuriyet’in Kuzey komşumuz Rusya’da, Ekim Devrimi’nin gerçekleşmesinin hemen ertesinde kurulmuş olması, devleti “başlar ayak, ayaklar baş olmasın” korkusuyla şekillendirdi. Türkiye her zaman bir “içgüvenlik devleti” oldu; devlet baskı ve şiddet aygıtlarıyla kendi toplumuna karşı konumlandı; askeri ve güvenlik harcamaları bütçe imkanlarını her zaman zorlayan boyutlarda gerçekleşti.

Uzun yıllar örgütlü işçi hareketini, sosyalist ve devrimci muhalefeti  ezme ve Kürt sorununu şiddet ve asimilasyonla çözme anlayışı 1980’lerden itibaren  ükenin geniş bir bölümünde sürekli hale gelen, geniş çaplı “iç güvenlik harekatı” konseptiyle Türkiye’yi tam bir çıkmaza soktu.

. Dolayısıyla ülke ekonomisi düzenli aralıklarla krizler yaşadı.

Sağ iktidarlar her ekonomik krizle yüzyüze geldiklerinde  büyük oranlı bir devalüasyon gerçekleştirdiler. Kendi politik tercihlerinin yarattığı ekonomik yıkımın faturasını enflasyonun yol açtığı yüksek fiyat artışlarıyla, yüksek vergilerle halkın sırtına yüklediler.  İMF’nin stand-by anlaşmalarının değişmez koşullarından olan ücretlerin ve maaşların düşük tutulması politikalarını titizlikle uyguladılar.

Halkın özellikle örgütlü kesimlerinin krizin faturasını ödemek istememesi ihtimali ise; her krizden ve yüksek oranlı devalüasyondan sonra askeri darbelerin gerçekleşmesine yol açtı.

Cunta lideri, Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaçın “Sosyal uyanış, ekonomik gelişmenin önüne geçti” cümlesi, 12 Mart darbesinin diğer darbelerden, görece “şeffaflık” farkını oluşturur. Bütün darbeler işçi sınıfı, yoksul köylülük, üniversite öğrencileri, aydınlar gibi halk kesimlerinin “sosyal uyanışına” karşı gerçekleşmekle birlikte 27 Mayıs, Yassıada yargılamalarıyla,  Menderes ve arkadaşlarının idamıyla hatırlanır; 12 Eylül, sokak hareketlerini, sağ-sol çatışmasını önleme bahanesiyle toplumsal hafızaya kazınmak istenir.

27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, ekonomik krizlerin ve ağır “ekonomik tedbir” paketlerinin ardından, toplumu stabilize etmek amacıyla gerçekleşen askeri darbelerdir.

Dolayısıyla ekonomik krizler, her zaman siyasi sistem başta olmak üzere pek çok alanda tetiklenen krizlerle birlikte gelişti. Üretim ilişkileri, yargı, TSK, üniversiteler, devlet kurumlarının işleyişi, siyasi partiler sistemi, dış politika,  vb vb krizler yaşadı, krizlerden sınıf karakterleri daha da keskinleşerek çıktılar.

Her darbe sonrasında, öncelikle devlet içinde yeni kurumlaşmalara gidilmiştir. 12 Eylül darbesi bu konuda en kapsamlı dönüşümü gerçekleştirmiştir. 12 Eylül’ün açtığı devletin baskıcı, güvenlikçi, faşist bir temelde yeniden inşa süreci bugüne kadar neredeyse kesintisiz olarak devam etmiştir, etmektedir.

Bu yeniden inşa sürecinin bir sonucu olarak, 1980’den sonraki krizlerde açık askeri darbelere gerek kalmamıştır.  28 Şubat’ı bir darbe olarak anlatan ve başörtüsü yasağı dışında, siyasal islamcıların uydurduğu “o dönemde yaşanan büyük acılar” diye anlatılanların bir gerçekliği yoktur.

15 Temmuz ise, darbe değil, ağırlıkla TSK, Emniyet, MİT ve yargı içinde yaşanmış bir “iç savaş” pratiğidir.

Darbe dönemlerinin değişmeyen bir diğer ortak yanı ise, darbe yönetimlerinin darbeden sonra, en geç üç yıl içinde halkın önüne seçim sandığı koymaya mecbur kalmış olmasıdır.

Bugünün Krizi

2021’in son haftalarını yaşıyoruz. AKP-MHP rejiminin, ekonomik ve finansal tercihlerinin, israf, şatafat, yağma ve yolsuzluklarının; Kürt sorununu şiddet yoluyla çözebileceğini sanma yanlışının; dahası Kürt sorununu askeri yoldan çözme görünümü altında Suriye ve Irak topraklarına yaydığı savaşın; buralarda yaratılan işgal bölgeleri başta olmak üzere, Libya’da ve Afrika’nın başka ülkelerinde  siyasal islamcı terör örgütleriyle geliştirilen ilişkilerin; uluslararası ilişkilerde diplomasi yerine savaş tehditleriyle sonuç alacağını sanan  bakış açısının ve toplam olarak bütün politikalarına hakim olan ağır bilgisizliğin sonucu olarak ülke, tarihteki benzerlerinden çok daha ağır bir kriz yaşıyor. Kriz hemen her alanda tam bir çöküş aşamasına dayanmıştır.

(Kriz en çok dezavantajlı grupları özellikle çocukları etkiliyor-editör)

Rejimin bu krizle başa çıkabilecek kaynağı, uluslararası dayanakları/müttefikleri, zamanı, manevra alanı; yetişkin, ehliyetli kadrosu ve toplam olarak, bilgisi yoktur.

Son bir yıl içinde hızlanan, son bir ayda ise çöküşü kesinleştiren devalüasyonlarla TL hızla değer kaybetmiş; enflasyon hızlanmış, başta temel tüketim malları olmak üzere bütün malların fiyatında çok yüksek artışlar gerçekleşmiştir.

Geçmişte, sabit kur uygulamasında yaşanan krizlerde bir büyük devalüasyon gerçekleşir, şiddetli bir zam dalgasından sonra fiyatlar, en azından görünür gelecekte istikrar kazanırdı. Bugün yaşanan ise  yüksek fiyat artışlarının sürekli hale gelmiş olmasıdır. Bugünün sorunu TL’nin değer kaybının ve fiyat artışlarının nerede duracağı değil; durup durmayacağının belli olmamasıdır.

Tam da bu esnada iktidar kendi “darbe girişimini” gerçekleştirmiş; Genel Kurmay Başkanı  ve 3 kuvvet komutanı ile birisi Savunma Bakanı Hulusi Akar olmak üzere 6 sivil üyeden oluşan MGK, iktidarın hiçbir bilgiye ve politik tutarlılığa sahip olmayan ekonomik kararlarının arkasında olduğunu söyleyen bir bildiri yayınlamıştır.

MGK’nın ve içindeki temsilcileri dolayısıyla TSK’nın bu tutumu, tarihi çizgisiyle uyumludur, tutarlıdır.  Rejimin yarattığı krizin faturasını halkın ödemesini dayatan bir tutumdur.

Bu bildiriyi, ekonomik çöküşün yaratacağı toplumsal tepkileri caydırma amacının dışında, Erdoğan’ın zorda kalırsa başvurmayı planladığı bir “olağanüstü hal”in yolunu döşemek olarak da değerlendirmek mümkündür.

Ancak o yolun Erdoğan’ın iktidarını uzatma ihtimali yoktur. Olsa olsa böyle bir yönelişe girilmesi halinde, hukuka dönüldüğünde yüzleşilecek maliyetler büyüyecektir.

Çöküşten Çıkış Mümkün mü?

İktidar “şimdi de bunu deniyoruz” diyerek, işgücünü ve Türkiye’nin ihraç mallarını uluslararası piyasalarda iyice ucuzlatarak krizden çıkacağımızı ve bir refah toplumuna dönüşeceğimizi ileri sürmektedir.

Yabancı paralar karşısında TL’nin aşırı değer kaybı iktidar tarafından “rekabetçi kur” olarak tanımlanmakta; böylece ihraç ürünlerimizin rekabet gücü kazanacağı savunulmaktadır. Halbuki pek çok ihraç ürününün ara malları ithaldir. Enerji ithaldir.

TL’nin değer kaybı nedeniyle ithalatın azalacağı iddiası ise, yakın zamana kadar “samanı bile” ithal eden ve bunu “paramız var, ederiz” diye izah eden bir iktidarın körlüğüdür. Türkiye tarımı, “devlet Kurumu TÜİK”in  bu yılın 3. çeyrek büyüme rakamlarına göre bile %5.4 küçülmüştür. Küçülmenin hasat aylarında gerçekleşmesi ayrıca dikkat çekicidir.  Ve zaten pek çok gıda maddesinde Türkiye net dışa bağımlı haldedir.

20 yıl boyunca çalışma yaşındaki kırsal nüfusun, inşaat sektörünün canlılığı nedeniyle; rantın, para kazanmanın mümkün olduğu şehirlere akması; tarım ürünlerinin para etmemesi, ranta dönüşen destekleme politikaları vb nedeniyle  ekili alanlarda daralma, hayvancılıkta büyük bir gerileme  sözkonusudur. Kürt şehirlerinde ise kış aylarında köylere çıkışın yasak olması gibi, geleneksel hayvancılığı engelleyen ve dahası engelleme yönünde genişletilen uygulamalar amacına ulaşmıştır: Kitlesel işsizlik, kitlesel açlık ve üretimsizlik bu şehirlerdeki ekonomik hayatın özetidir.

Rejim ise, “rekabetçi kur” sayesinde ihracatın artacağı, ithalatın azalacağı ve nihayet dış ticaret fazlası verir duruma gelineceğini öngörmektedir.

Döviz yokluğundan ilaçların, yeterli akaryakıtın ve doğal gazın ithal edilememesi ve kısıntılara, elektrik kesintilerine gidilmesi muhtemeldir ve bazı kesinti uygulamaları başlamış bulunmaktadır.

Diğer taraftan iş gücünün aşırı ucuzlamasının, yabancı sermaye yatırımları için büyük bir cazibe oluşturacağı; Türkiye’de bu sayede artan yatırımların istihdam ve refah yaratacağı bir beklenti olarak ifade edilmektedir.

Son olarak Erdoğan, “ÇİN modeli” dediği bu “ekonomi modeli”nin, meyvelerini 6 ay içinde vermeye başlayacağını vaat etmektedir.

Üstelik “faiz ve kur sarmalından çıkarak” başlatıldığı ileri sürülen bu modeli gerçekleştirmek için 20 yıldır ortamın  hazırlandığı ve şartların olgunlaşmasının beklendiği dile getirilmekte, Merkez Bankasının politika faizi indirimleriyle başlatılan bu sürecin bir “ekonomik kurtuluş savaşı” olduğu iddia edilmektedir.

ÇHC’nin uyguladığı modelin dünya çapında sendikal harekete ve işçi sınıfının ekonomik kazanımlarına olumsuz etkilerini not etmekle birlikte, uygulamanın rejim sözcülerinin anlatımlarıyla bir yakınlığının olmadığını biliyoruz.

Açıkçası Çin Halk Cumhuriyeti’nde uygulanan modelle bu yapılanın, iş gücünün aşırı ucuzluğu dışında bir benzerliği  yoktur. ÇHC dolar bazında çok düşük işçi ücretlerine rağmen, kitlesel bir açlık,  yaygın bir barınma, sağlık vb sorunu yaşanmasına  yol açmamıştır.

ÇHC “Dünya’nın fabrikası olma” hedefinin ilk meyvelerini 6. ayda vereceğini hiç düşünmemiştir.

Yabancı sermayenin yatırımının güvende, hukuki teminat altında olduğundan emin olması kritik önemdedir. Bir yandan ABD vatandaşı Rahip Bronson, Almanya vatandaşı gazeteci Deniz Yücel örneklerinde görüldüğü gibi devletiyle pazarlık amaçlı rehin alma; bir yandan “Başkanlık Sistemi” ile getirilen,  el koyma/çökme uygulamaları ve yaygın keyfilik, devlet/mafya ilişkilerinin içiçeliği, yaygın ve büyük kapsamlı yolsuzluklar, sadece işci ücretleri çok düşük diye ülkeye yatırım akacağı hayalini  yerle bir etmeye yeterlidir.

İktidarın bırakın 20 senelik hazırlığı, TBMM’ye sunulan bu yılın bütçe kanununda bile bugünkü model iddialarından herhangi bir iz yoktur.

İktidarın bulunduğu çaresizlik çukurunu, bir modelmiş gibi sunması ve adını da “ekonomik kurtuluş savaşı” koyması ve modelin 6 ay sonra meyve vermeye başlayacağını ilan etmesi; her şeyin bir  seçim kampanyasından ibaret olduğunu açıklıkla ortaya koymaktadır.

(Ekonomik model olarak baz alınan Çin ve pandemi sonrası kopan tedarik zincirinin birleştirilmesi propagandası, teknolojik altyapı ve üniversitelerin durumu düşünüldüğünde boş bir AKP propagandası olduğu netleşir-editör)

Çıkış AKP-MHP İktidarı Sonrasında

Elbette Türkiye gibi büyük bir ülke bu çöküşe mahkum değildir. Rejimin yarattığı çok ağır maliyetlere rağmen bu ağır tablodan çıkmak mümkündür.

Öncelikle halkın tercihiyle yeni bir iktidarın ortaya çıkması; keyfiliklerin son bulması, yargı ve güvenlik güçleri başta olmak üzere  ciddi bir ayıklanmanın başarılması, hukukun egemenliğinin yargıya güvenin sağlanması; devletin şeffaflaşması, parlamentonun güçlendirlmesi çok önemlidir.

Devlet harcamalarının denetlenebilir olması, israfın son bulması ve yolsuzlukla elde edildiği yargı kararıyla sabit olan gelirlerin,  servetlerin ve mülklerin usulüne uygun şekilde kamulaştırılması; hukuka aykırı şekilde düzenlenmiş sözleşmelerin iptali yeni hükümetin en öncelikli işlerinden olmalıdır.

Bütçe tercihleri hızla ele alınmalı, kaynakların öncelikle tarımsal ve sanayi üretime yönlendirilmesi; tarım alanında üretimin ve üreticilerin desteklenmesi sağlanmalıdır.

Geçmiş dönemin siyasi husumet saikiyle düzenlediği KHK’lar derhal yürürlükten kaldırılmalı, cezaevlerinde, açık mahkeme kararlarına rağmen tutukluluğuna son verilmeyen Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala gibi isimlerin, Boğaziçi öğrencilerinin yanı sıra,  COVİD Affı dışında tutulan siyasi hükümlü ve tutuklular hemen serbest bırakılmalıdır.

Kürt şehirlerinde OHAL’i aratmayan uygulamalara ilk günden son verilmeli; bölgede sivil halka yönelik suçlar yargıya intikal ettirilmeli; devlet görevlilerine tanınan cezasızlık uygulaması sona ermelidir.

Parlamento Kürt sorununun çözümünü en baştan gündemine almalı ve somut adımlar atmalıdır.

Suriye ve Irak topraklarından askeri birlikler, Jandarma ve emniyete bağlı unsurlar geri çekilmeli; komşularla karşılıklı güvene dayalı ilişkiler egemen kılınmalıdır.

DEAŞ ve El Nusra gibi siyasal islamcı terör örgütleriyle her türlü ilşiki derhal kesilmelidir.

Bütün komşularla, karşılıklı saygı ve güvene, uluslararası hukuka dayanan diplomatik ilişkilerin sürdürüleceğinin altı çizilmelidir.

Bu adımlara elbette eklenebilecek başka bir dizi adım vardır. Ama bu adımların atılması bile kurda ciddi iyileşmelere; uluslararası piyasalarda Türkiye’nin saygınlığının artmasına yetecektir.

Ekonomik çöküşten çıkış, demokratikleşme, barış, halkçı politik tercihlerin ve asıl olarak halkın siyasete bugünden, seçim günü ve seçimlerden sonra, doğrudan ağırlığını koymasının sonucu olacaktır.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

Göz Atın
Kapalı
Başa dön tuşu